Bu günlerde tarihi şahsiyetleri olduğundan daha "ulu" ya da olduğundan daha "kahraman", "bilge" veya "milli" gösterme çabasına şahidiz.
Bazı tarihi şahsiyetler ve tarihi müesseseler üzerinde reenkarne ideolojiler ortaya çıkıyor.
Sebebini anlamak da zor değil birileri ülkede kamplaşmaları, eski bazı defterleri açarak yeniden yazmaya çalışıyor.
Oysa tarih, ideolojilerin ve kapanmış defterlerin karşılaşma ligi değildir. Tarihe mâl olmuş kimseler de puanlamaya tabi tutulacak "Survivor karakterleri" değildir.
"Ölüp gitmiş İttihat ve Terakki liderliğine ne oldu da 100 yıl sonra bir linç başlatıldı? Mezarlarında rahat rahat yatsalar olmuyor muydu?" diye soruyor insan.
Ancak sanki düğmeye basılmışçasına bir üniversitenin dekanının açıklamasını okumak zorunda kalıyoruz, diğer yandan da bir diğer öğretim üyesinin "öğrencilerine yüksek lisans dersi vermekten aciz" dil sınavını nasıl geçtiği şüpheli bir profesörü de ayrı bir salvoya başlıyor.
İttihat ve Terakki'ye küfür, yukarıya oynamanın, oyun kurucusuna şirin görünen kimseye poz vermenin, şeref tribününe selam çakmanın mottosu haline geldi artık.
Komünistlerde ezberlenmiş "Yaşasın halk, faşizme ölüm!" sloganı benzeri bir şekilde İttihat ve Terakki'ye küfrederek pozisyon alma çabasına dönüşüyor.
Bunlara geçtiğimiz haftalarda bir yenisi daha eklendi. Meseleye anında tepki vermekten kaçındım ki yazacaklarım tepkisel olmasın. Bu sebepten soğuyan bir meseleye dair bir izahat vermeye çalışacağım.
Bir zat, Enver Paşa'nın Gagavuz olduğunu ve aynı zamanda da Yahudi olduğunu ima ederek sözlerine başlamış.
Gereken cevabı da zaten tarihçiler verdiler. Ancak burada insanların sorgulaması gereken şey; kimin ne kadar Türk olduğunun kıstasının ne olduğu ve neden önemli olduğudur.
Enver Paşa'nın dedesinin Gagavuz kökenli olmasının konuyla alakası ne olabilir?
Gagavuz olmak kötü müdür? Gagavuz olup İslam dinine giren onca insan yok mudur?
Trakya'da Gacal dediğimiz cümle Müslüman ahali Gagavuz iken, İslam'a giren kimseler değil midir?
Türklük eğer kan meselesi ise Gagavuz'un kanı Türklüğün tam kalbindendir.
Yok eğer Türklük, Türk ana ve babadan doğmayıp Türklüğe hizmetse ya da yaptığı eserlerle Türk tarihinde anıt ve sembol vizyonerlerden olmaksa Sokollu'yu, Uluç Ali Reis'i, Mimar Sinan'ı da hatırlamak şarttır.
Balkanlara yerleşmiş olan Türklük, 400'lü yıllardan ve belki daha eski tarihlerden beridir söz konusudur.
Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar ve hatta Selçuklular döneminde Balkanlara bir Türk yerleşme akını hep olmuş.
Buralara yerleşenler daha İslamiyet'in Türkler arasında yayılmadığı dönemlerde geldikleri için yerel dinleri kabul etmiş ki Ortodoksluk bunlar arasında en yaygını.
Selçuklu döneminde İzzeddin Keykavus'un Dobruca'ya çıkması ve Osmanlı'nın Balkanları ciddi şekilde vatan yapması ile birlikte Hristiyanlığı seçmiş, bir kısmı Slavlaşmış, bir kısmı ise Türk kalabilmiş olan Türklerin de İslamlaştığı bir döneme şahit oluyoruz.
Balkanlarda Gacallar, Çıtaklar ve Konyarlar (Konyar slavların Türklere taktığı bir isimdir ve atçı, at sürücüsü demektir) gibi kabilelerin İslamlaştığı bir dönem, Türklerin deyimi yerinde ise baba ocağına döndüğü, ana gövdeye eklemlendiği bir tarihtir.
Bir Türkün Hristiyan kökenli olması veya Şaman kökenli olmasının İslam'la tanışana dek hükmü İslami açıdan sıfırdır; ama Türklük açısından koskoca bir tarihtir ve geçmişimizdir.
İslam ile şereflendikten sonra bir kimsenin geçmişini konuşmaksa kimsenin haddi değildir.
İster sofunun oğlu bir tarihçi olsun, ister gavurun oğlu olsun; kimse şeref tribününe rol kesmek için bu kepazeliğe "ilim adamlığının izzet i nefsini korumak için" girmemelidir, girenleri de toplumun vicdanına bu satırlarla havale ediyoruz.
"Türküm" diyen hiç kimsenin soyu da peygambere gerçekte bağlanmıyor ayrıca. Hem Türk hem Kureyş soyundan olamazsınız.
Peygamberimizin de soyunun kızından devam etmesi zaten direkt bir bağlantı vermiyor ve hepimiz biliriz ki Türklerde soy, ataerkil sürer ve kan babadan devam eder.
Varsayalım bir soy bağlansa da bu da o kişinin dine hizmetine dair bir tapu belgesi değil.
Mekke Şerifi Hüseyin de soyunu peygambere bağlıyordu ancak Osmanlı'ya isyan etmişti.
Kişilerin, sülalelerin önceki hayatlarında ya da birkaç dede öncesinde ne oldukları ile iştigal etmek birincisi ayıp ve terbiyesizlik, hatta avamlık; ikincisi tükenmişlik, üçüncüsü de İslam terbiyesine aykırı bir davranıştır.
Eğer böyle yapacak olsaydık İslam'ın kılıcı Halid bin Velid'i sürekli olarak cahiliye dönemi hatırası ile hatırlamak, Hazreti Ömer için de "Rahmetli dün su gibi içki içen, kızını diri diri toprağa gömen biriydi" dememiz gerekirdi.
Asla demiyoruz değil mi? Öyleyse hiç kimseye deme lüksümüz yoktur.
Aliya Izzetbegoviç için 10-15 nesil öncesinde Sırbistan kökenli bir aileye mensup olduğu, Bosna'ya daha sonraları geldiği, büyük büyük dedesinin bir başka dinden olduğunu söylemek makul müdür?
Bu, tüm Türkler için geçerli bir durumdur. Hiçbirimiz 1200 yıl önce Müslüman değildik.
2 dede öncesi ile 20 veya 50 dede öncesi gayrimüslim olanların birbirine karşı, özellikle yaşadığı dönemde yani günümüzde hiçbir üstünlüğü yok!
Devlette kişinin kişiye üstünlüğüne değinecek olursak buradan da bir üstünlük çıkmıyor; çünkü adalet önünde herkes eşittir.
Eğer gerçekten bir üstünlük varsa bu da belki bir vatandaşın dürüst bir "vergi mükellefi" olması ya da ülkesi için yaptıkları ile ölçülür.
İşini iyi yapan insan, donanımlı bir insan, "üstün" ya da "aşağı" gibi sıfatlarla değil, "layık" veya "liyakatsiz" gibi tanımlarla anılmalıdır.
Yukarıda da dediğimiz üzere ya Mimar Sinan'ı, Sokollu Mehmed'i, Kırım'da Ruslara karşı harp eden Osmanlı Ordusunun generali olan Sırp kökenli Ömer Latas Paşa'yı nasıl anıyoruz?
"Gavur" diye mi?
Hayır. Rahmetle tabii ki.
Asıl adı Giovanni Galeni olan Uluç Ali Reis'i nasıl anıyoruz? Türklüğe, İslam'a hizmeti ile mi; yoksa "önceden gavurdu" diye mi?
Rusların ünlü şairi Puşkin'in dedesinin dedesi ise Kamerun'dan bir Afrikalı idi ve köle tacirleri ile satılarak coğrafyası değiştirilmiş biriydi.
Ruslardan kaçının Puşkin'i reddettiğini görürsünüz? Hiçbirisinin.
Fransızların askeri dehası olan Napolyon'un İtalyan Kökenli olması onu çok mu düşürür? Bir Fransız için bu bir zillet midir? Hayır!
Büyük medeniyetlerin ve büyük coğrafyalara yayılmış ulusların en önemli özelliğidir çok uluslu, çok etnisiteli ve çok kültürlülük.
Sen, içine katılanlar ölçüsünde zenginsin, içinde bulunan farklılıklarla renklisin.
Homojen millet, homojen etnisite varsa da dünyanın uzak ve ücra adalarında, Amazon'un izole ormanlarında ve dağların arasında kalmış, medeniyetin uğramadığı izole vadilerde mevcuttur ve karışmamış, etkileşimde olmamış bir toplumun bunda bir matah varmışçasına övünmesi, alıcısı olmamış bir malla övünmek gibidir.
Etkileşim, karşılıklı kültür transferi, bir diğer toplumu bünyene alıp hazmetmek ve ondan çıkan simaları kendi tarihine mal etmek ve bunu da dünyaya kabul ettirmek, yönetmeyi gelenek haline getirmiş toplumlara hastır.
Beğenmediğiniz ya da hedef seçmek istediğimiz kimseleri, soyunda ihtida edip İslam'a geçen birini bulup "gavura bağlamak" için tarih ya da antropoloji profesörü olunmaz.
'Aynı sistemi diğer onca tarihi şahsiyet için de kullanıyor musun?' Bunu sorarlar adama.
Mesela "şunun annesi", "bunun babası" diye söze başlayan kimsenin padişah anaları için de benzer bir "gavur geçmiş" hesabı var mı?
Yoksa sıradan, halktan olmayıp padişah olduğu için annesinin Hristiyan veya Musevi kökeni sorgulanamaz ve dokunulmaz mı geliyor?
Tüm bunları, kafasında mantık yerine birbiri ile rabıtasız et ve yağ topağı olan türediler okusun diye yazıyorum.
Milletvekili de olamayacaksınız, daire başkanı da. Geçti o tren beyler! Alan aldı, götüren götürdü.
Size sadece bağırmak kalır bu saatten sonra. İttihat ve Terakki'nin merhum üyelerini de mezarda rahat bırakın diyesim geliyor bazen...
Hataları ve sevapları ile onlar bizim tarihimizdir ve bizler, tarihi ile barışık bir toplumuz.
Olmalıyız; çünkü tarihle hesaplaşacak hiçbir kötü şeyimiz yoktur.
İttihat ve Terakki'nin hedef seçilmesi, sözüm ona onlara mâl edilen "sözde Ermeni soykırımı" ile bir grubu önce şeytana eşitleyip, ardından onların bunu da yapmış olacağından hareketle bir sözde suçu Türk milletinin üzerine atılı hale getirme çabasının parçasıdır ve maalesef bunun ilk adımı da İttihat ve Terakki'yi karalamaktır.
Eğer o kaleyi topa tutar ve onları demonize ederseniz, bu insanların "soykırım da dahil" her şeyi yapmış olabileceğini söylersiniz.
Kimse İttihatçılığa küfür ve salvo furyasının gideceği yeri düşünmüyor.
Bu, Türklere kendi tarihlerinde önce bir şeytan figür benimsetip sonra o şeytani figürün şeytanlık yapmış olabileceğine inandırmanın ilk adımıdır.
İttihatçı nefreti üzerinden sözde Ermeni soykırımına "yahu bu namussuzlar onu da yapmışlardır" dedirtmek için her şey hazırlanıyor aslında farkında iseniz...
Bu gafletin içerisine düşen kimseleri de "zamanı, anı yaşayan ve zamanın ruhuna oynayarak yaygın popüler cehaletin popülarizminden nemalanmak isteyen bilinçsizler sürüsü" olarak görmek gerekir.
Vakti zamanında bir Hristiyan Arnavut gençle muhabbetimiz oldu yurt dışında. Ailesi hiç İslamlaşmayan, Ortodoks ailelerden birisi.
Kendisi ile bir proje üzerinde çalışıyorduk. Çocuk aslında Hristiyan değilmiş Allah'a inanan bir deistmiş. Ama Arnavutluk'a gittiğinde Hristiyan kimliğini yüceltmesi gerektiğini ve haç takacağını söylemişti.
"E niçin?" dedim. Cevabı bana bir ders verici nitelikte idi:
Hristiyan değilim, Allah'a inanırım ama soyadım, Arnavutluk'ta köklü bir Ortodoks aileye ait ve bu soyadın takipçileri de doğal olarak Ortodokslar olacak. Kendi bölgemiz olan Güney Arnavutluk'ta cepte 20 bin oyumuz var. Bu insanların desteği bana lazım ki meclise girip, bakan olup bir şeyleri değiştirebileyim.
Yani özetle insanlar inandığına değil, tabanlarının istediğine göre de konuşabiliyor.
Bir akademisyenin İttihat ve Terakki'yi hedef seçerek 'Osmanlı'yı onlar bitirdi' demeye getirmesi ve bir diğer türedi profesörün de merhum ve şehit Enver Paşa'nın kökenine hem Gagavuz hem de Yahudi diyerek saygısızlığının perde arkasında işte bu tabandan nasiplenme vardır.
Göğüslerini açarak ünlü olmaya çalışan bir mankenden ya da fotomodelden fazla farkları yoktur.
Bu tarz akademisyenlerin açacakları ve aralayacakları tek şey, tarihin sayfalarındaki geçmişten boş beyinler için hamaset çıkarmaktır.
Her muhitin bir tırnakçısı olur. Tabana rol kesmek ve onu kullanmak, tabanı eğitmekten daha kolaydır.
Günümüzde tribüne ve kale arkasına verilen mesajlarda da en çok bunu görüyoruz.
Halkın, avamın geneli, araştırmaz ve düşünmez; iki kişiden daha duysun inanır.
Enver Paşa'nın Ortodoks Rus ordusunun mitralyozu üzerine kılıcı ile şehadet yürüyüşü yapmasının da önemi yoktur onlar için.
"Nasıl olsa 'Abdülhamit Google kullanıyordu' diyen birisi ona 'Gagavuz' demişse bildiği vardır..." diye düşünür.
Gagavuz Ortodokslarının tarihte Ruslara karşı savaştığı görülmüş şey değildir ki Enver Paşa'da Gagavuzluk kalmış olsun. Kanında varsa da kanla beslenenler düşünsün…
Rus'la savaşmış birine dil uzatmak, her şeyi geçelim insaf ehli birinin harcı değildir.
Densizlik, avamlık, varoşluk sapır sapır akıyor. "Ört ki ölem" demiyoruz ama akademi biraz da budur artık.
İşte ben ve hala kalabilmiş az sayıda akademisyen biraz da bunu değiştirmeye çalışıyoruz. Konuşa konuşa susturmalıyız cehaleti.
Gelelim konuşacaklarımıza.
Arkadaşlar, tarih bir zaman çizelgesidir ve o çizelgedeki olayları yer ve zaman göstererek sebepleri ve sonuçları ile okumak üzerine geliştirilmiş bir bilimdir.
Tarihi olayları anlamak içinse sadece tarih okunmaz. O dönemki jeopolitik, jeostratejik dengeleri de bilmek gerekir.
O dönem mutfakta hangi malzemeler vardır da siyaset sahnesine hangi yemek çıkmıştır bilmemiz gerekir.
Patatesin, mısırın ve çok sayıda bitkinin Yeni Dünya'dan getirilip yayılması ile kıtlığın birçok yerde son bulması ve bunun da özellikle Batı'da vuku bulmasını da ayrıca analiz etmek tarih ve coğrafya bilgisi ile eşgüdümlü bakış gerektirir.
Hangi denizlere kıyılarımızın olduğu, İmparatorluğun hangi kısımlarında çoğunluk, hangisinde azınlık olduğumuz, milli politikalarla aramızın nasıl olduğu, halifenin temsil ettiği ümmetin bireyi, padişahın mülkünde onun memlükü (kulları, kölesi) olarak doğup büyüyen insanların vatan bilincinin olup olmadığını ve varsa ne derece olduğunu da bilmemiz; dönemdeki yazıları ve milliyetçiliğin gelişim seyrini okuyarak fikir sahibi olmamız gerekir.
Sadece tarihi bilen, günümüzü bilmez. Bilemez!
Çünkü günümüze genel bir değerlendirme yapabilmek için coğrafya ve sosyoloji de bilmek gerekir.
Doğru soruları sormak için ise felsefe bilmek lazımdır. Hepsinde uzman olmak değil, meraklı olmak ise birinci şarttır.
Ayrım, analiz, sentez ve değerlendirme yeteneği olmayan kişi profesör bile olsa at çöpe.
Evvela ayrım yapacak, konuşacağı meselede meseleye dahil olan/olmayan kısımları atacak, analizi tutarlı ve aynı kıstaslar da herkese vurulabilir nitelikte olacak, sentezi oturaklı olacak ve değerlendirmesi adaletli, konuştuğu kelam asaletli olacak.
Arkadaşlar şu söyleyeceklerimi iyi belleyin, iyi işitin;
Sene 1830'lar, Yunanistan bağımsız olmuş. Osmanlı ve Mısır donanması çok talihsiz bir şekilde Navarin'de yakılmış ve büyük devletlerin baskısı ile Yunanistan'ı tanımak zorunda kalmışız.
Ortada Yunanlı için "milliyetçilik" varken Türkler için o tarihte bir milliyetçilik kırıntısı yoktur!
Türk, o tarihte Türk olduğunu bile doğru dürüst bilmemektedir. Ulusçu fikirler ise Osmanlı'da çok sonraları yeşerecektir.
Namık Kemal'i okuyana dek Türklerin ulusçu fikirleri yok denecek kadar azdır.
Namık Kemal ile de başlayan dönemde esasen Osmanlı ulusçuluğu işlenmiş ise de Türk ulusçuluğuna vurgu yapılıp zemin hazırlanmıştır.
Namık Kemal 1860'larda yazılarını yazmaya başlayana dek Yunanistan, 30 senelik milli bir devletti ve okullarında bu milli eğitimi ile ilk nesli yetiştirmiş, ikinci neslini yetiştiriyordu.
Namık Kemal, Ziya Paşa ve diğer ulusçuların tüm gayretlerine rağmen bir fikir asla değişemezdi.
Osmanlı mülkü padişaha aitti ve halk da padişahın kulları idi. "Padişahın memlüküyüz, padişahın mülkünden ekmek yiyoruz ve padişahın mülkünde yaşıyoruz" diye bilen bir halk için doğal olarak "vatan" bilinci de yoktu; çünkü Padişahın mülküydü. İsterse verir, isterse fethederdi.
"Vatan" kelimesinin edebiyata girdiği ve vatanseverlik teması işlenen "Vatan Yahut Silistre" eserini okursanız, o günlerde neden bu kadar sevildiği ve tutulduğunu da anlarsınız bu fikirlerin.
Çünkü halk, her savaşta padişahın mülkünün elden çıkışını seyretmek yerine, vatan bildiği topraklarda inisiyatif almayı, ona sahip çıkmak ve uğrunda mücadele etme duygularını öğrenecekti.
Her ne kadar Kırım Savaşı dönemini işlese de "vatan" kavramı edebiyata bu tiyatro eseri ile sağlam bir giriş yaptı. Ama yetmeyecekti bu.
Bunun üzerinden bir de İttihat ve Terakki'nin geçmesi, en üstte "Allah", yanlarda ise "Vatan, Namus, İttihad" yazan ay yıldızlı bayraklar ile halka, vatanın kutsallığını vermesi gerekecekti.
1913 yılında iktidara gelene dek İttihat ve Terakki ile Yunan ulusçuluğu arasında 80 küsur sene vardır.
Bu da 4 kuşak eder. Yani dedesinin dedesi milli eğitim almış bir Yunan'a karşın sizin elinizde "Halifenin mülkündeyiz" diyen bir halk vardır.
Arada Sırplar bağımsız olmuş, Sırp Milli Eğitimi ve milli hedefleri ile bir milli ülkü belirlemişlerdir.
Arada Bulgarlar bağımsız olmuş, bir milli ülkü hedeflemişlerdir.
Ufacık Karadağ, Osmanlı'ya isyan etmiş, Padişahlar ise mülkünden Karadağ eşkıyasına toprak bağışlamış ve Rusya ile sulh bozulmasın diye isyancıları sürekli affetmiştir.
Gusinyeli Ali Paşa Karadağ'a teslim edilecek topraklardan ayrılmayı reddetmiş, milis olarak dağa çıkmış ve Karadağ ordusunu Müslüman şehirlerine sokmamış, birçok yerde de (Novşiç ve Murino muharebeleri) Karadağ ordusunu tepelemiştir.
Karadağ, Osmanlı'ya müracaat etmiştir. Osmanlı ise o bölgedeki sivil halkı topraklarını terk etmeye zorlamış, antlaşmayı kabul için nasihat heyetleri göndermiştir.
Osmanlı şunu diyebilirdi:
'Ben imzayı attım, gücün yetiyorsa Müslümanları topraklarından sen çıkar, dağdakileri sen indir.'
Ama öyle olmadı. Ne oldu?
Osmanlı padişahı, Müslümanları antlaşma şartlarını kabule zorlamak için üstlerine gemi bile gönderdi.
"Topraksa ben kendi mülkümden veriyorum, toprak senin değil ki?" mantığına karşı gelişmiş bir reaksiyondur "vatan bilinci" hareketleri.
İttihat ve Terakki'nin bir tek hayati hatası ya da eksiği vardır o da tarih sahnesine çok geç çıkmasıdır.
İktidara 50 sene kadar erken gelmeleri halinde çok daha farklı bir yerde olabilirdik; ama tarih bilimi "şu olmasaydı şu olurdu" gibisinden "halam amcam olurdu" olasılığı ile yürümüyor.
Birçok toprak verilmiştir ve bunlar, jeopolitik açıdan en kilit bölgelerdir.
Bunlar elden çıkana dek ilan edilmemiş bir cihat, bu önemli topraklar elden çıktığında da doğal olarak İslam dünyasında duyulmamıştır.
Üzerindeki bayrağı değişen topraklarda ne duyurularınız ne de seferberliğiniz dikkate alınır.
"Padişahım çok yaşa" diyenler, hep sınırın berisinde kalan topraklarda yaşayanlardır.
Bulgar eline terk edilmiş Hazergrad, Şumnu, Plevne, Rusçuk, Sofya ve Filibe ahalisinin gözünde "büyük padişah" imajı, sınırın berisinde hür vatanda yaşayanlarınki gibi değildir.
Girit'te kurbanlıklar gibi boğazlanan, namusuna ilişen Yunan askerine karşı kendini savunduğu için idam edilmek zorunda kalanlar için de Abdülhamid büyük bir figür falan değildir.
Padişaha mektup yazsalar da ne donanma İstanbul'dan çıkabilmiştir ne de Girit'e gidebilmiştir.
Çaresizlikle İran şahına mektup yazar Giritli Müslümanlar. O esnada İstanbul'da sansür sebebiyle Girit kelimesi medyada bile yazılamıyordur.
Donanmayı Haliç'te çürümeye terk eden Abdülhamid, sudan gelebilecek bir darbe tehdidinden o kadar korkmaktadır ki saray olarak bile "Ali Suavi" olayı tekrar etmesin diye boğazdan daha yukarıda, sudan uzak Yıldız'ı seçmiştir.
O donanma hiçbir milli meselede çıkamaz. Ya Müslümanları teslime razı etmek ya da Japonya'ya bir ziyaret için çıkar bir gemi dışarı. Nitekim Ertuğrul faciası da buna örnektir.
Okyanuslarda kıyıları olan ama ne boğazları kontrol edebilen ne dişini gösterebilen ne hilafet gücünü kullanan ne de kendi denizlerinde savaş gemileri ile gezebilen egemen bir ülkesiniz.
Daha Kırım savaşından sonra ödenemez hale gelen borçların kabulü ve bunun için kurulan Duyun-u Umumiye ile zaten devlet kendi kendisini inkar ve bir nevi iflas etmiştir.
Padişah değil, Batılı devletlerin topladığı vergiler ile kör kötek yönetilen bir ülkedir Osmanlı.
Kasaya giren 3-5 kuruş arasında ise terk edilen Bosna Hersek'in ağzımızla istediğimiz "Emlak bedeli" ve Kıbrıs'ın "kirası" da vardır.
Rus tehdidine karşı bizim lehimizde diplomasi yapsın diye Bosna Hersek'i Avusturya'ya emanet ediyoruz.
Halkın Avusturya'ya tesliminden ise haberi bile yoktur. Hacı Loyo isyanı diye tarihe geçen bir isyan başlatıyor Boşnak halkı.
Osmanlı garnizonlarını kuşatıyor ve kendilerine silahların verilmesini talep ediyorlar.
İstanbul'dan gelen emri uygulayan yerel idareciler direniyor ve Boşnak halk birçok yerde ordu depolarını ve kışlalarını yağmalıyor.
Bihaç'ta, Maglay'da, Gradaçats'da, Travnik'te, Livno'da, Zenitsa'da, Tuzla'da ve Saraybosna'da şiddetli bir direniş başlatılıyor.
Avrupa'nın ilk şehir harbi, Saraybosna'da yapılıyor. Kadınlar evlerden, mezarlıklardan ateş ediyorlar Avusturya ordusuna.
Ev ev yaşanan çatışmalarda yüzlerce şehit veriliyor, Saraybosna, uzaktan, batı yönünden Avusturya topçusu tarafından topa tutulurken Boşnaklar da en son şehirden Avusturya ordusuna ateş açıyorlar.
Şehri cebren ele geçiren Avusturya'ya direnenler kılıçtan geçiriliyor ve liderleri de halkın affedilmesi ve başsız kalması için bölgeyi terk ettiriliyor.
Ardından gelen zamanda rövanşist yaklaşmıyor Avusturya; bakıyor ki ülkede madenler zengin, su bol, tarıma son derece elverişli ve iklimi ılıman.
Buraya önce 1892'de bir Demir Çelik tesisi yapıyor. Sadece buraya demir çelik yatırımı yapmıyor tabii ki.
Birçok yerde fabrikalar ve üretim merkezleri açılıyor. Sanayileşmiş odun hızar atölyeleri, makine parçaları imalatı için tesisler yapılıyor. Bu kadar yatırımı sonra kim terk eder? Tabii ki terk etmiyorlar.
Abdülhamid iktidarının ilk günlerinde Avusturya'ya "emaneten verilen" Bosna Hersek, aynı kişinin iktidarının son günlerinde de 2,5 milyon altın karşılığında tüm haklarından vazgeçtiği bir antlaşma ile terk ediliyor.
Buna da "emlak bedeline karşılık" deniyor. Yani devletin devlet mülkleri ve binaları bedeli ile tüm hakkından vazgeçerek sattığı bir yer oluyor Bosna Hersek.
İktidardan düşmeden günler önce mühür basılarak verilen son kurbandır Bosna.
Buna karşın Avusturya 1882'den 1890'a kadar Bosna Hersek'te eğitim üzerine önemli işler başarır. Saraybosna'da açılan lise ve diğer farklı şehirlerdeki okullaşma ile Boşnak halkın okuryazarlığı 10 seneden kısa sürede yüzde 12,16'ya yükseltilir.
O esnada Avusturya'dan ve hatta Bosna Hersek'ten endüstriyel açıdan daha geride bulunan Bulgaristan'daki okuryazarlık yüzde 42'dir.
Burada hakkını vermek gerekir ki Abdülhamid döneminde de eğitim konusunda ciddi mesafe kat edilmiştir.
Tarihi karakterlerin başarılı oldukları ve olamadıkları yanları da hakkını vererek okumak gerekir.
Avusturya-Macaristan hakimiyeti döneminde Boşnakların arazilerine de geniş manada dokunulmaz. Bir reform yapılır ancak bu sadece topraksız Hristiyanların durumunu iyileştirmeye yöneliktir.
1910 yılında yapılan nüfus sayımlarına göre Boşnak halkın mülkiyet oranı, neredeyse Osmanlı'daki oranları gibidir. Yani bölge halkının aslında refah açısından hiçbir kaybı olmamıştır egemenlik ve yöneten sınıf olmaları dışında.
Bu sayımda Bosnalı Müslüman toprak sahipleri toprağın yüzde 91,1'ine sahipken, Ortodoks Hıristiyanlar yalnızca yüzde 6'ya, Katolikler ise yüzde 2,6 ve diğerleri yüzde 0,3'e sahiptir.
Şehirlerin büyük kısmında çoğunlukta olan Boşnaklar ise zamanla eriyecek, kaderleri onları yöneten diğer milletlerin insafına kalacaktı ve herkes Avusturya kadar hümanist davranmayacaktı.
Tarihçi ve arşivçi Yıldırım Ağanoğlu, "Bosna Hersek'in bir zorunluluk sebebiyle Avusturya-Macaristan'a bırakıldığını ve bir oldubitti ile ilhak edilerek bizden koparıldığını" belirtir. Dedikleri doğrudur; ancak imza atılana dek her işgal dünyanın her yerinde işgaldir.
İmzayı attığında tüm tarihi, kültürel ve dini aidiyetini bırakır, tüm mülkiyet haklarını teslim eder, o toprakla tüm alakanı koparırsın.
Savaştığın sürece varsın, savaştığın sürece mücadeledesin. Kırk senedir devam eden PKK ile mücadelede hiç uzatmayıp havlu atabilir, terörist başına paşalık verebilir, eşkıyanın ileri gelenlerine de çeşitli payeler dağıtabilirdik.
Böyle olmuyor muydu çoğu kez? Pazvantoğlu İsyanı'nın nasıl bittiğini biliyoruz. Ama mücadeleyi seçtiğinde işler farklı gelişiyor. Mücadele bir parça da milli ruhla birlikte gelişen bir vatansever inattır.
Bosna'nın Avusturya-Macaristan'a ilhakına karşın paramızı istememiz ve imzayı atmamız, günümüze dek süren ve tüm Balkan ülkelerinde kendini tekrar eden bir dış meseledir.
Toprakların dışında bıraktığın her millet parçasına dair tüm hassasiyetin sen imzayı attığın andan itibaren bir "dış meseledir" ve diplomatik olarak hiçbir hakkın yoktur.
1878'de Tuna'dan çekilen Osmanlı, 1885'e dek günümüzdeki Bulgaristan topraklarında bulunan Filibe merkezli "Doğu Rumeli"de kalmaya devam etti. Burası da, kayıtsız şartsız bir Osmanlı toprağı idi. Bulgar bir prens idare edecek ama Osmanlı'ya bağlı kalacaktı.
Ne oldu biliyor musunuz?
Bulgarlar burayı işgal etti. Osmanlı padişahı ve emrindeki ordusu, Rusları ve batılı devletleri kızdırmamak için direnmedi.
Bulgarları ilk protesto eden ise Ruslar olmuştur. Rusya, Bulgaristan'ın barışı bozan bu eylemini kınayarak Bulgar ordusundaki tüm eğitimci ve subay askerlerini çektiği için Bulgarlar Doğu Rumeli'yi tek bir eğitimli Bulgar subay ve emrindeki askerler ile adeta yürüyerek işgal ederler.
Çoğu çavuştur Bulgar ordusundaki rütbelilerin. Çünkü Subay yetiştirecek kadar geçmişi olmamıştır birkaç senelik Bulgar Prensliğinin...
Osmanlı bu oldubittiye karşı kuvvet kullanma hakkı saklı olmasına rağmen kullanmaz. Balkanlarda önemli bir tutunma noktamız olan Balkan Dağları, tam o vakitte terk edilir.
Artık sınır 1912'ye dek tutunacağımız koruması çok daha zor ve fiziki açıdan düşmana fazla geçilmez gelmeyen ve yürüyerek aşılacak bir sınır olacaktır.
Padişahın mülkünden vazgeçtiği bir diğer yer ise Tesalya'dır. Burası, Balkanların Çukurova'sı gibi bir yerdir.
Tarımsal açıdan zengin olan bu ovanın merkezinde de Yenişehir denen çok güzel bir şehrimiz vardı.
İngilizler, Abdülhamid'den, Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Osmanlı'ya fırsatçılık yapıp saldırma imkanı varken bunu yapmayan Yunanistan'ı ödüllendirmesi için bir sınır değişikliği rica ederler.
Yani tanıdığın bir bağımsız devlet, sınırlarına saygılı olup saldırmadığı için onlara sınırlarından ödün veriyorsun. "Bana saldırmadığın için al sana koskoca vilayetimi hediye ediyorum" dercesine...
Budur bunun açıklaması. İşte bu sınır değişikliği de yapılır.
Trakya topraklarımızın yarısı büyüklüğündeki koskoca Tesalya ovası ile Epir'in bir kısmı Yunanistan'a hediye edilir.
Manisa'ya getirilir Müslüman halkın bir kısmı. Abdülhamit döneminde vatanlarını kaybederek başka yerlere yerleştirilenlerin köylerine çoğunlukla "Hamidiye" adı verilir.
Örneğin Manisa Akhisar'da Hamidiye köyü, Yenişehir göçmenlerinin yerleştiği bir köydür. Yenişehir ise günümüzde Larissa adı ile Yunanistan'da bir şehirdir.
Ne ortasından geçen Kösten nehrinin adı kalmıştır ne de 16 camisi ile güzeller güzeli kemerli köprüsü.
Mimar Sinan'ın devasa bir eseri olan Osman Şah caminin günümüzde minaresiz de olsa ayakta olduğu Tırhala şehrinde de bir tek Türk kalmamıştır, Farsala şehrinde de...
2 Temmuz 1881'de imzalanan antlaşma ile Yenişehir başta olmak üzere Tesalya ovası ve yerleşmeleri Yunanistan'a hediye edilir.
Bir daha Yenişehir'de ne ezan duyulacaktır ne de "Padişahım çok yaşa!" naraları.
Padişaha "yaşa" diyenler, yaşam hakkı tanınan topraklarda doğanlardır. Ölülerin sesleri çıkmaz, sesi geçtik, mezar taşları bile bırakılmaz ki...
Tüm Yenişehir'deki Müslüman mezarları ilk birkaç ay içerisinde paramparça edilecektir.
Ruslarla savaşta lehimize diplomasi yapmaları için batılı devletleri kazanmak için verilen topraklarda Kıbrıs'ı da anmak gerekir.
İngilizlere teslim edilir Kıbrıs. Emaneten, kiralık olarak... Herhalde Abdülhamid bu toprağın "Haydi vakti geldi geri verin" dendiği vakit geri verileceğini düşünüyordu.
Öyle olmadı.
Süveyş Kanalı'nı tam karşıdan gören en stratejik yere yerleşmiş olan İngiltere, Kıbrıs'tan asla vazgeçmedi.
4 Haziran 1878'de imzalanan Kıbrıs Konvansiyonu ile Kıbrıs Adası, Osmanlı'nın Berlin Kongresi'nde çıkarlarını savunsun diye İngiltere'ye kiralandı.
İngiliz Kraliçesi adına adaya giren Sir Garnet Wolseley kumandasındaki kuvvet, 22 Temmuz 1878'de Larnaka'dan karaya ayak bastı.
Adada "kafire karşı" direnişi önlemek için padişah fermanının kopyaları gönderildi ve her bölgeye giren kumandan, padişahın, yani halifenin bu fermanı ile halkı İngiliz boyunduruğu altına aldı.
Bireysel iradesi olmayan ve vatan bilinci yerleşmemiş bir halk, düşmana karşı "cihat" ilan etme haddine sahip bile görmüyordu kendisini.
Sorsanız herhalde şunu derlerdi:
"Halifenin fermanı ve iradı varken kimiz ki?"
208 senelik Türk egemenliği tam olarak böyle bitti.
Vatan bilinci yine yoktu. Peygamberimizin varisi halife imzalı belgeyi gören herkes geri çekilecekti.
"Vatan", "İttihad" (birlik) ve "Terakki" (ilerleme) kavramlarının öğrenilmesi için ise felaket gerekiyordu.
Toplumlar, felaketleri adım adım yaşadığında adı felaket olmaz, tarihi süreç olur. Felaket için aniden yaşanması şartı aranır.
Oysa Osmanlı'nın 1878'den itibaren yaşadığı şey bir felaketti.
Tunus'a giren Fransızlara karşı da Abdülhamid hiçbir şey diyemedi. 1881'de imzalanan Bardo antlaşması ile Osmanlı, Tunus'u Fransa'ya teslim etti.
İmzayı yine attı. Cihat ilan edilmedi, o kart en stratejik topraklar sende ve nüfusun fazla iken hiç kullanılmadı.
Bir yandan İngilizleri Kıbrıs'a koyduktan sonra Almanlara yakınlaşmaya başlar Osmanlı.
Buna karşı da İngilizler boş durmaz. Süveyş Kanalı'nın açılmasını müteakiben İngilizler 1882'de Mısır'ı işgal ederler.
Sebepsiz değildir bu.
Abdülhamid'in 14 Temmuz 1880'de Almanlarla bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmaya göre Osmanlı ordusunun ıslahı için Alman subaylar getirilecektir.
Kaehler heyeti olarak da bilinen bu heyet 11 Nisan 1882'de göreve başlayacaktır.
İngiltere ise 1882'de Süveyş'e ve Mısır'a el koyar ve bu oldubittiyi de kabul etmek zorunda kalırız.
Adamları hem Kıbrıs'a koyup hem de Almanlarla yakınlaşmanın bedelidir bu.
Abdülhamid için söylenen "Büyük güçleri karşı karşıya getirdi" lafı, ancak bir espri bahsi olabilirdi; zira arap saçına dönmüş bir dış politika ile bir o ülkeye yaklaşıyor, bir diğerine yaklaşıyordu.
Ama en son çareyi Almanya ile ittifak yapmakta bulmuştu. Evet, yanlış duymadınız. Almanya ile ittifak esasen Abdülhamid'in fikriydi.
Bu ilişkileri "ittihad ve ittifak" boyutuna taşımak o dönemde devletin politikasıydı ama Almanya'nın Rusya ile de bir "üç imparator ligi" paktında olması sebebiyle bunu Almanya istememişti.
Buna rağmen kurulan sıkı bağ, ülkeyi siyasi açıdan Alman nüfuzu altına soktu.
Sonraki dönemde ise Hicaz Demiryolları'nın Almanlara ihale edilmesi bunun üstüne tuz biber ekti.
İngiltere'nin Akdeniz'den girişini kapattığı Süveyş'i Yemen'den baskılayabilirdik ki orada da direnmemiz İttihatçı bir paşa olan Fahreddin Paşa sayesinde olmuştur.
Buna da sonra tekrar değineceğiz.
Anlattıklarımız tarih değildir. Anlattıklarımız, stratejik açıdan en önemli bölgelerin hovardaca verildikten sonra elde kalanların "vatan bilinci" ile savunulmasının son çare olduğudur.
Dünyada iktidarını tehdit altında hisseden bir krala, tek adama istediğinizi yaptırabilirsiniz; ancak halk idaresi ve milli partilere yaptırmanız zordur. Boğazınıza takılır.
İşte buydu İttihat ve Terakki'nin çıkışı ile gerçekleşen.
Sanayileşme trenini kaçırdık, tarım ülkesi olarak kaldık, sorumlu İttihatçılar mıydı?
Okullaşmayı hiçbir şekilde Avrupa'ya yakın oranlara getirtemedik ve imparatorluğun hiçbir yerinde yüzde 10 okuryazarlığı aşamadık; sorumlusu ittihat mıydı?
Tüm Osmanlı'nın haritalarını yapsın diye batılı baloncu ve tayyarecileri tutup harita mühendislerine paralar verilirken sorumlusu İttihatçılar mıydı?
Tüm o haritaların birer nüshasını bize verip diğer nüshalarını kendilerinde tutan bu ülkeler, Osmanlı'nın her köyünü, her fiziki unsurunu bizden daha iyi bilip çalışırlarken sorumlusu İttihatçılar mıydı?
Balkanlarda Osmanlı topraklarının maden, orman, tuz, deri, pirinç, pamuk, tütün vesaire ürünlerini haritalayarak nerede hangi öneme sahip ürünler var bunların bilgilerini toplayan ve her kasabada Ruslara ve batılılara bölgedeki Hristiyanların haklarını korumak için konsolos bulundurma hakkı tanıyanlar İttihatçılar mıydı?
Kapitülasyonları İttihatçılar mı verdi?
Yabancı okulları, misyoner okullarını İttihatçılar mı açtı?
Yabancıların iç işlerimize karışma hakkını İttihatçılar mı vermişti?
Devletin borç içinde yüzdüğü dönemlerde Dolmabahçe, Beylerbeyi, Küçüksu gibi sarayları yaptıranlar, bu saraylarda Fransız kristalleri ile dekorasyonu abartan ve Anadolu'nun ununu bulgurunu bu saraylara yatıranlar İttihatçılar mıydı?
Rus askerinin Edirne'ye, Kars'a girmesinin, yüksek yerleri ele geçirip kendi ahalisini yerleştirmesinin sebebi İttihatçılar mıydı?
Padişah Bosna'ya imza atıp emlak bedelini kasaya korken, Kıbrıs'ı kiraya verirken, Doğu Rumeli'nin işgalinde sesi çıkmazken, Girit'e kulaklarını kapatıp donanma gönderemezken, Mısır'da adeta yok sayılır, alay edilircesine otoritesi çiğnenirken tek bir askeri işgal edilen topraklara göndermeyi başaramazken 1912'de İtalyanların işgal ettiği Trablusgarp'ı kurtarmaya gönüllü olarak, halı satıcısı ve gazeteci gibi sahte kimliklerle giden ve direnişi başlatan İttihatçılar mıydı hain?
Balkan savaşının olmayacağını iddia edenlere inat, bölgede bir savaşın olacağını sezen ve halka gerilla eğitimi vererek vatan savunmasında görev almalarını sağlayan İttihatçı kahraman Grebeneli Bekir Fikri gibileri miydi hain?
Edirne'yi Bulgar'a çoktan teslim etmiş ve Midye-Enez hattını sınır olarak kabul etmiş bulunan Hürriyet ve İtilaf partisine darbe yapan ve Edirne'yi kurtaran Enver midir hain?
Yoksa Moskof (Rus) İstanbul kapılarına dayanırken müzakerelerde araya girmesi için söz verdiği Kıbrıs'ı veren midir hain?
Hiçbirisi hain değildi. Ne İttihatçılar ne de padişah.
O kadar aşağılanmıştık ki İstanbul'a 44 metre yüksekliğinde bir Rus zafer abidesi dikilmişti.
Bunu yıkmak ne kelime? İçerideki papazların ikameti ve konforu bile sağlanacaktı. Antlaşmada bu anıtın güvenliği de vardı.
İttihad ve Terakki'nin ilk işi, bu anıtı patlatmak oldu.
Onurunu aşağılayan ne varsa ona savaş açtı İttihatçılar.
İnsanlık onurumuzu, varlığımızı, bu coğrafyada yaşam sebebimizi dinamitleyen ne varsa.
Hicaz Demiryolu projesinin ardından 1908'de İngiltere Kralı ve Rus Çarı arasında Reval toplantısı yapılmıştı.
Osmanlı istihbaratı bunu engellemeye çalışsa da başaramadı. Bu toplantıda Osmanlı'nın kaderini belirlemişlerdi zaten.
Abdülhamid döneminde girişilen Alman yakınlaşması ortada iken Osmanlı'nın kalemi çoktan kırılmıştı.
İngilizler, Araplarla önce Şam protokolü ardından Hüseyin-McMahon antlaşması ile birlikte zaten tüm anlaşmalarını yapmış, onları da safına çekmişti.
Bize bağlı ve sadakatini savaşın son anlarına kadar koruyan Arap aşiretleri de vardı elbette.
Bir millete de toplu halde hain ve nankör diyenleri hiç adil bulmuyorum.
Velhasıl durum bu şekilde iken hiçbir şekilde İngiltere ile dostluk zemini kalmadığından ve Alman nüfuzu altına iyiden iyiye girildiğinden artık İngiliz ve Ruslara açık düşmanlığın ilan edilmesi Almanya ile ittifakın ilanı bekleniyordu.
Ancak Mısır gibi önemli bir boğaz bizde iken, Tunus gibi İngilizlerin Malta'ya ulaşmasını tehdit edecek bir yer bizde iken ilan edilmeliydi o cihat.
Çünkü o zamanki sınırlarda hem caydırıcılığımız hem de bir süper gücü engelleyici pozisyonlarımız vardı.
O günlerde ilan edilmemiş cihat, topraklar elden çıkarken ne kadar başarılı olabilirdi?
Bunlar, hovardaca harcanmadığı dönemlerde bizde tutulsa idi elde onca stratejik toprak varken pazarlık gücü daha farklı (olumlu manada) bir sonuç verebilirdi.
"İttihatçılar olmasaydı?" diye söze başlayanlara "halamın yeterli biyolojik donanımı olsaydı amcam olurdu" mantığı gözüyle bakmak gerekir.
"Şu olmasaydı", "bu olmasaydı" diye tarihçilik yapılmaz.
İttihatçılar olmasaydı, 1800'lerin başından bu yana devam eden ufak tefek Hristiyan toplumlara verilen tavizler ve toprak kayıpları yine devam edecekti.
İttihat ve Terakki Partisi, Osmanlı Devletini I. Dünya Savaşı'na resmen soktu.
Tüm yaygara bunun üzerinedir.
'Bu savaşa soktuğu için Arap topraklarını kaybetmişmişiz.'
Sevgili arkadaşlar,
Reval'den itibaren meseleyi söyledik. Bu yazılanları adaletli şekilde okuyanlar ve daha fazlasını da araştırıp bilenler görecektir ki sizin zaten kaleminizi kırmışlar.
Sen savaşa girmesen, önce Almanya ve Avusturya'yı ezecekler, ardından taze kuvvetlerle bir güzel Osmanlı'ya saldıracaklardı.
1 sene bile sürmeyecek bir savaş, 4 sene devam etti. 5 milyona yakın İtilaf devleti askeri öldü.
Rusya'ya karşı boğazları kapattık ve adamlarda savaşı sürdürme direnci kesildi, açlık belirdi, Çarlık düştü, komünizm geldi.
Komünistler dünyaya Rusların İngiliz ve Fransızlarla tüm emperyalist antlaşmalarını ifşa ettiler.
1915'te tasarlanan ve 1916'da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması dünyaya faş edildi.
Deyim yerindeyse, sen, celladın olacağı ayan beyan ortada olan bir üçlü düşmanı, bir ittifaka dahil olarak sağından solundan buduyorsun.
I. Dünya Savaşı'nı biz kaybetmedik! Almanya kaybettiği için kaybetmiş sayıldık.
Arap yarımadasını da kaybetmedik. Arap yarımadası ile arada yarımadanın kuzeyindeki irtibat noktalarını kaybettik.
Bunu hep yanlış biliyorlar.
Medine, Hicaz, Asir bizde idi. Yemen'de İngilizlere problem olacak ve Süveyş-Hindistan yolunun güney ucundaki Babülmendeb boğazını da tutmaya devam ettik.
Azerbaycan'a zaferle girdik.
3-4 sene önce Bulgar ve Sırpların önünde kaçarcasına dağılan padişahın, halifenin ordusunu 3 kıtada düşmanın boğazında demir leblebi haline getirdik.
4 sene düşmanı yormak öyle bir bedel ödetti ki düşmana, Daha 1917'de İngiliz halkının kitlesel sağlık muayenesi sonuçlarında savaşacak mecali kalmadığı belgelenmişti.
Buna göre genç erkeklerin yüzde 40'tan fazlasının sakat olduğu, Londra'da bu oranın hemen hemen yüzde 50'sinin sakat, yüzde 22'sinin kısmen sakat ve tüm genç erkeklerin sadece 1/3 kadarının savaşa uygun olduğu görülmüştü. İngiliz'i bitme noktasına getirmişti İttihad ve Terakki.
Tabii ki bu durumda savaşı kazansa bile İngilizlerde Türkleri yok edecek mecal kalmamıştı. O kadar bitmiş haldelerdi ki üzerimize Yunan askerlerini gönderdiler.
Savaşa ittifakla girmekle işte tam da bu başarıldı. Biz öldük, ama karşıdan da devasa bir savaş gücünü savaşamaz hale getirdik.
Üstüne bir de 50 milyona yakın insanı öldüren İspanyol gribi eklendi. 1918 ve 1919 seneleri de bu griple aşıldı.
Savaşırken de barışta iken de en önemli kazanç, zaman kazanımıdır. İşte bu, bitamam kazanıldı.
Ordu Sarıkamış'ta kayıp verdi; ama A'dan Z'ye mükemmel planlanmış bir harekat, tek bir subayın harekat planı dışına çıkması sebebiyle zayiatla sonuçlandı.
Enver Paşa'nın planına göre ne soğuktan etkilenilecek ne de zayiat verilecekti.
Doğaçlama şekilde plan dışına çıkan komutanlar ise Enver Paşa'ya mâl ettiler bu harekatı; ama harekat planı da arşivlerdedir nasıl uygulandığı da tarihte yazılıdır. İsteyenler bakabilir.
20 binden az olan Sarıkamış kayıpları da sürekli abartılır ve hiç ortada olmayan 100 binlik hayali bir orduya bağlanır.
Savaş böyledir. Bir strateji kumarıdır. Senin aklına gelen, düşmanın da aklına gelebilir. Rulet gibidir adeta. Birinde patlar o plan. Kazanırsan da kaybedersen de insanların mutlaka ölür.
Çanakkale'de 100 bine yakın askeri kaybederken üzülmeyen ve kimseyi suçlamayan biri, Sarıkamış için de konuşmamalıdır. Sonucu zafer veya bozgun olduğunda ölüler daha yakışıklı olmuyor, yeri de cehennem olmuyor.
İttihatçıları hiç sevmeyen birisi sırf ülkede nüfusun çok daha homojen bir şekle gelmesinden dolayı bile onları dua ile anmalıdır.
En çok da Kürt kardeşlerimiz ve doğuda yaşayan "Türküm", "Kürdüm", "Arabım" diyen herkes, tecavüze uğramamış nine ve katledilmemiş bir dededen türeyen herkes bu minneti duymalıdır.
Hayatta kalanlar, hayatın devamına vesile olanlara dua etmelidir. Bebekken sallandığınız her beşiğin ağacının birilerinin toprağa atmasıyla filizlendiğini bilerek duyduğunuz vefa misali bilmeli ve bellemelisiniz bunları.
Malazgirt Meydan Muharebesi'nde Anadolu'yu Türklere vatan yapan Alparslan gibi, Ermenileri tehcir ile cephe gerisinden çıkararak Türk ve Kürdün arkasını sağlama alan ve adeta "anahtar teslim" homojen bir ülke bırakan yine İttihatçılardır.
Çoğu da fakir ölmüş ve kimisi de bir Ermeni terörist tarafından sırtından vurulmuştur.
Onların ardından Mustafa Kemal Atatürk'ün Lozan Mübadelesi ile Anadolu'dan Rum nüfusu göndermesi ile de bu homojenlik sürecimiz kemale ermiştir.
Ermese idi ne olurdu? Merzifon'du, Adana'ydı, Sivas'tı, Ankara'ydı, İzmit'ti ülkenin her yanında en ufak bir meselede Hristiyanların çıkarı için sürekli bir kılıcı sallanacaktı demoklesin. Avrupa'nın her daim iç işlerimize karışmak için bir sebebi olacaktı.
İttihatçı subay ve yönetici kadroların dönüşerek oluşturduğu Yeni Cumhuriyetimiz işte bunu engelledi.
Vatan artık bir padişah veya halifenin malı değil, halkındı ve egemenlik kayıtsız şartsız millete aitti.
İkinci Dünya Savaşı'nda savaşmayışımızda da birinci sebep, demografik açıdan kaybedilen nüfusu yerine koyamamış olmamız ve sanayi gücümüzün yeterli ölçüde olmamasıydı.
Unutmayın ki 1954'e dek ödenen bir Osmanlı borcu altındaydık. Osmanlı'nın dış borçlarını ödediğimizde de borçsuz yaşam sona ermedi.
Borç hiçbir şekilde sırtımızdan eksik olmadı ve kapitale sahip olmadığımız için borçsuz günümüz de olmayacak.
Karar verilen milyarlarca dolarlık projelerin, yapılan milyarlarca dolarlık yatırımların ve imzalanan milyar dolarlık antlaşmaların ihlal edilmesi halinde de uluslararası tahkim sürecinin devreye gireceğini sanırım herkes biliyordur.
Unutmayın.
Bağımsızlık milli bir meseledir. Milli meselelerin çözümü gayrı milli bakan, emperyal dönemlerin idarecilerini, padişahlarını yüceltmek değildir.
Onları rahmetle analım ancak milli bakmaya devam edelim. Milliyetçilik, kendi milli tarım ve hayvancılık politikanın olması, kendi kendine yeterlilik, yerli ve milli sanayi, milli üretimin korunması ve desteklenmesi, milli eğitimden sıfır tavizle mümkündür.
Milli bir şuura sahip olmayan hırslı ve hasis insanların milli bir hareketi anlamasını da beklemek vakit kaybıdır.
Bu nevi beyinlerdeki karanlığı aydınlatmak da zordur. Güneşin yanına koysanız aydınlanmayacak insanların fikirlerini değiştiremezsiniz.
Yapmamız gereken insanlarımıza tarih, coğrafya, din, sosyoloji ve felsefe okuma kabiliyeti vermek, kendi sentezlerine kavuşmalarını sağlamaktır.
Akademi bunun içindir. Taşıdığımız unvanlar da bizi özel veya üstün yapmaz.
Hakikati araştırmak için memur ve bulgularımızı yaymak için de mesuliyet sahibi yapar.
Selam ve saygılarımla.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish