Fidel Castro 1968'de Che'nin "Bolivya Günlüğü" için kaleme aldığı önsözde şöyle yazmıştı:
Ve eğer yarıkürenin bu kısmı derin bir devrimci dönüşüme uğramazsa, bu yüzyılın başında hızla sanayileşen, aynı zamanda kendi toplumsal dinamik ve ekonomi yasaları sayesinde emperyal zirveye doğru yürüyen güçlü ulus (ABD) ile arasındaki devasa farklılık ve eşitsizlik; feodal oligarşilerin ve onların gerici ordularının boyunduruğu altında bulunan Amerika kıtasının balkanlaştırılmış geri kalan bölümünün; hali hazırda güncel ekonomide, bilimde, teknolojideki güçsüz ve gelişimi durdurulmuş ülkeler demetiyle - ABD arasındaki- korkunç eşitsizlik, her zamankinden daha hızlı adımlarla, 20 yıl içinde Latin Amerika halklarına dayatacağı korkunç seviye farkının sadece soluk bir yansıması olacak.
Fidel'in öngörüsünün gerçek olduğu, 20 yıldan kısa süre içinde ortaya çıktı. Seksenlerin ortasında, Latin Amerika'nın darbeci orduları, sanayileri çökmüş ve borç batağına batmış ülkelerin iktidarlarını sivillere terk etti.
Küba liderinin tespit ettiği güç dengesizliği ve seviye farkı bir kehanet değil 20'nci yüzyılın başından beri vurgulanan bir olguydu.
Fakat Fidel, her önemli lider gibi, tezini jeopolitikle güçlendirdi: Bu Latin Amerikacı, perspektifin göbeğine "balkanlaşma" kavramını oturttu.
Ancak sınıfsal bir yaklaşımın jeopolitikle güçlendirilmesi Lenin'den bu yana problemlidir ve manipülasyona sonuna kadar açık bir konudur.
Latin Amerika'nın balkanlaşmasından kasıt; bir bütün olduğu varsayılan bu kıtanın, emperyalist müdahaleler sonucunda parçalanmasıdır.
Öncelikle bu parçalanma, bağımsızlık savaşlarının hemen ertesinde, 19'uncu yüzyılda İngiliz sermayesi ve diplomasisinin ortaya çıkan yeni devletleri birbirine düşürmesiyle başlar.
Yeni oluşan bu devletler, sınır anlaşmazlıkları yüzünden birbirlerini tükettikleri uzun savaşlara girerler. Birçok Latin Amerika ülkesi arasındaki sınır ihtilafları ve toprak anlaşmazlıkları bugüne kadar uzanır.
Fakat bu anlaşmazlıklar en az sınırlar kadar sunidir. Bu savaşlar oligarşiler arasındaki egemenlik mücadelelerinin yahut da iç iktidar çatışmalarının bir yansımasıdır. Eski sömürgeci güç olan Britanya'nın yaptığı şey bu çelişmelerden faydalanmaktır.
ABD'nin bölgeye müdahaleleri ise her ne kadar 1823 tarihli "Monroe Doktrini'ne dayandırılsa da aslında bundan çok sonra 1901'de "Big Stick"le başlar. Tüm istila ve işgal hareketleri, ABD Başkanı Theodore Roosevelt'in Cumhuriyetçi Parti komitesine yazdığı mektup sonrasına denk gelir.
Orada Roosevelt, ABD'nin yeni bir emperyalist güç olarak doğuşunu şu sözlerle müjdelemektedir:
Yumuşak konuş ve büyük bir sopa taşı, böylece uzağa gidersin.
İlk askeri eylem, 1902'de borçları ödemeyi reddeden Venezuela'ya karşı gerçekleşir. Onu Honduras, Nikaragua, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti izler.
Ve Panama Kanalı projesi için Kolombiya'dan toprak koparır.
Ancak ABD'nin yüzyılın başından itibaren gerçekleştirdiği emperyalist eylemlerin hiçbiri, 19'uncu yüzyıl başında Latin Amerika'nın devletlere ve milletlere bölünmesine benzer bir süreci doğurmamıştır.
İkincisi ve daha önemlisi Latin Amerika olarak tarif ettiğimiz yer; birbirinden farklı coğrafyalarda ayrı kökenlerden gelen binlerce dil ve kültürü barındırır. Bu olağanüstü zengin insan ve doğa malzemesi İspanyol kazanında 3 asır piştikten sonra bile bir homojenliğe erişememiştir.
Sonuç olarak Latin Amerika, tarihsel olarak doğuşundan bugüne, hep parçalı ve bölünmüş bir yapıdaydı.
Eski sömürgeci politikaların, emperyalist müdahalelerin ya da çağdaş finansal bağımlılığın Latin Amerika'nın geri kalmışlığındaki rolü tartışmasızdır.
Ama bu bağımlılık ilişkisinin balkanlaşmaktan kaynaklandığını iddia etmek zor.
Kuşkusuz hepsi eyaletlerden ve Meksika, Brezilya gibi birleşik devletlerden oluşan bu parçalı yapının getirdiği sayısız dezavantaj var. Latin Amerika'yı Çin gibi bir devlet yapısı formunda organize etmek mümkün değil.
Simon Bolivar, kıtanın yarısını fethedip "ömür boyu" başkan olma hayali kurarken, saklanmak zorunda olduğu bir çiftlikte, neredeyse yalnız biçimde hayata gözlerini kapadı.
Çok geriye gitmeye gerek yok. Latin Amerika birliğinin temeli olan ve yıllardır çalışan MERCOSUR, ALBA, UNASUR'un bugün esamisi okunmuyor.
Oysa aynı Latin Amerikalılar, 2005 Kasımında Mar del Plata'daki "IV. Amerikalılar Zirvesi"nde oğul Bush'un serbest ticaret anlaşması teklifini ellerinin tersiyle itip ALBA, MERCOSUR bayrağını göndere çekmişlerdi.
Sonra ilk hükümet değişikliğinde bu entegrasyoncu politikalar çöpe atıldı. Üstelik bunu ilk yapan ülke de MERCOSUR'un kurucusu Arjantin oldu. Onu Bolsonaro'nun Brezilya'sı izledi. Şimdi de Lacalle Pou'nun Uruguay'ı, kıta dışından ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları imzalıyor.
Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının üzerinden 2 asırdan uzun süre geçtikten sonra bile, kıtasal entegrasyoncu politikanın bir türlü ulusallaştırılamamasının nedenini dış müdahaleye ya da oligarşinin çıkarını dışarıyla bütünleştirmesine bağlamak meseleyi açıklamaya yetmiyor.
Entegrasyoncu siyasetlerin, hükümetlerin hiç mi hatası yok?
Örneğin, sırf deniz çıkışı olmadığı için bile entegrasyona en fazla ihtiyacı olan Bolivya'da 15 yıldır Bolivarcı İttifak ALBA üyesi bir yönetim var.
Öyleyse 2019 Kasımında, Evo Morales'in istifası ve ülkeyi terk etmesine yol açan süreç nasıl gelişti?
Morales'in iki defa anayasaya aykırı biçimde, üstelik referandumda halk tarafından reddedilmiş olmasına rağmen tekrar başkanlığa aday olmasını hangi bütünleşme mantığına dayandıracağız?
On yıl içinde üç kez halk tarafından onaylanmış bir anayasaya kendisini dayatan bir liderin, herhangi bir politikayı ulusallaştırma ihtimali olabilir mi?
Neyse ki, Morales' in ülkeyi terk etmesiyle halk hareketi yeniden birleşti ve bu hareket, darbeci sağı iktidardan düşürüp yeniden Sosyalizme Doğru Hareket Partisi "MAS"ı iktidar yaptı.
Yaptı ama yerlici ve Latin Amerikacı, sosyalist bir partinin 15 yıldır yönettiği Bolivya'da bugün çalışanların sadece yüzde 18'i sigorta ve emeklilik güvencesi altında.
Dahası Bolivya başta olmak üzere kıtasal entegrasyoncu ve ilerlemeci hükümetlerin ekstraktivizm ve tarım ihracı dışında uyguladığı bir ekonomik model yok. Doğal kaynakların yağmalanmasına, işgücünün aşırı sömürülmesine ve dışa bağımlı hammadde ihracına dayalı olan bu modelin "ilerici" olduğunu iddia etmek mümkün değil.
Bu yüzden hammadde fiyatlarının düşüşüne paralel biçimde, kıtadaki sol hükümetler zayıfladı. Venezuela'daki kriz, ambargodan çok önce petrol fiyatlarındaki trajik düşüşle başladı. Brezilya'da İşçi Partisi'nin 2016'da iktidardan indirilmesinin bu ülkedeki resesyonla doğrudan ilgisi vardı.
Sadece şu geride bıraktığımız yıl Latin Amerika'da olan bitene baktığımızda, ülkelerin her birinin iç çelişme ve çatışmalarının dış etkilerden çok daha belirleyici hal aldığını görüyoruz.
Latin Amerika'da emperyalist müdahalenin her biçimine maruz kalmış Haiti'yi ele alalım.
Haiti Başkanlık koltuğunu işgal eden Jovenel Moïse, 7 Haziranda Kolombiyalı paralı askerler tarafından evinde öldürüldü.
Jovenel Moïse, 11 milyon nüfuslu ülkede 600 bin oyla başkan seçildiği 2016'dan bu yana iktidardaydı. 2020 Şubatında da resmen görev süresi sona ermişti. Ama O, seçimler yapılamadığı bahanesiyle ülkeyi kararnamelerle yönetmeye devam etti.
Öldürülmeden bir hafta önce de Claude Joseph'i başbakan olarak atamıştı. Fakat anayasaya göre bu atamayı onaylaması gereken meclis de ortada yoktu. Görev süresi dolduğu için milletvekilliği düşmüştü. Yani ülkede başkan, başbakan anayasaya göre yetkisizdi.
Bu koşullarda seçime tekrar girebilmek için anayasa değişikliği hazırlıklarına başlamıştı.
Bu yüzden, bir sabah kalktığımızda - Haiti'nin başındaki adamı öldürdüler- haberine hiçbirimiz şaşırmadık.
Yıllardır işgal altındaki bu ülke açlık, sefalet ve hastalıklarla kırılıyor. Bu şartlarda bile halen yerel egemenler çıkar kavgasına girip devlet başkanına suikast yapabiliyor.
Başkan, başbakan, meclis, senato hepsi kağıt üzerinde. Doğru düzgün seçim bile yapılamıyor. Haiti'de gücünü sokaktan alan tek örgütlenme ise yüz binlerin yaşadığı mahallelere egemen olan silahlı çeteler.
Bugün yaşananlar, Latin Amerika'da bağımsızlığını ilk kazanan ülke olan Haiti'nin 2 asırlık tarihinin özeti.
Diyelim ki Haiti Antiller'de talihsiz bir ülke.
Geniş ve zengin topraklara, üretim ve pazar için yeterli nüfusa sahip Kolombiya, Brezilya ve Meksika'da da yerel şefler, karteller ve paramiliterler egemen.
Bu nedenle Kolombiya'da FARC ile "Barış Anlaşması" oldukça sınırlı bir etki yaptı. FARC siyasallaştı derken ormanda 3 binden fazla gerillaya sahip paralel bir FARC ortaya çıktı. Paramiliterler pasifize edildi derken "Körfez Karteli" Kolombiya'da hakimiyet kurdu.
Mayıs ayında patlak veren ve 10 milyon Kolombiyalı'yı sokağa döken isyanda, hiçbir siyasi parti ya da akım yoktu. Çünkü halk hükümete, partilere, kiliseye, orduya veya gerillaya güvenmiyor. Çünkü muhalifler dahil hepsi aynı sistemin parçası.
Halkın, bir elini paramiliterlere, diğerini ABD'ye kaptıran sağdan bir beklentisi yok. Ama popülist söylemlere sarılan solcu retoriğe de tahammülü kalmadı.
Temmuzda Küba'da patlak veren olaylar bunun bir göstergesi.
Küba'da bu yıl başından itibaren yeni bir ekonomik sistem deneniyor. Bunun neticesinde yıl sonu enflasyonu yüzde 700 olarak tahmin ediliyor. Adada bir gıda ve sağlık krizi yaşanıyor.
Devrimin üzerinden 60 yıl geçti ve halkın yüzde 35'inin hiçbir geliri bulunmuyor. Devletin yaptığı şey, her aileye haftada bir tavuk eti vermekten ibaret.
Bu önceki yüzyıllara ait bir yönetme ve sorumluluk mantığı.
Açıkça Küba'da yanlış ekonomik politikalar uygulayan başarısız bir hükümet var. Sosyal patlamaya yol açan politikaların mimarları ya da siyasi sorumluları hesap vermiyor, seçimle gitmiyor. Halk buna tepki gösterdiğinde "vatan haini" ve "satılmış" ilan ediliyor.
Bunun emperyalizmle ne ilgisi var?
Bu olsa olsa bürokrasiye egemen kastların etrafına toplanmış, iktidar ilişki ve imkanlarına bağımlı kesimlerin elde ettikleri ayrıcalıkları koruma refleksi olabilir.
Nikaragua'da Daniel Ortega da böyle bir iktidar yapısı yarattı. Meclisi, yargıyı, medyayı kendine bağladı ve tüm muhalefeti ezdi. Kasımdaki seçimlerden önce muhalefet liderlerini tutuklattı.
Sonra da seçimler kimse tarafından tanınmayınca yaptığına "anti emperyalist" bir kılıf giydirdi.
Nikaragua'da artık sağ yok, sol yok: Sadece Ortega ve karşıtları var.
Siyaset bunun neresinde?
Kasım ayında gerçekleşen bir başka seçim de Venezuela'daydı ama durum Nikaragua'dan çok da farklı değildi. Oysa yıllardan sonra ilk kez muhalefetin katılımıyla yerel seçimler yapıldı.
Bırakalım "muhalefete" yönelik kısıtlamaları, Bolivarcı rejime destek veren Komünist Parti'nin bile 15 adayının seçime girmesi yasaklandı. Birçok usulsüzlüğün yanı sıra Chávez'in memleketinde, Barinas'da, muhalefet adayının kazanması üzerine seçimi iptal ettiler.
Oysa Maduro muhalefetin mızıkçılık yaptığını, rejimi gayrı meşru ilan etmeye çalıştığını söylüyordu. Ama görüldü ki muhalefetin seçimlere katılmasını istemeyen kendisiydi.
Hani, entegrasyon nerede kaldı?
Kendi ulusal entegrasyonunu gerçekleştirme niyeti olmayan bir anlayış, kıtasal birliği nasıl kuracak?
Mart ayında gerçekleşen Ekvador seçimlerinde de halk, bu bilinçle kararını verdi. O yüzden halk hareketinin çok güçlü olduğu dönemde "solcu" Correa'nın partisini değil, liberal iş insanı Guillermo Lazzo'yu seçti.
Şili'de son elli yılın en isyancı halk hareketi, bu yüzden ılımlı bir lideri iktidara taşıdı.
Çünkü Boric, bir şeyleri değiştirebilmek için her kesimi ikna etmek ve değişime herkesi katmak gerektiği konusunda net.
Sosyal ve sınıfsal konsensüs oluşmadan zorlanacak değişim demokratik kurumları felç ediyor. Bu ise daima alt sınıflar aleyhine bir durum doğuruyor.
Önümüzde Uruguay örneği duruyor. Uruguay, Latin Amerika'nın gelir adaleti, eğitim ve sosyal hakları açısından en ileri ülkesi olmasını, darbe koşullarında bile kurumsal istikrarı sürdürmesine borçlu.
Bugün Şili'de bir anayasal reform sürecinin başlamış olması da sadece sosyal patlamayla açıklanamaz. Eğer öyle olsaydı, Kolombiya'da da bir şeyler değişirdi.
Şili, ekonomik verilerine baktığımızda, gelir adaleti açısından bile Latin Amerika'nın en iyi durumdaki ülkesi.
Bu gösteriyor ki kurumsal ve siyasal istikrarın sürmesi reform ve değişim için de iyi bir zemin sağlıyor.
Üzücü olan şu ki bu dönüşüm, temelleri Pinochet tarafından atılan bir rejim altında başarılırken, "devrimci" ve Latin Amerikacı yönetimler altında gerçekleştirilemiyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish