Mehmet Seyfi Oktay, eski Adalet Bakanı.
1934 Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı (eski adı Mezirme olan) Ballıkaya köyünde dünyaya geldi. İlkokulu köyünde okudu.
Parasız yatılı sınavlarını kazanarak Bilecik'te ortaokulu ve İstanbul'da Haydarpaşa Lisesi'ni bitiren Oktay; lisans öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamlayıp serbest avukatlığa başladı.
Ankara Altındağ'da CHP Gençlik Kolu Başkanı olarak aktif siyasete giren Seyfi Oktay, 17 Kasım 1963'te yapılan yerel seçimlerde Belediye Meclis üyesi seçildi.
Bu görevi üç dönem sürdürdü. Ardından il yönetimine seçilerek CHP Ankara İl Sekreteri oldu…
1969 yılında CHP'den istifa eden Oktay, Türkiye Birlik Partisi'ne katıldı. Partinin Ankara İl Başkanlığı ve Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerini üstlendi. Daha sonra yeniden CHP'ye döndü.
Evren cuntasının dayattığı 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan Halkçı Parti listesinden Ankara Milletvekili seçildi. Halkçı Parti ile SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi) birleşmesinde aktif rol aldı.
1985-1987 yılları arasında SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Grup Başkanvekilliğini yürüttü ve MYK üyesi olarak görev yaptı. Aynı zamanda Anayasa Mahkemesi'ne yapılan başvuruların çalışmasını yürütmek üzere TBMM SHP Grubu Hukuk Müşavirliğini sürdürdü.
1991 genel seçiminde tercihli oylarla Ankara 2. Bölge 1. sıradan milletvekili olarak parlamentoya giren Seyfi Oktay, Grup Başkanvekili seçildi. Ardından DYP (Süleyman Demirel liderliğindeki Doğru Yol Partisi) ve SHP (Erdal İnönü başkanlığındaki Sosyal Demokrat Halkçı Parti) koalisyonu olarak kurulan 49. Hükümette Adalet Bakanı oldu.
Koalisyon protokolünde yer alan demokratikleşme programının hazırlanması ve yürütülmesinde aktif görev üstlendi. 20 Kasım 1991-27 Temmuz 1994 arasında Adalet Bakanlığı görevini yürüttü.
Oktay, bakan sıfatıyla ilk ziyaretini işkence iddialarıyla gündemde olan Eskişehir Cezaevi'ne yaptı ve bu cezaevinin kapatılmasını sağladı.
Görev süresince Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda (CMUK) temel hak ve özgürlüklerin korunması kapsamında şu tür değişiklikleri gerçekleştirdi:
Gözaltı süresinin kısaltılması, zorunlu müdafilik müessesesinin (savunma kurumunun) getirilmesi ve cezaevi koşullarının iyileştirilmesi, İş Yurtları'nın kurulması, hâkim-savcı özlük haklarının iyileştirilmesi başta olmak üzere birçok yapısal reform. 1
Seyfi Oktay, 2016 yılında Gülen örgütü mensuplarının kendisi hakkındaki yersiz ve mesnetsiz ithamlarını yalanlayan açıklamalarda bulunmuştu. Olayların perde arkasına göz atmakta her zaman yarar vardır, birlikte bakalım:
(Eski) Star gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren'in köşesinde, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrasında Cemaat'ten ayrılan kişilerin kaleme aldığı iddia edilen "Fethullah Gülen'e Açık Mektup!" başlıklı bir yazı yayımlandı.
Metinde, 1991-1994 yılları arasında Adalet Bakanlığı yapan ve Ergenekon davasında yargılanan Seyfi Oktay'a yönelik iddialara da yer veriliyordu.
Suçlamaların özeti şuydu:
Alevi dedelerinden referans bulmak suretiyle yargıya sızmak en çok Seyfi Oktay döneminde oldu!
Odatv internet gazetesine konuşan eski Adalet Bakanı Seyfi Oktay, şöyle diyordu:
Benim dönemimde buna çok dikkat edildi. 'Bu adamın çaktığı kazığı 40 yıl çıkaramam' dedi Fethullah Gülen. Bu adamın 'şu tarihte yargıyı, şu tarihte orduyu ele geçireceğim' demişliği var. Benim bakanlık dönemim ise bunların elenmelerine sebebiyet verdi…
Ta yıllar öncesinde, 1984'te parti grubuna genel görüşme önergesi verdim. Gülen'in tehlikeli olduğunu ifade ettim. 35 sayfalık bir konuşma metniyle bütün yöntemlerini detaylı bir şekilde ortaya koydum. Meclis'te 1985-86-87 yıllarında dile getirdim. Bakan olduğumuz zaman da onların çıkardıkları 73 kanunun aleyhine AYM'ye başvurdum; hepsi de iptalle sonuçlandı.
1991'de bakan oldum; o güne kadar demokratik sistemin düzeltilmesi için 4 bin sayfa ve 30 kanunluk düzenlemeler çıkardık. Bunların 8 tanesi yasalaştı. Grup başkanı oldum, Murat Karayalçın genel başkandı o zaman...
Benim kadar bununla mücadele eden bir başka dönem ve kişi var mıdır ki; Ergenekon çete üyesi diye yargılanayım? Gülen'in o 'Bu adamın çaktığı kazığı 40 yıl çıkaramam' sözleri de MİT raporlarında mevcuttur. İlk eline geçtiği fırsatta da yargılandım zaten. Resim o kadar ortada ki... Böyle bir yazının yayımlanmasında ya bilgisizlik ya da başka bir amaç var.
Benim dönemimde 3 bin hâkim savcı aldım; tek amacım cumhuriyete, demokrasiye inanan insanların sisteme girmesiydi. İster sağcı, ister solcu... Bu değerlere inanmayanlar bu kapıdan giremeyecek dedim.
Benim aldıklarım arasında hiç kimse yok bugün bu olaylara karışan. Demokrasiyi hukuk devletini savunan insanları toplamaya özen gösterdim. Ama sanırım intikam alıyorlar. Bu 28 yılda ben ne yaptım, hırsızlık mı yaptım?
Hukuk devleti için mücadele eden birtakım sapık ideolojilere karşı mücadele veren insanlar böyle suçlanır mı yahu? Pırıl pırıl bir geçmişim var. 2
Erdal İnönü'nün SHP Genel Başkanlığı'ndan ayrılması üzerine gerçekleştirilen kurultayda; Oktay'ın desteklediği Aydın Güven Gürkan rakip aday Murat Karayalçın'a karşı genel başkanlık yarışını kaybedince, Oktay hükümette yapılan değişiklik sonucu Adalet Bakanlığından ayrıldı.
Ancak Genel Başkan seçilen Karayalçın milletvekili olamadığından Seyfi Oktay, SHP'nin TBMM Grup Başkanı seçildi. 1995 yılında gerçekleştirilen CHP-SHP birleşmesi sonrasında Hikmet Çetin Genel Başkan seçilene kadar bu görevi yürüttü.
Oktay, 1995 genel seçiminde yeniden Ankara 2. Bölgeden milletvekili seçildi. Ancak Deniz Baykal Genel Başkan olunca ikisi arasındaki uyuşmazlık nedeniyle 1999'da CHP'den istifa etti.
Kısa bir süreliğine eski gazeteci ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem öncülüğünde Temmuz 2002'de kurulan Yeni Türkiye Partisi'ne geçti.
2008 yılında 15. Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü'ne layık görülen Seyfi Oktay, AKP hükümetleri tarafından gerçekleştirilen Alevi Çalıştayları'na davet edildi ve bir kısmına katıldı.
2010 yılında Kemal Kılıçdaroğlu'nun Genel Başkan seçilmesinin ardından yeniden CHP'ye üye oldu. 12 Eylül 2010 Anayasa değişiklik referandumunda hayır oyu çıkması için yürütülen kampanyaya destek verdi
Seyfi Oktay, iktidarın çeşitli kademelerinde yuvalanmış FETÖ'cü kadroların Fethullah Gülen'den aldıkları talimatla ve AKP iktidarının desteğiyle düzenlenen Ergenekon soruşturması (ve haksız hukuksuz operasyonları) kapsamında "adil yargılamayı etkilediği" iddiasıyla 1 Haziran 2010 tarihinde evine baskın yapılarak gözaltına alındı.
Bu operasyon; evinin önünde toplanan sosyal demokrat kesim ve Alevi örgütleri tarafından protesto edildi. Tutuksuz yargılanan Oktay 6 yıl sonra bu davadan beraat etti. 3
Eski Adalet Bakanı M. Seyfi Oktay'ın yaşamöyküsü kısaca böyle.
2019'da yazar arkadaşım Erdoğan Aydın aracılığıyla kendisiyle tanışma fırsatım oldu. Didim Belediyesi'nin düzenlediği kültür şenlikleri kapsamında kitap imzalamak üzere davet edilmiştik.
Oktay, hem bizi etkinlik yerinde ziyaret etti, hem de bazı kitaplarımızı satın aldı. Ertesi günü kendisiyle kahvaltıda buluştuk, geçmiş ve gelecek hakkında uzun uzun sohbet ettik.
Ağustos 2021'de tekrar karşılaştık aynı geleneksel şenlikte. Elindeki listede kayıtlı kitapların tümünü almakla yetinmedi; bu kez, Didim'deki yazlığına beni davet etti. Aynı minvalde birkaç saat boyunca sohbeti sürdürdük.
Bu arada hayat hikâyesini, siyasi faaliyetini, hukuk anlayışını ve icraatlarını içeren kapsamlı bir kitap hediye etti.
"Adaletin İzinde Seyfi Oktay" başlığını taşıyan bu çalışma, gazeteci ve siyasetçi (bazı örgütsel ve kültürel alanlarda bir süreliğine CHP'ye danışmanlık yapmış olan) Necdet Saraç tarafından derlenip Mart 2020'de yayımlanmış.
Sayın Seyfi Oktay ile sohbetimizin ince ayrıntılarını ve tarihi arka planını ihtiva ediyordu kitap. Bu yüzden onu klasik tarzda tanıtmak ve yine bilinen anlamda röportaj yapmak yerine, hayatın içinde sınanmış yaşamını ve fikirlerini daha anlaşılır kılacak bazı tecrübelerini ön plana çıkarmaya gayret ettim.
Zira onun hayat yolculuğu, etkileyici bir Cumhuriyet tarihi gibiydi. Birlikte göz atalım:
Şah İbrahim Ocağı'na bağlı dede konumundaki bir Alevi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelip, henüz kentle tanışmamış Alevilerin içinden sıyrılmış biridir Oktay.
14 yaşında Yatılı Ortaokul Sınavı'na girebilmek için, 1950'li yıllarda polis memuru olan babasının görev yaptığı Sarıkamış'a tek başına gitmiştir.
Doğum yeri Mezirme'den çıkıp Hekimhan ilçesine, oradan trenle Sivas Çetinkaya'ya ve ardından kara trenle Erzurum'a varmış; devamında onlarca tarım işçisiyle birlikte kamyon kasasında Kahveci Nusret'in Sarıkamış'taki evine gece yarısı ulaşabilmiştir.
Başvuran 630 öğrenci arasında yapılan sınavda üçüncülüğü kazanıp, başarılı olan diğer iki öğrenciyle birlikte Bilecik Yatılı Ortaokulu'na gitmiştir.
Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
…Oraya vardığımızda, 'bunlar Şark'tan gelmiş' diyerek bize mesafeli davranıyorlardı. Doğu'dan geldiğimiz için bize 'eğitimsiz, görgüsüz, kıro' diyorlar, aşağılıyorlar. Herkes (tüm öğrenciler), koro halinde ses veriyordu! Şark ile Garp arasında uçurum var…
Tam bunları aşacakken bir de benim Alevi olduğum öğrenilince, üzerimdeki psikolojik baskı daha da arttı. Alevi denmiyordu bize, aşağılamak için Kızılbaş diyorlardı.
Ben, Sarıkamış'tan gitmişim; Alevi-Sünni farkının yeterince ayırımında değilim. Ama oralarda ayrım çok keskindi.
Benimle birlikte gelen iki Doğulu arkadaşım Alevi değildi. Şeref isimli olanı, psikolojik baskıya dayanamadı, kaçtı gitti. Taşın ne kadar sert olduğunu Bilecik'te gördüm.
Seyfi Oktay, Alevi inançlı bir toplumun mensubu olarak atalarının Horasan'dan gelip, zaman içinde Anadolu ve Balkanların farklı bölgelerine yayıldıkları kanaatini taşıyor.
Büyükbabası, Alevi dedesi konumundaymış, çevresine rehberlik ediyormuş. Ancak o, babası ile kendisinin "dede" unvanına sahip olmadıklarını vurguluyor:
Bana, (ailemde dede olmasından ötürü) 'Seyfi Dede' demeleri, Alevi inanç, kültür ve felsefesini derinden hissetmemden kaynaklanıyor…
Bende büyük bir Ehlibeyt aşkı ve sevdası vardır. Düşünün; Yezid ve Muaviye'de hep yozluk var. Oysa karşı tarafta insani değerlerden kopmak istemeyen, hep o doğrultuda yürümek isteyen bir anlayış var. Buna uygun kültürün, felsefen var.
Ehlibeyt'in yaşadığı o kadar büyük haksızlıklara direnmek ve var olmak, sadece basit bir karşıtlık ile izah edilemez. Bu güçte, bu direnmede bir aydınlık var, felsefe var, insani değerler var, tasavvufi değerler var.
Karşıda ise sadece kaba kuvvet var. Ehlibeyt, aydınlık ile karanlığın mücadelesidir. Karanlığa karşı ödün vermeden kararlılıkla yürümedir.
Salt kendine yapılmış olmasından dolayı değil, bir insan olarak herkese yönelik ayrımcılığa karşı çıkışını, Bilecik Yatılı Ortaokulu'ndan sonra gidip kaydolduğu İstanbul Haydarpaşa Lisesi'ndeki bir gözlem ve anısıyla dile getiriyor Seyfi Oktay:
Böyle seçkin bir okulda insan, 'ayrımcılık' olmaz diye düşünür. Ama öyle değildi. Ayrımcılığa uğrayan yalnız ben değildim. Bizim sınıfta bir Ermeni çocuk vardı.
Onu da birçok öğrenci, Ermeni olduğu için aşağılıyordu. Tekme atıyorlar, bazı oyunlara almıyorlar, dışarıda tutuyorlardı. Ona yapılanları gördükçe gizli gizli ağladığımı bilirim…
Seviye yüksek olsa da gerçek buydu. O tarihte bunları yaşayan biri olarak, o günlerden bu yana ırkçılık ve şeri sisteme hep karşı oldum.
Irkçılığa ve şeriata karşı hep mücadele ettim. Çünkü her iki sistemin doğrudan doğruya insanlık düşmanı olma durumu hiç değişmiyor. Değişen, sadece tarihler ve yerler oluyor.
Bakın, yaşadığım bir anımı anlatayım: Bir edebiyat hocamız vardı. Çok güzel de bir kadındı. İstanbullu idi ve İstanbullu öğrencilere hep toleranslı davranırdı.
Onlardan bir öğrenci imtihanda 3'lük, 4'lük bir ödev yapsa ona not olarak 6-7 veriyordu. Çünkü kendisine göre İstanbullu zaten 'temel bir kültüre sahip' idi.
Bize, hele Şark'tan gelenlere ise tolerans göstermiyordu. Bırakın 3-4'lük ödev yapmayı, 5-6'lık ödev yapsak bile bizlere not olarak 3 veya 4 veriyordu.
Bu tür haksızlıklar, Ankara'da hukuk fakültesi öğrencisi olan Seyfi Oktay'ın, adını koymasa, bile siyaset eksenli bir olayın içinde yer almasını sağlamıştı.
Hadiseyi, Oktay'dan dinleyelim:
"Bir yandan Hukuk Fakültesi'ni okurken, diğer yandan da siyasi gelişmeleri ve tartışmaları yakından takip ediyorduk. 1961 Anayasası, birçok demokratik yeniliği beraberinde getirmişti. Seçimler yapıldı; CHP (İsmet İnönü) ve Demokrat Parti'nin devamı niteliğindeki Adalet Partisi, cumhuriyet tarihinin ilk koalisyonunu kurdu.
O sıralarda Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu'dan büyük şehirlere yığınsal bir göç başlamıştı. İç göç hızlanınca köylerde yaşayan Aleviler de kentlere yönelip görünür oldular. Cemal Gürsel, Alevi değildi ama Türkiye'de ilk kez cumhurbaşkanı sıfatıyla Alevilere yönelik ayrımcılık yapıldığını kabul ederek, 'Aleviler temiz, dürüst, çalışkan insanlardır' vurgusu yapıyordu. Gürsel, içinde Âşık Veysel'in de bulunduğu birçok Alevi ozanı köşke davet etmişti.
Yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilen Anayasa Komisyonu Başkanı Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar da, devletin Sünnilere tanıdığı olanakların Alevilere de tanıması gerektiği görüşündeydi.
Ona göre: 'Devlet Sünniler için ne yapıyorsa, Aleviler için de aynısını yapmak zorundaydı.' Yani Sünniler gibi Alevilere de kendilerine mahsus ibadethanelerinde kendi ayinlerini yapma, cenazelerini kendi ayinlerine göre kaldırma hakkı tanımak, okullarda Alevi mezhebinde olan öğrenciler için gereken tedrisatı yapmak icap ediyordu.
Bu yaklaşımların etkisiyle, CHP-AP koalisyon hükümetinin Başbakanı İsmet İnönü, 1963'te Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yetkilerini arttırırken, Diyanet İşleri bünyesinde 'Mezhepler Müdürlüğü' ve buna bağlı bir 'Alevi Masası' oluşturmayı önerdi.
Yasa tasarısı TBMM'ye sunulduğunda kıyamet koptu. Sağ basın, Alevilere ve yasa tasarısını hazırlayan hükümete karşı taarruza geçti. Özellikle Zafer ve Adalet gazetelerinde konuya ilişkin çıkan haber ve yorumlar, Alevilere yönelik hakaretler günlerce sürdü.
İnancını özgürce yaşama hakkını kendi tekellerinde gören anlayışın çarpık bakış açısı, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaya başladı. Zafer, Son Havadis ve Adalet gibi gazeteler başta olmak üzere birçok gerici çevre, neredeyse Alevilere savaş ilan etti. Bazı başlıklar şöyleydi:
Hazırlanan tasarı sayesinde Aleviler, mum söndü törenlerini camiye taşıyacaklar!
İlmen ve tarihen hiçbir gerçeğe dayanmayıp tamamen efsane ve mugalâtaya dayalı olan Alevilik, İslamiyet'in ifade ettiği vahdet ruhu için ciddi bir tehlikedir.
Bu zümrenin ehlisünnet mezhebiyle eşit tutulması, 27 milyon Müslüman'la alay etmekten başka bir şey değildir.
Kanuni müeyyidelerle (yaptırımlarla) eşitlikleri teminat altına alınan Kızılbaşların, yarın camilerimizde mum söndürme merasimleri yapmaya yeltenmeyeceklerini kim temin edebilir?
Gazeteler bu tür başlıkları atarken, 'İstanbul Vaizleri' imzasıyla bir bildiri yayımlandı İstanbul'da. Şöyle ki:
Halkının yüzde doksan beşi Müslüman olan bir memleket için hazırlanan tasarı, böyle mi olmalıydı? Asırlardan beri sönmüş bulunan Sünni-Şii mücadelesini hiçbir sebep yokken hortlatmakla, milli ve dini birliğimizi ikiye ayırmak büyük bir felakettir.
Bu saldırılar olurken, 'Alevilerle Sünniler arasında inanç bakımından farklılık yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı da sadece bir mezhebe değil, bütün Müslümanlara hizmet etmektedir. Aleviler de Müslüman değil mi?' türünden söylemler de aynı hızla devam ediyordu.
Ortalık o kadar karışınca, Hukuk Fakültesi'ndeki 3-5 Alevi öğrenci bir araya gelerek konuşmaya başladık. Bu saldırılara biz de cevap verelim dedik. Zaten her birimiz, kendi köyümüzden çıktıktan sonra ortaokulda, lisede, üniversitede ayrımcılığa uğramıştık.
O günlerde Alevi sözcüğünü kullanmak bile kolay değildi… Gazetelerde Alevilere yönelik saldırıların başlaması, atılan iftiralar hem beni geçmişe yeniden götürdü, hem de harekete geçmemi sağladı. Tavır almak gerekiyordu. Buna karar vermiştik.
Yanıma Ali İlhan ve Engin Dikmen'i alarak bütün fakülteleri dolaşmaya başladık. Birlikte davranacak Alevi öğrencileri arıyorduk. Sonunda 52-53 öğrenciye ulaştık. Bu arada (siyasetçi ve eski Birlik Partisi Başkanı-F.B.) Mustafa Timisi'yle de bu çalışma sırasında karşılaştık.
Ankara Hukuk Fakültesi karşısındaki Saray Düğün Salonu'nu kiralayıp görüştüğümüz 53 kişiyi davet ettik. Burada ortak bir basın toplantısı için karar aldık. Bu kararı uygulamak için bir komite kurduk. Bu sırada aramızda 'Türk-Kürt Alevi' (daha doğrusu, söz konusu basın toplantısında mazlum iki kesimdeki Aleviler ile Kürtlerin demokratik hakları meselesine aynı anda yer verilmesi-F.B.) tartışması başladı.
Sene 1963; o dönemde Alevi olarak ortaya çıkmak zaten zor. Bir de Kürtlüğü tartışmak başka bir zorluktu, doğru da değildi. Tartıştık ama ortak çözüm bulamadık. Toplantıyı bitirdik. Ben, Mustafa Timisi, Ali İlhan ve Engin Dikmen basın toplantısı yerine basın açıklaması yapmayı kararlaştırdık.
Hem merak ediyoruz, hem de biraz korkuyoruz. Aleviler adına ilk defa böyle bir şey oluyor. Acaba ne olacaktı, gazeteler yazar mı, tutuklanır mıyız diye.
Ertesi gün müthiş bir şey yaşandı. Bize saldıran gazeteler dâhil çok sayıda basın organı açıklamamızı yayımladı.
Ulus, Akşam, Son Havadis, Zafer bunlardandı. 'Alevi kardeşlerimiz, bildiri yayımladılar' şeklinde haberler yaptılar. Bildiriye sahip çıkan Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk'un ardından gazeteci-yazar Fikret Otyam'ın da desteği geldi.
Özetle bildirimizde aşağıdaki tespit ve talepler yer aldı:
Bu tür karalama ve iftiralar son bulmalıdır. Aleviler, Cumhuriyet rejiminin değerlerini savunuyor; Atatürk ve Milli Mücadele'ye önem veriyorlar. Dolayısıyla Alevilere yönelik suçlamalar mesnetsiz ve haksızdır… Mevcut Anayasa'nın öngördüğü örgütlenme, eğitim ve inanç özgürlüğü temelinde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Mezhepler Müdürlüğü'nün kurulması, aynı zamanda Anayasa'nın öngördüğü özgürlükleri de sağlayacaktır.
Açıklamanın kamuoyunda yarattığı olumlu havayı büyütmek, Aleviliğin ne olduğunu bilimsel olarak ortaya koymak için bir açık oturum düzenledik. Prof. Adnan Erzi, Prof. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Prof. Coşkun Üçok, Bülent Nuri Esen gibi isimler katıldılar. Aleviliği ve laikliği anlattılar. Çok başarılıydı…
(Sağ ve muhafazakâr çevrelerden) baskılar artınca, İsmet İnönü'nün başbakanlığındaki hükümet, olası bir 'Sünni-Şii çatışmasını' önlemek gerekçesiyle, Mezhepler Müdürlüğü ve Alevi Masası kurulması için Meclis'e sunduğu yasa tasarısını geri çekti.
Bugün dönüp bakıyorum da, belki o zaman Mezhepler Müdürlüğü kurulmuş olsaydı. Devlet bütün inançlara eşit yaklaşsaydı, laiklik konusunda ciddi bir adım atılmış olacaktı."
Seyfi Oktay'ın mezhep ayrımcılığına karşı ilk fiili ve aktif tepkisi, SHP Başkanvekili sıfatıyla ziyaret ettiği Tunceli'de yaşanmıştır. Kendisinden dinliyoruz:
"Tunceli SHP İm Başkanı Hüseyin Haceroğlu, ağlamaklı sesle tonuyla telefonda anlattı:
Alevi nüfusunun en yoğun yaşadığı ilde, dönemin Tunceli Valisi'nin 'Alevileri asimile etme niyetiyle, hem Alevileri kötülediğini, hem de Alevileri bütün köylere yaptırdığı camilere ve açtırdığı Kur'an kurslarına gitmeye zorluyor. Tavır koyanlara da sert davranıyor; bir kısmını da gözaltına alıyordu!'
Daveti üzerine Tunceli'ye gittim. SHP İl Başkanı ile yöre halkını dinledikten sonra, birlikte valiliğe çıktık. (Emekli tuğgeneral ve Askeri yönetim tarafından 1982'de vilayete atanmış olan) Vali Kenan Güven, başladı anlatmaya: Alevileri dine çekmek için açtığı Kur'an kurslarından ve camilerden bahsetti.
O anlattıkça coşuyor, ben de kendimi tutarak dinliyordum. Konuşmasının bir yerinde, 'Alevilik onbaşılıksa, Sünnilik generalliktir' deyince, artık kendimi tutamadım. Benim gibi sakin birini bile çileden çıkmıştı.
Bu kadar açık hakaretten sonra, terbiye sınırlarım ortadan kalkmıştı: 'Ulan dedim, sen Osmanlı Paşası mısın, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin valisi mi?' Yanımdaki sandalyeyi kapıp kafasına vurmak için ayağa kalktım.
Bizim arkadaşlar araya girdiler ve beni sakinleştirdiler. Bu kadar sinirlendiğimi gören ve biraz önce ballandıra ballandıra Aleviliği kötüleyen, asimilasyonu savunan o Vali sanki birden gitmiş, yerine 'Beni yanlış anladınız' diyen 'mülayim' bir Vali gelmişti...
Ankara'ya döner dönmez ilgili Bakan'a soru önergesi vermiş; bahsi geçen Vali dönemi dâhil, Tunceli'de açılan İmam Hatip okulları, camiler, Kur'an ve Hafız kursları hakkında bilgi istemiştim.
Başbakan adına dönemin Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanı Metin Emiroğlu'nun verdiği bu cevap ibret vericiydi: İki adet açılan İmam Hatip okulu bir yana, cemaat (Sünni kesimden) bulunmayan Tunceli'de tam 36 adet cami yaptırılmış, her camiye bir imam atanmıştı.
İddiaya göre bu camiler, 'halkın ve tüzelkişiliğe sahip mahalli hayır kurumlarının bağışlarıyla' yapılmıştı. Bir süre sonra, namaz kılacak cemaat olmadığı gerekçesiyle kapanan bu camilerden sonra, AKP iktidarı devrinde el üstünde tutulup desteklenen FETÖ hamlelerinin sonucunda çok sayıda Kur'an kursu açıldı. Etkisi ve faaliyet alanı öncelikle derneklere, sonra da oradaki üniversitesine kadar uzanabildi…"
Oktay, ayrımcılığın giderilmesi noktasındaki kararlı insani tutumu neticesinde, kendi ifadesiyle "Doğu Sorunu", bana göre ise Kürt meselesinin çözümüyle de yakından ilgilenmişti.
Örneğin ANAP (Anavatan Partisi) iktidarının Doğu ve Güneydoğu'daki 10 ilde devam eden Olağanüstü Hal'in (OHAL) dört ay daha uzatılması yönünde Meclis'e öneri sunuşu münasebetiyle, Seyfi Oktay Sosyal Demokrat Halkçı Parti grubu adına 14 Kasım 1991'deki konuşmasında şöyle diyordu:
ANAP iktidarı, sorunun çözümüne hiçbir zaman insani boyutu katmamıştır. Olayın üzerine hep olağanüstü yetkilerle ve hep anti-demokratik öz taşıyan uygulamalarla gitmiştir… İktidar, OHAL ilan etmiş ve Bölge Valiliği oluşturmuştur.
Bununla da yetinmemiş, sürekli olarak ancak sıkıyönetimlerde kullanılacak yetkileri ve hatta daha fazlasını kullanma yolunu seçmiştir.
Kamuoyunda 'SS Kararnameleri' diye adlandırılan ve Anayasa'da öngörülmeyen, devletin, hukuk devleti olma ve demokratik devlet olma niteliğiyle çelişen hükümlerle, yetkiler veren kararnameler çıkarmıştır.
Bu kararnamelerle getirilen hükümler ve uygulamaları, doğrudan eylemciye yönelik olmayıp, halkımız ve yöredeki vatandaşlarımızla ilgili hükümlerdir. Hatta sürgün ve sansür getiren hükümlerle, bu yetkiler bölge dışına taşınmış ve bölge dışındaki yurttaşlarımıza da uygulanmıştır.
Görülüyor ki, 'bu sorunu çözeceğim' diye, Anayasa dışı, hukuk dışı, demokrasi dışı yetkiler kullanılmıştır…
Yöre halkı yıllarca, bir taraftan ayrılıkçı güçlerin baskısı altında, onların korkusu içinde; diğer taraftan Anayasayı, devletin hukuk devleti olma niteliğini aşan yetkileri kullanan kamu görevlilerinin uygulamaları ve dışlayan tavırları karşısında, tam bir kıskaç içerisinde kalmıştır. Bütün bunlar, ülke halkına, potansiyel devlet ve toplum düşmanı olduğu inancıyla bakmanın bir ürünüdür.
Böyle akıldışı davranışlarla, ülke ve ulus bütünlüğünü koruyacağımızı mı sanıyorsunuz? Yönetiminiz yanlış, yönteminiz yanlıştır. Bir temel yanlış içerisindesiniz; Bu temel yanlışlarınızı görenlere de hep 'bölücü' damgası vurmaya çalışıyorsunuz."
Kürt meselesinin çözümü söylemiyle AKP iktidarının önce ele alıp sonra da yarıda bırakarak amansız bir çatışma yürüttüğü günümüzde, Seyfi Oktay eskiden beri sürdürdüğü tutumuna işaret etmek gerekmektedir:
Çözüme insani boyut katmak; meseleyi demokratik ve hukuk devleti anlayışıyla ele almak.
Bir sonraki yazıda devam edeceğiz…
Kaynakça:
1. Oktay'ın biyografisine ilişkin yazı, özgür ansiklopedi Vikipedi'nin "Seyfi Oktay" maddesinden yararlanılmış ve bilgilerin doğruluğu kontrol edilmiştir. Güncelleme tarihi, Mayıs 2021.
2. Odatv, "Gülen'in "Bu adamın çaktığı kazığı 40 yıl çıkaramam" sözü MİT raporunda var!" haberi, 3 Ağustos 2016.
3. "Ergenekon soruşturması" dışındaki özet bilgiler, Vikipedi ansiklopedisinden alınmış ve doğrulanmıştır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish