Safevîlik; başlangıçtaki Safevî tarikatı sonrası Safevî Devleti olacak olan bu oluşum adını Erdebil’de bulunan Safevîye tarikatının kurucusu Şeyh Safiyyüddin’den alır. Şeyh’in etnik kökeni hakkında söylenenlerin çoğu rivayet olarak kalmıştır. Özellikle Safevîliğin tarikattan devlete geçişi sırasında yazılan eserlerde Şeyh Safiyyüddin’in Hz. Ali soyuna dayandırılma gayretleri görülür. Bununla birlikte Osmanlı ve İran kaynaklarından büyük bir gayretle dönemin tarihini çalışan Tufan Gündüz “Son Kızılbaş Şah İsmail (İstanbul 2018 – 8. Baskı)” adlı kapsamlı çalışmasında, bazı İranlı yazarların onu İran’ın yerli ahalisi olduğunu ispatlama gayesinde olduklarını, öte yandan bazı yazarların onun Kürt olduğu hakkındaki rivayetlerinin etkisi altında kalan Faruk Sümer’in de bu bilgiyi benimsediğini söyler. Bununla birlikte Şeyhin Türk soyundan geldiğine dair de birçok rivayet vardır. Özellikle Safevî Devleti’nin kuruluşundan sonra kaleme alınmış eserlerde Şeyh Safiyyüddin mitolojik, efsanevî ve menkıbevî bir kişiliğe büründürülmüştür. Doğumuyla başlayan kerametleri menkıbe geleneğinin birçok öğesiyle süslene gelmiştir.
Etnik kökeni hakkındaki birçok karışıklığa rağmen Şeyh Safiyyüddin’in mezhebi kökeni bu kadar karışık değildir.
Tufan Gündüz, Şeyh Safiyyüddin’in Şafii mezhebine mensup olduğunu, birçok mürşid arayışından sonra Gilan’da Şeyh Zahid-i Gilani’ye (Safevîler maddesinde, bu isim Geylani diye geçer) intisap ettiğini belirtir. Şeyh Safiyyüddin başlangıçta adı geçen şeyhin tarikatına bağlı iken şeyhin vefatından sonra posta kendisi geçince tarikat Safevîyye diye anılmaya başlanmıştır. Safevîliğin yaygın olarak Erbil’de bulunmasından dolayı Osmanlı kaynaklarında bunlara Erdebiliyye ya da Erdebil sufileri denilmiştir.
Buna bağlı olarak Şeyh Safiyüddin; Şeyh Safiyüddin Erdebilî diye de anılır. Şeyh Safiyüddin’in tamamen sunnî bir karaktere sahip olan tarikatı daha sağlığında geniş bir yayılım alanı bulur. Reşat Öngören’in belirttiğine göre (Reşat Öngören “Safevîyye” DİA XXXV/460) Şeyh Zahid’in vefatından sonra Halvetiyye ve Safevîyye diye iki kola ayrılan hareketin lideri Şeyh Safiyyüddin irşad çalışmalarından dolayı devrin devlet adamlarının birçoğunun saygısını kazanmıştır. Bu sayede tarikat Erdebil’den Lübnan’a, (bazı kaynaklara göre) Seylan’a kadar yayılma imkanı bulur. Şeyhin irşadında henüz hiçbir Şiî öğeye rastlamak mümkün değildir. Hatta şeyhin şöyle dediği rivayet edilir:
Biz sahabenin mezhebindeniz, her dördünü de severiz ve her dördü için de dua okuruz. (Tufan Gündüz, a.g.e, s.17)
Şeyh Safiyyüddin 1334’te vefat edince yerine oğlu Sadreddin geçer. Sadreddin Azerbaycan Hakimi Melik Eşref Çobanî tarafından tehlikeli görülüp, Tebriz’de üç ay hapse atılırsa da bu durum uzun sürmez. Şeyh Serbest kalınca Gilan’a döner ve burada Altın Ordu Devleti’nin himayesine girer. Bir müddet sonra Erdebil Valisi’nin emriyle Safevîyye tarikatının mal varlığı ve yapılan bağışlar vergiden muaf hale getirilir.
Şeyh Sadreddin’le ilgili kaynaklarda Emir, Timur ve oğlu Şahruh’un şeyhe derin bir saygı duyduğu söylenmektedir.
Şeyh bu ortamda Gürcistan ve Horasan’a da halifeler göndererek tarikatın etki alanını daha da geliştirir.
Şeyh Sadreddin’in ölümünden sonra (1392) tarikatın başına oğlu Hace Ali geçer. Kaynaklarda Timur’un Ankara Savaşı dönüşünde Erdebil’e uğrayıp Şeyhe hürmet ettiği 30 bin Türkmen’i ona teslim ettiği Edebil ve köyleri şeyhe hediye ettiği söylense de bazı araştırmacılar bu görüşü doğru bulmamaktadır.
Hace Ali’nin hac maksadıyla büyük bir toplulukla yola çıkıp geçtiği ve dönerken uğradığı menzillerdeki sohbetlerinden etkilenen bir çok alim fakihin ona bağlanmasını sağlar. Bazı kaynaklar Anadolu’da yaygın Bayramiyye Celvetiyye gibi anlayış ve tarikatların kaynağını da Safevîyye tarikatına bağlarlar.
Hace Ali’nin vefatından sonra (1429) yerine şeyh-şah diye anılan oğlu İbrahim geçer. İbrahim zamanında henüz Safevîlik şeyhlikten şahlığa sıçrama yapmak isteyen bir karakter göstermez. İbrahim’in 1447’de ölümüyle birlikte posta oturan Şeyh Cüneyd tarikattan devlete niyetlenen ilk şeyh olarak bilinir. Safevîlik bir irşad faaliyeti boyutunu aşarak siyasî bir nitelik kazanmaya başlar. Şeyh Cüneyd’in siyasî emeller taşıyor olmasından dolayı amcası Cafer’le arası açılır. Amcası onu Karakoyunlu Sultan Cihanşah’a şikayet eder. Cihanşah zaten Cüneyd’in müritlerin çokluğundan ve faaliyetlerinden kendisine zarar geleceğini düşündüğünden onu Erdebil’den çıkmaya zorlar. Çünkü şeyh şah olma hevesine kapılmıştır. Cihanşah’ın baskılarına dayanamayan Şeyh Cüneyd, Erdebil’i terk ederek Anadolu’ya gelerek Sultan II. Murad’a başvurarak kendisine Kurt Beli bölgesinin verilmesini, burada irşada devam etmek istediğini bildirir.
Fakat Osmanlı devlet adamları Şeyh Cüneyd’i muteber görmezler. Osmanlı kaynakları onun Konya’da Sadreddin Konevî dergâhında misafir kaldığını burada imamet-hilafet tartışmalarına girip Şiîlerin Ehl-i Beyt’e dayandırdıkları imameti yücelttiğini belirtirler. Şeyh Konya’da kalmaz Türkmenlerin yoğun yaşadığı Halep’e geçer. Burada onun hareketine bazı Bedreddini (Şeyh Bedreddin mensupları) toplulukları katılır. Şeyh Cüneyd artık irşadında tam bir Şiî gibi konuşmaktadır. Bu durum bölgedeki Sünnîleri rahatsız eder. Onlar, Şeyhi Memlûk hükümdarlarına şikayet ederler. Cüneyd buradan zorlukla kaçıp Canik’e geçer. Canik’te Çepni Türkmenlerinin büyük bir kısmını etkiler ve kendisine bağlar.
Şeyh Cüneyd Canik’teyken ilk defa metot değiştirerek, gaza (savaş) faaliyetlerine başlar. Trabzon Rumlarına saldırır. Fakat henüz bir ülke kuracak askeri güce sahip değildir. Trabzon’dayken Osmanlıların baskısından korkarak Akkoyunlu ülkesine sığınır. Diyarbakır’da bir müddet kalır. Diyarbakır’da iken Akkoyunlu Devleti’ni oluşturan Türkmen aşiretlerini etkilediğini görürüz. Bir müddet sonra Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, Şeyhi kız kardeşi Hatice Begüm’le evlendirir. Bu evlilik şeyhe itibar ve ün kazandırır.
Kendisi Sünnî bir hükümdar olan Uzun Hasan’ın, Şeyhin Şiîlik eğilimlerinden habersiz olması mümkün görünmemektedir. Tufan Gündüz, adını zikrettiğimiz eserinde Uzun Hasan’ın bu evlilik ve akrabalık yoluyla, rakibi olan Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah’a karşı şeyhin müritlerinden faydalanmak düşüncesinde olduğu kanaatindedir.
Şeyh Diyarbakır’dan Erdebil’e yeniden döner. Burada şeyh şah olma hevesini daha da ileri götürerek henüz Müslümanlığı seçmemiş Çerkesler üzerine saldırılar düzenlemeye başlar. Şirvanşah Halil Şeyh’in Şahlık hevesini sezmiş onu şeyhliği bırakıp şahlığa heves etmemesi için uyarmış, şeyh bu uyarıları dikkate almayınca da şeyhin üzerine yürür. Şeyh savaşta ölür (1460). Yerine oğlu Haydar getirilir.
Haydar babası Şeyh Cüneyd’den sadece şeyhliği değil, savaşmaya hazır ateşli bir mürit ordusu da devralır. Bu da ona Akkoyunlu ülkesinde önemli bir itibar kazandırır. Şeyh Haydar’ın dayısı Uzun Hasan, Karakoyunlu Devleti’ne son verince, yeğeni Haydar’ı Erdebil’e yerleştirir. Haydar müritlerine on iki dilimli, üzerine beyaz tülbent bağlanan kırmızı bir tac (tâc-ı haydar) giymelerini emreder. Bu taç ilk zamanlarda Osmanlılar arasında alay edilen bir başlık gibi görülerek “kızılbaş” diye adlandırılır. Daha sonra Türkmen Alevileri genellikle bu adla anılır hale gelir. Yalnız bu adlandırmanın Türkmen Alevilerince de zamanla benimsediği de söylenebilir. Nitekim Alevi Bektaşî şiîrinin önemli şahsiyetlerinden olan Harabî Baba’nın bu kimliği iftiharla kabul ettiğini görürüz. Şöyle der;
Bâb-ı Haydar’dan başka bâba
Ben de etmem iltica
Ey Harabi ben kızılbaş
Olduğumu âlem bilir.
(Harabi Divan)
Haydar, dayısı Uzun Hasan’ın kızıyla evlenince Akkoyunlu Devleti’nde önemli bir itibar daha kazanır. Haydar devletleşme yolunda babasının kaldığı yerden faaliyetlerine devam eder. Dayısının ölümünden sonra Haydar, Şirvanşahlar ve Akkoyunlularla mücadeleye girişir. Şirvanşah ve Akkoyunluların birleşik ordusuyla giriştiği savaşta (1488) savaşta öldürülür. Yerine önce oğlu Ali, onun ölümünden sonra da İsmail geçti. İsmail’in posta değil de tahta geçmesiyle birlikte şeyhlik şahlığa, tarikat devlete tamamen dönüşmüş olur. Bu sürecin anlaşılması için Şah İsmail’in hayatına biraz bakmak gerekir.
Şah İsmail
1484’de Erdebil’de doğar. Babası Safevî Şeyhi Haydar, annesi Uzun Hasan’ın kızı Alemşah Halime Begüm’dür. Ebül-Muzaffer Bahadır El-Hüseyni diye anılır. Çocukluk yılları sıkıntılar içinde geçer. Babası Şirvanşahlarla girdiği mücadelede Akkoyunlularca öldürülür. Annesi ve iki kardeşiyle birlikte İstihar kalesine hapsedilir. Burada 4 yıl kalır. Akkoyunlu Hükümdarı Yakup’un ölümünden sonra yerine geçen Rüstem Bey Safevîlerin gücüne ihtiyaç duyduğu için İsmail’i ve kardeşlerini Tebriz’e getirtti. Fakat rakibi Beysungur’u bertaraf edince Safevî tarikatının başına geçmiş olan Sultan Ali’yi öldürttü (1494).
Safevîler bunun üzerine daha çok küçük bir çocuk olmasına rağmen İsmail’i kaçırıp başlarına şeyh olması için Erdebil’e götürürler. Şah İsmail sürekli Akkoyunlu takibinden kurtulmak için Reşt’e, Lahicun’a kaçırılır. Lahicun’da bölgenin ileri gelen Mollalarından Lahici’nin yanında Arapça Kur’an tefsir ve on iki imam Şia usulünü Kızılbaş reislerinden savaş taktiklerini öğrenir. Bu arada Anadolu’da yaşayan Kızılbaş Türkmenler grup grup gelip İsmail’i ziyaret etmektedir.
1498’de Akkoyunlu Rüstem Bey ölünce İran’da yeniden siyasî kargaşalar meydana gelir. Akkoyunlu ülkesi Murad Bey’le Elvend Bey arasında paylaşılır. Valiler, aşiretler bağımsız davranmaya başlarlar. Her tarafta kargaşa ve isyanlar baş gösterir. Bu çalkantılı ortamda Kızılbaş reisleri İsmail’in ortaya çıkışının zamanın geldiğine karar verirler. İsmail böylece Lahican’dan ayrılıp Erdebil’e döner. Burada irşada başlar müritleriyle ilgilenir. Buradaki yöneticiler, onun faaliyetlerinden rahatsız olamaya başlayınca İsmail Erdebil’den ayrılıp Karabağa gider.
Burada Akkoyunlularla yeniden çatışmaya girmemek için Erzincan’a geçer (1500). Amacının Anadolu’daki müritlerini toplamak olduğu düşünülen bu yolculuk amacına ulaşmış olmalı ki Anadolu Türkmen Kızılbaşlar etrafını alırlar. Avşar, Çepni, Şamlu, Dulkadirli, Tekeli, Rumlu, Kaçar, Varsak vb. aşiretlerden katılımlarla Şah İsmail’in gücüne güç katılmış olur. II. Bayezid’in İsmail ve müritlerinin Anadolu’ya girmesini engellemek için tedbirlere baş vermesi sonucunda İsmail Erzincan’dan ayrılıp orduyla birlikte yönünü siyasî çalkantılar yaşayan Akkoyunlu ülkesine çevirir.
1502’de Akkoyunlu ordusunu Nahçıvan yakınlarındaki Şercer’de ağır bir hezimete uğratıp Tebriz’e girer. Şeyh İsmail artık, Şah İsmail adıyla tarikattan devlete evrilmiş olan Safevî tahtına oturmuştur. Şah, Tebriz’de Akkoyunlu ailesine mensup olanlar ve Sünnî kalmakta direnenlere katliam uygular. On iki imam adına hutbe okutup camilerde Şiî ezanı okutmaya başlar. Adına para bastırır. O dönemde İran henüz tamamıyla Şiî değildi. Zaten başlangıçta Şah İsmail İran’daki diğer Şiî hükümetler tarafından desteklenmemişti. Şah İsmail önce diğer Şiî gruplarını hakimiyeti altına alırken diğer taraftan Şiîleştirme faaliyetlerine devam eder. Kısa bir süre sonra İran’daki bütün yerel güçler Şah İsmail’e gelip biat ederler.
İsmail İsfahan ve Yezd bölgesinde çıkan isyanları bastırdıktan sonra, hakimiyetini Diyarbekir’e doğru genişletmeye çalışan Dulkadir oğlu Alaüddevle Bey’in üzerine yürümeye karar verir. Bunun için Osmanlı Topraklarına girer. Alaüddevle’nin onunla savaşmaktan kaçınması üzerine Kayseri üzerinden Maraş ve Elbistan’a girer. (1507) Bunun üzerine Maraş ve Elbistan’ı tahrip ederek. Bağdat üzerine yürür (1508). Bağdat’ı aldıktan sonra Kerbela ve Necef’e de giren Şah İsmail oralarda on iki imama ait türbeleri tamir ettirir. Devamında Luristan ve Şirvan’ı da hakimiyeti altına alır.
Şah İsmail’in İran’dan uzaklaşmasını fırsat bilen Özbek Sultanı Şeybek (Şeybânî) Kızılbaşları tahkir edip, Şah İsmail’in Şiîleştirme politikalarını sebep göstererek Safevîler üzerine yürür. Yapılan savaşta Şeybani Han ağır bir hezimete uğrar ve savaş meydanında ölür. Böylece Herat’a kadar bütün toraklar Safevî hakimiyetine girmiş olur.
Artık Şah; yönünü yüzünü Anadolu’ya çevirmiştir. Şah, Maraş ve Elbistan üzerine yürüdüğünde Sultan II. Beyazid’e mektup yazıp amacının Osmanlı topraklarını zapt etmek olmadığını ve II. Beyazid’e derin saygısı olduğunu belirtmesinden olmalı ki Osmanlı Devleti, Şah İsmail’in ordusuna katılmak isteyen Kızılbaş Türkmenlerin kitlesel göçünü engellemeye çalışmaktan öte bir tedbire başvurmamıştır.
Türkmen göçünün engellenmesi Şah İsmail’i ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Bu yüzden kendisine karşı gelenlerin akıbetini gösterip, adeta II. Beyazid’e meydan okumak için savaş meydanında ölen düşmanı Özbek Hanı Şeybani’nin kesik başını Sultan II. Beyazid’e yollar. Devlet adamlarının bir kısmının sert bir karşılık verilmesi gerektiği şeklindeki görüşlerine rağmen II. Beyazid sessizliğini bozmaz.
Şah İsmail’in Anadolu Türkmen Alevileri üzerindeki yoğun etkisi ile Şahkulu isyanı çıkar. Bu isyan Osmanlı askerlerince bastırılır (1511). Hatta Kızılbaş dervişlerden Nur Ali, Doğu ve Güneydoğu’dan topladığı Kızılbaş müritlerle Tokat’a yürür. Üzerine gelen Osmanlı ordusunu bozarak Tokat’ı ele geçirir. Şah İsmail adına sikke bastırır. Bu olaylarda II. Beyazid’in torunu Şehzade Murad da Kızılbaş tacı giyerek Şah İsmail’in taraftarlarına katılır.
II. Beyazid’in yerine geçen oğlu Yavuz Sultan Selim, devleti toplamak ve Anadolu’nun Safevîlerle olan ilişkilerini sona erdirmek gayesi ile savaş hazırlıklarına başlar. Şah İsmail birçok orduya karşı kazanmış olduğu başarıların etkisiyle Sultan Selim’e hakaret dolu bir mektup gönderir.
Savaşın dini sebepleri olmakla birlikte asıl sebep Şahın henüz ele geçirdiği Akkoyunlu ülkesinde hakimiyeti tam sağlamamış olması, Osmanlı’nın ise doğu sınırlarının güvenliğini tehlikede görüyor olmasıdır.
Nihayetinde Osmanlı Ordusu İran’a doğru yürüyüşe geçmeye başlar. Fakat Şah ortalıkta görünmemektedir. Sultan Selim de Şah’a hakaretlerle dolu mektuplar yazıp onu savaşa zorlamaktadır. Nihayet savaş kaçınılmaz olduğunda Şah; Kızılbaş reislerle istişare edip, bugün Van sınırları içerisinde bulunan Çaldıran Ovası’nda bulunan Sultan Selim’in ordusuyla çarpışmak üzere harekete geçer (23 Ağustos 1514).
Savaşta Şah ağır bir yenilgiye uğrar. Birçok komutanını kaybeder. Bu savaşta Safevîler Diyarbekir, Kemah gibi şehirleri kaybederler. Şah’ın bu savaşta esir düştüğü rivayet edilir. Şah Çaldıran Savaşı’ndan sonra yenilmezlik unvanını yitirdiğinden kendi ülkesinde birçok ayaklanma ve iç savaşla uğraşmak zorunda kalır. Ömrünün son yıllarında devlet idaresini adamalarına bırakıp kendisi av ve eğlenceye veren Şah, 23 Mayıs 1524’te Tebriz’de vefat eder. (TDE İslam Ansk. Tufan Gündüz)
İran’ın Şiîleştirilmesi ve Şah İsmail
Safevîliğin başlangıçta Sünnî bir tarikat iken Şiî bir karaktere nasıl büründüğüne dair çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bazı araştırmacılar Safevîyye tarikatının Hace Ali zamanın da Şiîleştiğini söylüyorsa da Reşat Öngören bunu doğru bulmaz (Reşat Öngören “Safevviye” DİA XXXV/641). Ona göre W. Hinz gibi yazarların Hace Ali’nin Anadolu’ya halife gönderip Şiîliği yaymaya çalıştığı şeklindeki görüşleri yanlıştır. Çünkü Timur’un oğlu Sultan Şahruh, Sünnî olduğu gibi, Hace Ali’ye destek olmuşlardır.
Hace Ali’ye hac yolunda intisap eden Hanefi fakihi bir alimin varlığı, Hace Ali’nin Anadolu’daki halifesi ümmi Kemal’in de şiirlerinde Sünnî anlayıştan hiç uzaklaşmamış olmasının bu görüşlerin yanlış olduğunun göstergesi olduğunu belirtir. Üstelik Osmanlı Sultanları da Şeyh Cüneyd’in Erdebil’den çıkışına kadar Safeviî dergahına para yardımında bulunmuşlardır.
O halde, Şiîlik eğilimi Anadolu Alevilerinin gücünden büyük bir oranda faydalanmayı amaç edinen Şeyh Cüneyd ile başlamıştır denilebilir. Fakat Anadolu Alevilerin “ortak bazı temeller haricinde” İmamiye Şiası ile çok da benzerlik gösterdiği söylenemez. Zaten Anadolu Alevilerinin Şeyh Cüneyd ve Şah İsmail’e olan yakınlıkları Şiî özelliklerden ziyade geleneksel Anadolu Aleviliğini çağrıştırmaktadır. Zaten Şeyh Cüneyd’in de Anadolu Türkmen Alevileri arasındaki faaliyetlerinde Şiîden çok Anadolu Alevisi (Kızılbaş) bir söylem tutturduğu söylenebilir.
Seyyid Hüseyin Nasr ve benzeri birkaç araştırmacı, Safevî Şiasının başlangıçta tasavvufun batiniî yorumlarıyla oluştuğunu dile getirmektedirler. Şah İsmail’in ortaya çıkışı ile bir değil iki büyük değişim görülür. İlki Kızılbaşlılığın Şiîliğe evrilmesi; ikincisi ise İran’ın devlet eliyle Şiîleştirilmesi...
Şah İsmail’in öncesinde babası Haydar zamanında Kızılbaş Alevilerin on iki imam Şiası gibi ibadet ettiklerine ya da bu mezhebin fıkhına bağlı olduklarına dair kaynaklarda bilgi yoktur. Şah İsmail tahta geçip Şiîliği resmi mezhep olarak benimseyip ilan edince Kızılbaşlığın da İran özelinde Şiîliğe dönüştüğünü söylemek mümkündür.
Hocamız Tayfun Gündüz’ün kitabına “Son Kızılbaş Şah İsmail” adını vermesi de bu vurguya yönelik olmalıdır. Yukarıda söylediğimiz gibi Anadolu Aleviliği Ehl-i Beyt, on iki imam gibi ortak temaların yanında İran Şiasından değişik karakterler taşır. Kendine özgü yönleri Şiîlikle ortak taraflarından çok fazladır.
Kızılbaşlık Şiîliğe evrilince özellikle İran Türkmen Aleviliği olan ve Anadolu Alevilerince de benimsenen Kızılbaşlık Arap Şia anlayışının baskısı altında kalmaya başlar. İran Kızılbaşlığı büyük bir oranda Şiileştiyse de Anadolu Aleviliği için bu durum geçerli değildir. Anadolu Aleviliği, kendisine özgü özellikleri hep koruya gelir.
Şah İsmail Şiîliği resmî mezhep olarak ilan edince bu mezhebin fıkhını iyi bilen din adamlarına ihtiyaç duyulur. İran’da yeterince Şiî din alimi bulunmamaktadır. Çünkü Safevî devletinin ilk yıllarında İran ahalisinin büyük bir bölümü Sünnî idi. Şah İsmail Sünnîliğin hakimiyetini iki yoldan ortadan kaldırır: Birincisi sert önlemlerle Sünnîliği yasaklar; ikincisi Lübnan ve Bahreyn’den Şiî ulamanın İran’a davet edilerek Şiîliğin medreselerde öğretilmesini sağlar.
Şah İsmail 1501’de ordusuyla Tebriz’i ziyaret ettikten sonra, adamlarıyla önemli müzakerelerde bulunur. Mezhep konumunu müzakere eder.
Emirleri nüfusu 300 bine ulaşan Tebriz ahalisinin üçte birinin Sünnî olduğunu ve aralarında “Biz Şiî padişah istemiyoruz” diye konuştuklarını söylerler. Ahalinin Şiîliğin ilanına karşı çıkabileceği uyarısında bulunurlar. Fakat Şah İsmail kararını vermiştir. Şiîlik resmi mezhep olacak, direnenler ortadan kaldırılacaktır, öyle de olur. Ertesi gün Şah’ın askerleri pür silah Cuma Cami’inde halkın arasına karışırlar. Şah İsmail elinde kılıçla minberin yanında durur.
Mevlânâ Ahmed-i Erdebili minbere çıkıp on iki imam adına hutbe okudu. Kaynaklara göre camidekilerin yarısı bundan memnuniyet duydular. Geri kalanlar rahatsız olup kıpırdanmaya çalışırken Kızılbaşlar hemen kılıçlarını çekip onları susturdular. Ezan’a “eşhedü enne Aliyye Veliyullah ve Hayyi alâ hayr’ül-amel Muhammed ve Ali hayr’ül-beşer” sözleri ilave edildi. Hutbeden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman Emeviler ve Abbasilere lanet okundu. Bundan sonra her yerde ilk üç halifeye lanet okunması, okumayanların katledilmesi, Sünnîler gibi namaz kılanların başların kesilmesi, Şah’ın zuhurundan önce Safevîlerin ve Şiîlere sevgi duyanlara zulmeden Sünnîlerin intikam ateşinde yakılmaları emredildi. Bundan sonra Azerbeycan’da pek çok kişi öldürüldü. (Tufan Gündüz “Son Kızılbaş Şah İsmail, İst. 2018, s.68-69)
Şiîlik böylece devletçe herkesin tabi olmak zorunda olduğu bir mezhep haline getirilince, bunun eğitim ve kültür yoluyla yaygınlaştırmasına sıra gelecektir. Şah, daha önce de söylediğimiz gibi, on iki imam Şiası anlayışını bilen din adamlarının halka mezhebi bilgileri vermeleri için Lübnan ve Bahreyn’den Şiî imamları İran’a davet eder.
Bu yönüyle de Şiîlik İran’a has bazı milli öğeleri içerse de İran Şiasının temelini oluşturan anlayışın Bahreyn ve Lübnan kaynaklı olduğunu söylemek abartılı olmaz kanaatindeyiz. Bahsedilen ülkelerden gelen Şia ulamasının İran’a yerleşmesi ilk Şiî metinlerin Arapça yazılmasına ya da Arapçadan Farsçaya tercümelerin başlamasına zemin hazırlamıştır. Aynı dönemde bazı tarikatlar da Şiîliğin yayılmasına yardım etmiş, hem medrese hem de tekkelerden Sünnî akideye karşı yazılan reddiyelerde artış görülmüştür.
Sonuç olarak; burada anlattıklarımız herhangi bir inancın ve mezhebin eleştirisi değildir. Zaten bir şeyin hikayesi bizzat kendisi de olamaz. Biz burada siyasî olayların dini hareketleri, dini hareketlerin siyasî hareketleri nasıl etkilediğini tespite çalışmaktan başka bir amaç taşımıyoruz. Bir bilgenin değişiyle “Hiçbir teori kendisi adına kıyılmış cinayetten sorumlu tutulamaz”. Şah İsmail’i Sünnîlere zulmettiren inancı değil belki fanatizmiydi. Keza, İdris-i Bitlisi’nin Selimşahnamesi’nde Çaldıran Seferine gidilirken Sultan Selim’in emriyle öldürüldüğünü söylediği Alevilerin katline neden olan da Sultan Selim’in inancı değil, siyasî anlayışıydı.
Bizim işimiz yargılamak değil tespittir diyor ve “Dünyanın bütün hazineleri bir insanın kanını dökmeğe değmez” diyoruz.
Ariflere, ululara selam olsun diyerek bahsi bitiriyoruz.
© The Independentturkish