(Biraz sonra okuyacağınız hikayede adı geçtiği için Hz. Süleyman hakkında bu notu düşelim peşin peşin. Hz. Süleyman masum bir peygamberdir ve masumlar da bu hikayede geçtiği türden yakıştırmalardan beridirler. Ancak erbabı bilir, Arapça gramerinde irab-ı mahki, yani bugünün ifadesiyle yakışık almasa da bir şeyi tırnak içinde olması kaydıyla aktarmak caizdir. Yeter ki verilecek mesajı pekiştirici mahiyette olsun.)
Malumunuz, insanların yanı sıra kuşlar, cinler ve rüzgar da Hz. Süleyman'ın emrine verilmişti.
Bir gün evlenmeye karar verdiği Saba kraliçesi Belkıs için düğün hediyesi olarak deniz üstünde kuş tüyünden bir saray yapmaya karar verir. Yolunmak üzere bütün kuşların çağırılmasını emreder.
Bütün kuşlar işlerini, güçlerini, yuvalarını, yuvalarındaki yumurtalarını, aç biilaç yavrularını bırakarak Hz. Süleyman'ın huzuruna uçarlar.
Herkeste bir merak neler oluyor, bu seferberliğin sebebi nedir diye. Saray kulislerinde dostları olan yarasa bu gelişmenin sebebini öğrenmiştir.
Hemen ileri atılır. 'Ocakta yemeği unuttum, bir an önce yolun beni gideyim' der.
Yolunmuş yarasa yuvasına doğru uçarken Hz. Süleyman sarayın balkonunda görünür. Bir anda kanat çırpınışları, vit vitler, cik cikler, gak gaklar…kesilir.
Hz. Süleyman rengarenk kuş sürülerini dikkatle süzer konuşmayı yapmadan önce. Bu rengarenk tüylerden yapacağı sarayı gözlerinin önüne getirir.
Fakat birden durur. "Baykuş nerde? Neden onu göremiyorum?" diye söyler etrafındaki adamlara.
Saray erkanında bir telaş başlar. Baş mabeynci hüdhüd, herkesi çağırdık efendimiz der, titreyerek ve Hz. Süleyman'ın yüzüne yansımış hışmını görmemek için gözlerini kaçırarak.
"Çabuk çağırın bana o hadsizi" der Süleyman peygamber. Hüdhüd ormanın derinliklerinde bir ağacın başındaki Akdeniz sahillerine nazır yuvasında eşinin közünü harladığı nargilesini demli çay eşliğinde ciğerlerine çekmekle meşgul baykuşa kızgın bir ötme tonuyla söylenir.
"Oh! Keyfe bak, biz beyefendi için sabah sabah Hz. Süleyman'dan fırça yiyelim, beyefendi nargile fokurdatsın sahillerde! Duymadın mı Hz. Süleyman'ın çağrısını?"
"Duydum", diye karşılık verir baykuş, keyfinin kaçırılmasından rahatsız olduğunu göstererek.
"Hadi kalk gidiyoruz der" Hüdhüd.
"Gelmiyorum, git Süleyman'a aynen ilet."
Hüdhüd'ün baykuşun bu özgüveni karşısında gözleri dehşetle yuvalarından fırlar.
"Saygısıza bak! hala 'Süleyman' diyor, 'aynen ilet' diyor ya! aklımı oynatacağım…"
Söylene söylene geri döner ve Hz. Süleyman'a anlatır gördüklerini.
Hz. Süleyman, "Git ona söyle, eğer gelmezse rüzgara emrederim onun çerden çöpten yuvasını kaf dağının ardına savururum, onu da parça pinçik ederim" der.
Hüdhüd mesajı gidip baykuşa iletince, mesajın ciddiyetini anlayan baykuş istemeden de olsa yola çıkar.
Huzura girer, Hz. Süleyman'ın gözleri çakmak çakmak, ateş fışkırıyor.
"Ben, Süleyman peygamber, emrettiğim halde sen baldırı çıplak kuş, nasıl gelmezsin, bu ne cüret" diye çıkışır.
Baykuş, aslında çağrının sebebini önceden öğrenmiştir. Bu yüzden lafı uzatmadan hemen neden gelmediğini anlatır ve şöyle der:
E Allah razı olsun. Ma bu yaptığın akıl karı mı? (Diyarbekir şivesiyle. Öyle diyordu hikayeyi anlatan amcam)
Bunca kuşu yolacaksın, rüzgara, yağmura, kara, fırtınaya, soğuğa, sıcağa karşı korumasız bırakacaksın. Niçin? Deniz üstünde kuş tüyünden bir saray yapmak için. Hem de bir kadın için, değer mi? (kızmayın hemen, irab-ı mahkidir, yani kuşun sözüdür, benim değil).
Hadi diyelim rüzgar senin emrinde olduğu için kuş tüyünden sarayı teğet geçti bir zaman, ya denizin azgın dalgalarını ne yapacaksın, bildiğim kadarıyla denizlere hükmün geçmiyor, yanılıyor muyum?!.
Bir med cezirlik ömrü vardır bu sarayın. Sonra işin yoksa denizi kirleten kuş tüylerini temizlemek için Roma'dan gemi kirala, rezervleri suyunu çekmiş bu bütçeyle hem de!
Bu cevap karşısında Hz. Süleyman bir an durur.
Sonra saray kurmaylarına, uzmanlıkları boyunlarındaki teneke yaftalarına yansımış danışmanlar ordusuna döner ve "Hiçbirinizde bu kuşunki kadar beyin yok. Doğru söylüyor" der.
Sonra balkondan akıbetlerini çaresizce bekleyen kuş sürülerine "Gidin, hepiniz serbestsiniz" diye seslenir.
Olan yarasaya olmuştur. Çıplak ve korumasız kaldığı için o gün bugündür utancından gündüzleri dışarı çıkamıyor garibim.
Her gece hırlı hırsızın arasında rızkını aramak için tünediği mağarasından çıkmadan önce yavrularına "Unutmayın, bizi bu karanlığa mahkum eden Süleyman'ın neslinden intikamımızı bir gün alacağız" diye tembihte bulunur.
İntikamlarını Hz. Süleyman'ın soydaşları olan biz insanlardan korona adlı bir virüsü yayarak fena halde aldılar nitekim.
Korkudan gündüzleri dışarı çıkamıyoruz. Keşke baykuş daha önce çağrıya uysaydı da insanlığın akıbetini böyle yarasanın insafına bırakmasaydı, diyorum.
Geçenlerde bir televizyonda doktorların aşı ile ilgili tartışmalarına şahit oldum.
Mutezili, Eş'ari, Matüridi, cebriye, kaderiye…bilumum ilahiyatçılar tartışıyor sandım bir an için.
Ramazan da değildi, hayır olsun, "gene ne yokmuş İslam'da" diye geçirdim içimden.
Latince kavramlar ekranda uçuşunca tıbbi bir labirentten geldiğini anladım bu seslerin.
Biri, "aşıların hiçbir faydası yokmuş" deyivermesin mi!.. Bir çeyrek ilahiyatçı "İslam'da İslam yoktur" demiş gibi başımdan aşağıya soğuk su dökülmüş kadar üşüdüm.
Sanki tüylerim yolunmuş gibi. Herkesten önce koşup aşı olduğum için kendimi yarasa gibi cascavlak hissettim o an.
Yarasa sendromu anlayacağınız (sendrom neyse de yarasa nedir Allah aşkına! Stockholm, Kopenhag gibi bir ismi olsaydı belki literatüre bile girerdi ).
Saray danışmanları yarasayı yolan elleriniz kırılsın e mi!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish