Sayın Seyfi Oktay'ın laiklik, hukuk ve kanunların ruhu konusunda farklı görüşleri var. Örneğin hukuk hakkında şu tanımı yapıyor:
İlkokuldan beri en çok sevdiğim ders matematikti. Matematiğin bana hukukta da çok yararı oldu, çünkü mantık yürütmeden hukuk olmaz. Hukuk bir muhakeme işidir. Günümüzde bazı okullarda 1. sınıfta matematiği seçmeli ders yaptılar. Bu, doğru bir yaklaşım değildir.
Hukuk, bir mantıktır. Eğer siz hukukun temel ilkelerini içselleştirmişseniz, olayları çözebilmek için mantığı, matematiği kullanmanız lazım. Muhakeme etmek zorundasınız. İyi bir muhakeme yeteneğiniz yoksa olayları hukuki açıdan çözemezsiniz. Bu yüzden her hukuk fakültesi mezununa hukukçudur demek doğru olmaz.
Hukukun kendine özgü zihniyet anlayışı, temel ilkeleri ve ana yapısı var. Bu ilkeler çerçevesinde mantık yürütebilirseniz, çözüm üretebilirseniz hukukçusunuzdur, yoksa ezbere dayalı sınıf geçebilirsiniz ama uygulama aşamasında hukuksal mantığı yürütemezsiniz. O zaman hukukçu olamadığınız gibi, toplumun başına bela bile olabilirsiniz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Hukukçu Oktay, hukuk-matematik-mantık denklemini kurmasına yardımcı olan Sokrates'in düşünce sistemine de atıfta bulunuyor:
Ortaokul yıllarında (eski Yunan düşünürü) Sokrates'i okumuştum. Sokrates, yaşamımda hep önemli bir yer tutar. Beni etkilemesinin nedeni; tümüyle akla dayalı, safsatalardan uzak, erdemli ve daha önemlisi hep umutlu olduğu için, inandığı yolda tek başına yürüyebilecek kararlılıkta biri olmasıdır…
İdamla yargılandığı davada iddiasına sahip çıkıp savunmuştur. Daha sonra öğrencisi Platon tarafından kaleme alınan savunmasında şöyle demiştir: 'Yargıçlardan affedilme yolunu seçmedim. Evet, ben bunları söyledim; sözümün ve düşüncelerimin hayatım pahasına arkasındayım.'
Sokrates hayatı boyunca bilgiyi önemseyen, kötülük olarak gördüğü cehaletle hep mücadele eden, inandığını da ödünsüz bir şekilde ortaya koyan bir düşünürdür. Kellesini verir, lakin düşüncelerinden vazgeçmez!
Aynı hukuk mantığıyla hareket eden dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz ile ilgili bir anısını da anlattı Seyfi Oktay, paylaşalım:
1970'ler, CHP ve solun yükseldiği yıllardı… Sonradan karşısında 'Milliyetçi Cephe' adını alacak olan AP, MHP ve MSP bloğu oluştu… Sol güçlendikçe, bir yandan ekonomik engeller, diğer yandan sağcıların sokak saldırıları artıyor, ülke 'sağ-sol' çatışmasına doğru taşınıyordu… Bu dönemde katledilenlerden biri de değerli hukukçu, Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz idi. Onun, ölümünden önce Kontrgerilla ile ilgili bir dava açma hazırlığı vardı. Bu hazırlıktaki maksadı şuydu:
'Şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. Amaç, demokrasi umudunu yok etmek, onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. Böylece ABD ve çokuluslu ortaklıklar, Ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözme amacını gütmektedirler. Bize göre bu sonuca ulaşmada CIA, Kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. Bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir. Bu yapı, ortaya çıkartılmalı ve dağıtılmalıdır.'
1978 Mart ayıydı. Dostum İsmail Koç ile birlikte Öz'ü ziyarete gittik. O sıralarda MHP'lilerin kontrolündeki Site Öğrenci Yurdu ile ilgili bir çalışma yapıyordu. Ziyaretimizde bize, karşılaştığı güçlüklerden ve aldığı tehditlerden söz ederek şunları söyledi:
'Tehditlere rağmen şiddeti ve silahlı örgütlenmeyi engellememiz; hukuk ve demokrasiyi, bu ülkenin temel değerlerini korumamız gerekiyor. Ben kimin sağcı, kimin solcu olduğuna bakmam. Yasaya, insan hak ve özgürlüklerine göre karar veririm. Tehditlere boyun eğersek, bu ülke Atatürk'ün bize bıraktığı Cumhuriyet olmaktan çıkar.'
Doğan Öz, bunları bize anlattıktan birkaç gün sonra, 24 Mart 1978'de Ankara'da katledildi. Onun gibi hukukçuların öldürülmesi tesadüf değildi.
Oktay buradan hareketle 12 Eylül 1980 darbesi sonrası hukuk alanındaki mücadelesine de değindi:
Her on yılda bir darbe geleneği sanki gerçek olmuştu. 12 Eylül sürecinde bütün siyasi partiler kapatıldı. Parti liderleri dâhil 1 milyon 650 binden fazla kişi gözaltına alındı. On binlercesi yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi. 50 kişi idam edildi.
12 Eylül darbesi, ülkeye çok zarar verdi. Bugüne kadar devam eden derin yaralar açtı… Günümüzde bile tümüyle değiştirilmemiş 1982 Anayasası'nda esas olarak temel hak ve hürriyetler kısıtlanmıştı.
O dönemde olduğu gibi, sonradan TBMM dâhil yaptığım onlarca konuşmada demokratik ve laik bir anayasanın nasıl olması gerektiğini bütün detaylarıyla anlattım. Rahmetli Prof. Muammer Aksoy'un başkanlığında alternatif anayasa taslağı için haftada üç gün, 1987-1991 yılları arasında yaklaşık 4 yıl çalıştık. Ortaya demokratik bir anayasa taslağı çıkardık.
Oktay'ın savunduğu demokratik anayasa anlayışının çerçevesini, ANAP iktidarının yanlış icraatlarını eleştirmek maksadıyla Halkçı Parti adına yaptığı 24 Haziran 1984 tarihli konuşmasında görmekteyiz.
Siyasal koşul, girilen bu yeni dönemde demokratikleşmeyi topluma kazandırmaktır. Demokratikleşme, hak ve özgürlüklerin işlemesiyle ilgilidir. Demokrasiyi yalnızca şeklen benimsemek, demokrasinin yozlaşmasına neden olur. Demokrasinin özüne ters düşer. Bir bakıma kapalı rejim uygulamaları, demokrasinin geleceği açısından son derece sakıncalı ve tehlikeli olabilir. Ülke sorunları kapalı sistemle değil, açık ve demokratik sistemle, kamuoyunun ve halkın demokratik katılımıyla çözümlenebilir.
Şunu ifade edelim ki geniş tabanlı bir demokratik katılım, gerçek demokrasinin göstergesi ve teminatıdır. Toplumda güçsüzler, güçlülere; namuslular, kurnaz ve düzenbazlara; mazlumlar, acımasız zorbalara karşı korunmak isteniyorsa, kişilerin temel hak ve özgürlükleri devleti yönetenlere karşı garanti altına alınmak isteniyorsa, yasalar özel kişilerin ya da yalnızca herhangi bir sınıfın yararına yapılmak istenmiyorsa, toplumu işleyen demokratik bir temele oturtmak zorundayız.
Eski Adalet Bakanı Oktay, bilhassa laiklik ve başta Fethullah Gülen örgütü olmak üzere bu kurala karşı çıkan dini oluşumlar konusunda ne kadar hassas olduğunu, 1984 yılında Meclis'te yaptığı konuşmasında şöyle dile getirmiştir:
Bugün Cumhuriyetimiz, tarihte görülmemiş boyutlarda tehlikelerle karşı karşıyadır. Laik Cumhuriyet karşıtı güçler örgütlü, disiplinli ve bilinçli bir şekilde içten ve dıştan her türlü destek alarak ülkemizde faaliyet halindeler. Bu örgütler, polisiye bir vaka yaratmamaya özen göstererek geniş bir eğitim seferberliğine girişmişlerdir. Kendi ideolojileri doğrultusunda bir insan tipi, bu yönde bir nesil yetiştirmektedirler. Bir yandan da devlet organlarında kadrolaşmaktadırlar.
İrticacı girişimler, bu halkı ikiye böler. Ülkede laik cumhuriyet aleyhtarı gelişim, sanki devlet eliyle yürütülmektedir. Atı alan, Üsküdar'ı geçmektedir. Sayıları on binler ve hatta yüz binlerle ifade edilen Kur'an veya hafız kursları, kırsal kesimin en ücra noktalarına kadar yaygınlaşmıştır. Bunlar, tarikat örgütlerinin güdümünde faaliyet göstermektedirler.
Tarikat ocakları, Ankara-İstanbul ve İzmir gibi büyük illerimizin merkezlerinde, mahallelerinde olabildiğince yoğunlaşmıştır. Bunlar, büyük il merkezlerinde dev binalar ve tesisler kurmuşlardır. Önceden Atatürk büstlerine saldırıp kırıyor ve yakalanarak hapsediliyorlardı. Şimdiyse tarikat ocaklarının girişlerinde Atatürk köşeleri düzenleyerek eğitim faaliyetlerini kamufle ederek sürdürüyorlar.
Bugün Türkiye'de eğitim birliğinden (tevhidi tedrisat) bahsetmek artık mümkün değildir…
Anayasa'nın 24. Maddesinde, 'Din ve ahlak eğitim öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi, ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır' denmektedir. Bu hüküm, laikliğe karşı olan bir iktidar yönetiminde laikliği yok edecek bir eğitime yol açacak özellik taşımaktadır. Tabii ki bu anlayış, laik eğitimden yana olmayacaktır.
Ülkede laik Cumhuriyet aleyhtarı gelişim, sanki devlet eliyle yürütülmektedir. Bu konu, köktenci çözümler beklemektedir… Biz seçim sonuçlarını değerlendirirken bu konuya hiç değinmedik. Parti olarak ya konunun önemini ve kapsamını anlayamadık. Ya da toplumun en yumuşak (hassas) noktasına dokunmaktan kaçındık. Bu gidişata karşı tek çıkar yolumuz, bir toplumsal muhalefet oluşturmaktır…
Oktay'a, 1984 yılında Meclis kürsüsünde dile getirdiği bu görüşlerinin hâlâ geçerli olup olmadığını sordum, mealen şöyle yanıtladı:
Aynı görüşteyim. Üstelik kanaatim daha da perçinlendi. Zira FETÖ denen Fethullah Gülen tarikatı unsurlarının devleti ele geçirme ve başarısız darbe girişimi deşifre edildi. Ona yönelik yargısal süreç bir yana, siyasi uzantıları hâlâ ortaya çıkarılmadı. Bilhassa emniyette ve askeri kurumlarda peşi sıra gerçekleşen operasyonlar yapılmasına rağmen kökü kazınabilmiş değil.
Daha da kötüsü, Gülencilerin yerini alan diğer tarikat oluşumları birçok bakanlıkta (İçişleri, Sağlık Bakanlıkları ve diğerlerinde) aktif faaliyet gösteriyorlar. Askeri akademilerde ders vermek için bu tür tarikat çevrelerinin kendi aralarında rekabet halinde olduklarına dair haberler medyada da yer alıyor.
Yıllar öncesinde, 30 Ekim 1985 tarihinde, Oktay bu meseleyi Meclis kürsüsüne taşıyıp görüş belirtmiştir.
Laik düşünüş, davranış olmadan demokratik bir hukuk devleti kurulamaz. Toplumsal devlet gerçekleştirilemez. Ülkemizde laik cumhuriyet yerine, İslam'a dayalı bir din devleti ve dine dayalı bir toplum yapısı oluşturma çabaları, son zamanlarda kamuoyu gündeminde ilk sırada konu edildiği gibi, yüce Meclis'in gündemini de hayli işgal etmektedir.
Hiçbir dönemde devlet arşivleri, devletin istihbarat örgütlerinin raporlarıyla bu kadar doldurulmamıştır… Hükümet, devlet ve toplum yapımıza yönelik bu tehlikeli olaylar karşısında, 'Acaba bilgisizliği nedeniyle mi tavırsız kalmaktadır' diye düşünebilir miyiz?
Oktay, aynı düzlemde "Öğrenci yurtlarının tarikat ocaklarına dönüşmesinden" bahisle, "inançların denetiminde bilimin yapılamayacağı" tespitinde bulunmuştur.
Oktay, birkaç yıl önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'yla bu meselelerle ilgili olarak iki defa görüştüğünü, "Ülkede laikliğin temel kurallarını geçersiz kılmaya veya tümden ortadan kaldırmaya yönelik çabalar" konusunda kendisine bilgi, belge ve öneri sunduğunu anlattı.
Oktay'ı dikkatle dinleyen Kılıçdaroğlu'nun, "Bu minval üzere Meclis kürsüsü veya başka münasebetle açıklama yapacağına" dair söz vermesine rağmen "kendisinde herhangi ciddi/kararlı bir tavır görmediğinden" de bahsetti.
Bu son noktayı dinlerken, sosyolog ve yazar Nuray Mert'in, iktidar ve muhalefetin laiklik anlayışını irdeleyen makalesi aklıma geldi. Bazı tespitlerini aktarmakla yetineyim:
Günümüzde teokratik Suudi Arabistan modeli var, İran İslam Cumhuriyeti var. Pakistan başta olmak üzere Müslüman nüfuslu pek çok ülkenin resmi dini İslam diye tescillenmiş, tam anlamı ile laiklik ilkesini benimseyen tek ülke Türkiye.
Kısacası net bir model, net bir tasavvur yok, olması da imkânsız. Dolayısı ile öteden beri sanıldığı veya korkulduğu gibi Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Taliban rejimi falan olmayacak.
Şimdi kötü habere gelelim: İslamcıların kafasında net bir İslam devleti olmaması, mevcut örneklerin Türkiye'de tatbik edilemeyecek olması, İslamcı iktidarın 'laiksizlik özlemi'nin kaygılanacak hiçbir sonucu olamaz anlamına gelmiyor.
Nasıl 'Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi' adı altında Türkiye'ye özgü bir Başkanlık sistemi icat ve inşa edildiyse, Türkiye'ye özgü bir İslam devleti icat ve inşasına doğru gidiyoruz.
Hâlihazırda Türkiye'ye özgü Başkanlık sistemi çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın sembolik icra alanı dönüştürülüyor. İmam hatip okulları dayatması istenildiği kadar başarılı olmadı, onun yerine orta öğretimde dini eğitimin alanını genişleten melez bir yol bulunabilir.
Anayasa'da laiklik ilkesi kaldırılmadan, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dini İslam'dır' ibaresinin yer almasının gönüllerde yatan bir aslan olduğu belli. Medeni kanun topyekûn değişmeden dini referanslar ile pekiştirilebilir vs.
Yine bir iyi, bir kötü haber (veya yorum); bence laiklik ve bu çerçevede tanımlanmış özgürlükler, toplumsal planda sanıldığından daha fazla kök salmış, sahipleniliyor durumda. Kemalizm'in veya Atatürkçülüğün yeniden popülerleşmesi, aslında laiklik ekseninde yaşanan gerilimin bir sonucu.
Kötü haber ise, laikliği savunmaya girişen çevrelerin 'iktidar ile mücadele' adına, siyasetin İslamileştirilmesini benimsemiş olması. Düne kadar başörtüsü özgürlüğüne karşı çıkanlar ve hatta bu uğurda demokrasiden vazgeçmeye razı olanlar, kendi siyasetçilerinin din vurgulu siyaset yapmasından hiç mi hiç rahatsız olmuyorlar. Bu konuda ileri sürdükleri tez; iktidarın elinden din kartını almak! Bu saçma stratejinin dinin (İslam'ın) siyasileşmesi sürecine katkı sunmak olduğunun farkında bile değiller.
Geçmişte, laiklik savunusu diye temel hak ve özgürlüklerden, demokratik normlardan vazgeçmenin sonucu işte böyle bir savrulma oldu, dahası geçmişteki tutumlarından dolayı inandırıcı olmaları da zor. Türkiye'nin geçmişte de, bugün de ihtiyacı olan şey demokrasi ve özgürlüklere saygılı bir laiklik anlayışı idi. 1
Bağlı olarak bir gelişme daha yaşandı. Eski AKP milletvekili ve yazar Resul Tosun, "Laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılması veya yeniden tarif edilmesi gerektiğini" yazınca CHP Başkanvekili ve Sakarya Milletvekili Engin Özkoç, kendisini sert bir dille eleştirdi. 2
AKP Sözcüsü Ömer Çelik, "Tosun'un bu görüşüne katılmadığı yolunda" bir açıklama yaptı. İktidar ortağı Devlet Bahçeli daha sert çıktı:
Laiklik direğini yıktırmayız!
CHP'li Özgür Özel de Bahçeli'nin ikili ve çelişkili tutumunu eleştirdi.
S. Oktay için, dönemin başbakanı "Turgut Özal'ın belalısı" denilmişti bir dönem. Sebebini sordum, işte yanıtı:
Ortada askeri yönetimin havasından kurtulamayan bir ANAP iktidarı vardı. Askerin de benimseyeceği kanunlar çıkarmaya çalışıyor, ben de bu hamlelere karşı sıkı muhalefet ediyordum. Meclis'e gelen yasa tekliflerini, önce parlamentoda, sonra evimde sabaha kadar çalışıyor, izleyen günlerde önce Halkçı Parti grubuna, ardından Meclis kürsüsüne taşıyordum. Meclis'ten geçen yasalara karşı o devirde tam 73 kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdum…
Halkçı Parti, süreci iyi kullandı. Umut vericisi oldu. Akılcı, bilerek ve etkili bir muhalefet yaptık. Anayasa Mahkemesi'nin ilke kararlarının bile bu süreçte değiştirilmesine sebebiyet verdim. Türkiye hukuk sisteminde ve siyasal tarihinde ilk kez 73 kanunun iptal başvurusu benim çalışmalarım nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nde kabul edildi.
Bu yüzden, bir süre sonra adım, 'Özal'ın belalısı' olarak çıktı! Nitekim o dönemin birçok gazetesi, hakkımda 'Özal'ın belalısı' manşetiyle başlıklar attılar.
Yeri gelmişken belirteyim: Bu çalışmalarım ve hukuksal başarılarım, Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Turgut Özal'ı çok rahatsız etmişti… Beni kazanıp ANAP'a girmemi sağlamak maksadıyla yakın dostum ve hatta kardeşim diyebileceğim o tarihte Şişli Belediye Başkanı olan Mehmet Emin Sungur aracığıyla bana transfer teklifinde bulundu; 'Benim duruşum, ilkelerim ve ideallerim belli' diyerek teklifi geri çevirdim.
Bir müddet sonra ANAP Malatya Milletvekili Metin Emiroğlu geldi. Aynı teklifi tekrarladı. Baktım ki bu iş bitecek gibi değil. Dedim ki: 'Gidin, lütfen Sayın Özal'a söyleyin. İntihar ederim de yine ANAP'a gelmem!
Yeri gelmişken belirtmeliyim: S. Oktay, anılarını içeren bahsi geçen kitabında askeri yönetim hakkında da görüşlerini açık seçik Meclis kürsüsünde,12 Kasım 1985 tarihli konuşmasında dile getirmiş:
Ordumuzun ana görevi, yurt ve ulus savunmasıdır. Ordumuz, bu görevi sebebiyle varlığımızın temel güvencesidir. Bu yüzden politika dışı kalmalıdır. İktidar (ANAP), idarede partizanca kadrolaştırdığı unsurları, olağanüstü hal (OHAL) yetkileriyle donatmak istemektedir. Böylesine bir gidişat, ülke ve ulus bütünlüğüne hayır getirmeyecektir…
Bu nasıl bir hukuk ve demokrasi anlayışıdır ki, insanlar hâlâ sokaklarda işiz, güçsüz, aç ve perişan gezmekteler. Yalnızca polisiyle önlemlerle anarşi ve terörün kökünü kazımak olası değildir. Siyasal, toplumsal, ekonomik önlemlerle toplum yapısını güçlendirmedikçe, anarşinin yeni yöntemlerle, yeni taktiklerle daha da azgın biçimde hortlamayacağını kimse garanti edemez…
Bu kapsamda, idam cezasını, "ilkel bir ceza" olarak tanımlayan ve hukuk açısından sorgulayan eski Adalet Bakanı'nın 1 Nisan 1986 tarihli Meclis konuşmasından bir bölümü de aktaralım:
Birçok anayasada olduğu gibi, Anayasamızın 12. Maddesinde de 'Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir' hükmü yer almıştır.
12 Eylül'ün fiili olarak devam ettiği, idamın konuşulduğu fırtınalı yıllarda bile Kişilerin dokunulmaz, devredilemez, vazgeçilmez hakları var ise, kişiye özel ölüm cezası uygulayamayız. Çünkü dokunulmaz, devredilemez, vazgeçilmez haklara sahip olmak, kişinin varlığına ve yaşamına bağlıdır.
Kaldı ki, Anayasamızın 17. Maddesinin birinci fıkrası, herkesin yaşama hakkına sahip olduğunu açıkça vurgulamaktadır. Bu maddenin son fıkrası ise, ölüm cezası verileceğine dair bir âmir (emredici/dayatıcı) hüküm olmayıp, böyle bir ceza uygulanırsa, bunu da yaşam için bir ihlal saymayacağını belirtmektedir.
SHP Grup Başkanvekili sıfatıyla 2 Eylül 1986 tarihli konuşmasında Oktay, köy koruculuğu sistemini de eleştirmiştir:
Köy korucuları, yörede ayrı bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır. Devlet gücünü arkasına alan korucular, bu gücü kendi aşiretlerinin diğer aşiretlerle olan özel ihtilaflarında kullanmaktadırlar. Bunlar da yetmiyormuş gibi partizanlık da, huzursuzluk kaynaklarından biri haline gelmiştir.
Bölgede güvenlik soruşturması cenderesinden kurtulan 1402 sayılı yasaya göre işinden atılıp da tekrar iade edilen, fişlenmemiş olan vatandaş olduğunu sanmıyorum…
Seyfi Oktay, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda yapılan olumlu değişiklikler sonucunda yurttaşlar, bilhassa gözaltındakiler, tutuklular ve hükümlüler lehine ciddi reformlar yapılmasını sağlamış; reform paketi kapsamında savcı-hâkimler için lehte düzenlemeler yaptırmış; bundan ötürü seven veya sevmeyeni tarafından "CMUK Seyfi" lakabıyla anılmaya başlanmıştır.
Kendisi sadece yasaları değiştirecek çalışmalar yapmakla yetinmemiş, bunu fiiliyata da dökmüştür.
En somut örneği ve aynı zamanda lehte-aleyhte en fazla tartışılanı ise Eskişehir Cezaevi'nin kapatılması olayıdır. Bu konudaki ayrıntılı açıklamasının, özetini vermekle yetiniyoruz:
Bakan olmadan kafamda kanunlarla ilgili kurgular yaparken, icraatları da planlıyordum. Bunlardan en önemlisi cezaevlerindeki sorunlardı. Birçok cezaevinde tam bir faşizm uygulaması vardı. Başında da Eskişehir Cezaevi geliyordu, çünkü işkence ve kötü muamele konusunda sürekli gündemdeydi.
Bakan olduğumun ikinci günü Eskişehir Cezaevi'ne gittim. Aslında burası hukuka, bilime ve insan haklarına uygun bir tarzda planlanmıştı. 3 kişilik, 5 kişilik odaları, ortak buluşma alanları ve insani ihtiyaçları da karşılayacak bir planlamayla yapılmış; mahkûmun da hükümlünün de insan olduğunu dikkate alan ve hükümlünün ıslahına yönelik bir yapı oluşturulmuştu.
Ancak 1989 sonrası, bu yapının iç duvarları ve düzeni, keyfi biçimde sonradan yıkılmış, tek tip hücrelere dönüştürülmüş. Ben kalabalık bir heyetle oraya gittiğimde, bunu çıplak bir gözle gördüm. Herkes tecrit edilmiş, tam bir baskı var ve cezaevi bir utanç abidesi gibi.
Bu gidişime cezaevi yönetimi de şaşırdı. Ben oraya gidince hiç oyalanmadım. Hücrelerin olduğu bölüme girdim. Açtırdım kapıları. Her hücrenin kapısında üstte bir delik var, oradan hücreleri gözetliyorlar; altta da başka bir delik var. Oradan da sanki köpeğin önüne atar gibi hükümlüye yemek atıyorlar. Hiçbir dış ilişkileri yok.
Girdik koridora, bir hücrenin kapısına geldik. 'Açın bakalım şu kapıyı' dedim. Gardiyanın elinde iple bağlanmış onlarca anahtar. Birini deniyor olmuyor, diğerini deniyor olmuyor. Nihayet buldu ve kapıyı açtı. Kapı açılınca içeri baktım, karşımda bir genç. Gerilmiş gözleri fal taşı gibi açılmış açlık grevinin etkisiyle. Belli ki günlerce, belki de haftalarca insan yüzü görmemiş, bir şey yapmamış.
Bu nasıl insanlık diye hem üzüldüm, hem de korktum. Sene 1991 de olsa, görüntü eski çağlardaki gibiydi. Tam bir kepazelik! İnsan onurunu ayaklar altına alan bir durum yani.
Cumhuriyet gazetesi muhabiri Turan Yılmaz, 23 Kasım 1991 tarihli yazısında ziyareti haberleştirmişti:'…Devlet Bakanı Mehmet Kahraman, milletvekilleri, demokratik kitle örgütleri ve meslek kuruluşlarının yöneticileriyle birlikte Eskişehir Cezaevi'nde incelemelerde bulunan Adalet Bakanı Seyfi Oktay, (Eskişehir Cezaevi, Türkiye'nin gündeminden inecek) dedi.
Tutuklu ve hükümlülerle görüşen Oktay, açlık grevine son verilmesini istedi. Grevdekilere tuz ve şeker verilmesini sağladı. Oktay, devamında şunları söyledi:
'Devlet, temel hak ve özgürlüklerden sorumludur. Bu anlayışla çözüm bulacağız. Şu an burada uygulanmakta olanlar, önceki siyasal iktidarların tercihi ve talimatı doğrultusunda olmuştur. Bizim bakışımız farklıdır. Biz, şimdi cezaevi koşullarını tümüyle değiştirip yaşanır hale getirmek istiyoruz. Bunun için Eskişehir Cezaevi'nin boşaltılması lazım…'
Ziyaret sırasında Oktay'a eşlik eden milletvekilleriyle, mekândan sorumlu olan görevli Yarbay arasında tartışma başlamış: Yarbay, tecrit hücrelerinin aslında "hücre" değil, "oda" olduklarını ileri sürmüş.
Buna karşılık SHP milletvekili Salman Kaya ile Mustafa Yılmaz ise, bunların "tam tecrit hücresi ve hatta tabutluk" olduklarında ısrar etmişler.
Oktay, Ankara'ya döner dönmez, "Ne olursa olsun" diyerek Eskişehir Cezaevi'nin derhal boşaltılması, her türlü eziyete ve işkenceye hemen son verilmesi ve son olarak da bu mekânın kapatılması yolunda talimat vermiş; buna karşı çıkan ANAP'lı eski Adalet Bakanı Oltan Sungurlu ise önceki icraatını şöyle savunmuştur:
Tabutluk denen tek kişilik hücreleri, Avrupa standartlarına göre yaptırdık. Hücrelerimiz Avrupai'dir. Bizim dönemimizde kimse buna karşı çıkmıyordu. Dolayısıyla bu cezaevinin boşaltılması ideolojiktir!
Devamını Seyfi Oktay'dan dinleyelim:
Oltan Sungurlu karşı çıkınca, sağ basın başladı saldırmaya. Onlara göre ben, artık bir teröristim; bir PKK'lıyım, devlet düşmanı biriyim!
Bu münasebetle kolay yolunu bulup, inancımı sorgulamaya da başladılar:
'Kızılbaş aşağı, Kızılbaş yukarı!'
Sadece sağ basın olsa iyi, daha sonra Bülent Ecevit bile dedi ki:
'Türkiye'de anarşinin başlangıç tarihi ve nedeni, Eskişehir Cezaevi'nin kapatılmasıdır.'
Yetmedi, sağ partiler konuyu sabah akşam gündeme getirdiler. Hakkımda gensoru verdiler. Buna rağmen doğrularımdan taviz vermedim.
Bakanlar kurulu da benim kararımı destekledi… Bugün baktığımda, bazen bu saldırılara nasıl tahammül ettiğime şaşırıyorum. Sonra dönüp kendime diyorum ki, iyi ki direnip tahammül etmişim!
Yeri gelmişken belirtmeliyim: Oktay, siyaseten MHP'lilere hep mesafeli durmuştur, hâlâ öyledir. Gelgelelim yaşadığı bir olayı anlatmadan da edememiştir.
Dönemin MHP lideri Alparslan Türkeş, hakkında gensoru önergesi verilen S. Oktay için gazetecilere şu açıklamayı yapmıştı:
İyi bir memleket evladı, iyi bir devlet adamıdır.
S. Oktay, konuya ilişkin yorumunu sonradan dile getirmiştir:
Gensoru oylamasında MHP'nin aleyhimde oy vermemesi için, Türkeş tüm grubunu salon dışına çıkardı. Sağcılık solculuk önemli ama insan olmak her şeyden daha önemlidir. 3
Kimileri katılmasa da Seyfi Oktay'ın insanlık anlayışı bu tespitini de içeriyor.
Hâsılı kelam, kendisiyle yaptığımız bu sohbette dile getirilen meseleler günümüzde daha karmaşık ve daha çetrefilli olarak sürerken, "Bugün ahvalimiz nicedir?" diye sormadım.
İki bölümde verilen yanıtlar ve anlatılanlar, yaşadığımız dönemin de acı gerçekleri olarak devam etmektedir.
Kaynakça:
1. Nuray Mert, "Laiksizlik özlemi", Independent Türkçe, 5 Eylül 2021.
2. Duvar gazetesi, 12 Eylül 2021.
3. Emin Özgönül, Sözcü gazetesi, 25 Temmuz 2020
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish