Postkolonyal Afrika yazarlarının çoğunun otobiyografik eserler vermesi tesadüfi olmasa gerek.
Camara Laye, Wole Soyinka, Chinua Achebe'nin yanı sıra siyasi liderler hayat hikayelerini, tecrübelerini bir şekilde kaleme aldılar.
Güney Afrika edebiyatının önemli yazarlarından Es'kia Mphahlele de 1951 yılında yayımladığı Down 2nd Avenue [2. Caddenin Aşağısı] adlı otobiyografik çalışmasıyla adından söz ettirir.
Mphahlele bu konuda yalnız değildi şüphesiz. Kitap, o dönemde çıkan Peter Abrahams'ın Tell Freedom ve William Bloke Modisane'nin Blame Me On History ile birlikte okunduğunda Güney Afrikalı siyahların yaşantıları ve iktidarın baskıcı, ırkçı uygulamaları zihinlerde netleşir.
Her üç eser de aşağı yukarı benzer dönemleri anlatır.
50 sonrası siyah yazarların çoğu Johannesburg'da Drum dergisi etrafında buluşurlar.
Dergi etrafında Bloke Modisane, Nat Nakasa, Can Themba, Es'kia Mphahlele, Lewis Nkosi ve Casey Motsisi gibi dönemin önemli isimleri yer alır.
Drum yazarlarının genelde siyah kimlikleriyle öne çıkmış isimler olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Mphahlele, bir yazısında anti-apartheid siyah edebiyatının en önemli özelliğinin yazarların hayatta kalma mücadelesindeki deneyimlerini yansıtmaları olduğunu belirtir.
Siyahların izlenimci olmak zorunda olduğunu, zira siyahların fiziksel acıya, açlığa, herkesin birbirini itip kaktığı, tıka basa dolu yolcu taşıyan araçlara, kalabalık evlere, çöp kokularına, sokak çöplerine çok yakın olduklarını ifade eder, Mphahlele.
Dolayısıyla siyahların hayatın en dip noktasında mücadele etmeleri, edebi kavrayışlarını biçimlendirmiştir.
Daha gerçekçi, daha dokunaklı ve itiraz eden bir damar, 1950 sonrası kuşağın da belirgin özelliği olmuştur.
Mphahlele romanda çocukluğunu anlatırken, tarihsel olarak Bushmen yani "vahşi insanlar" olarak nitelenen San halkının toplum nezdinde nasıl görüldüğünü şöyle anlatır:
Nehrin bir yakasında Metodistler, Presbiteryenler ya da Hollandalı reformistlerden oluşan Hristiyan topluluklar vardı.
Diğer yakada ise kabile yaşamını süren topluluklar vardı. Hristiyanlar onlara 'putperest, dinsiz' derdi.
'Putperest kafirlerin' arasında büyücü kadınların olduğu söylenirdi bize, eğer onlar orada yürüyüşe çıkmışsa onların ayak izlerine basmayacaktık.
Hristiyan olmuş siyahların, öteki siyahlara bakışını çocukluğuna uzanarak vermeye çalışan Mphahlele, kafir, putperest olarak anılan halkın kendine has eğitim sisteminin olduğunu da anlatır.
Ormanlık ya da dağlık alanlarda kendilerine has Sünnet okullarının olduğunu öğreniyoruz.
Roman boyunca Apartheid rejiminin yürürlüğe koyduğu ırkçı sınıflandırmalarla tanışırız; Mphahlele bize siyahlığın da nasıl üretildiğini göstermek ister.
Apartheid baskı rejimi altında gençliğini ve ırkçı ayrımcılığı gösteren otobiyografik romanındaki çarpıcı kısımlardan birisi de şudur:
Bir siyah beyaz adamın evine arka kapıdan girmelidir. Siyahlar pis işlerin çoğunu yaparlar. Beyaz adama böyle bir iş verildiğinde cevabı 'Kafir değilim'dir.
Siyah adam caddeleri temizler ancak özgürce yolda yürümemelidir. Siyahlar beyazlar için ev inşa ederler ancak evin içinde yaşayamazlar.
Siyahlar beyazlara yemek pişirirler ancak artıkları yerler. Siyahlar ve beyazlar kardeştir blöfüne kulak asma.
Kamusal alanda Apartheid rejiminin ayrıştırıcı politikasını şu metinden anlayabiliriz:
Şehirle Rosettenville arasında Avrupalılar için hizmet veren çift katlı bir otobüs vardı. Melez yolculara üst katta sınırlı bir köşe verilirdi. Her zaman.
Bazı beyaz biletçiler siyahlara da ses etmiyorlardı. Diğerleri izin vermiyordu. Bu nedenle, çoğunlukla ya yürürdük ya da Afrikalılara ayrılmış tramvay servisine binerdik.
Beyazlarla siyahlar arasında var olan ayrımcılığı ve bunun siyahlar üzerinde yarattığı gerilimi yansıtan otobiyografik roman, Güney Afrika'nın Apartheid ırkçı rejimin psikolojik boyutunun şiddet tarafını gösterir.
Apartheid rejimi kamusal alanları bile ırkçı önceliklere göre düzenlerdi.
Ayrıştırmanın boyutunu anlamak için başka bir örnek olarak, 1955 yılında yayımlanan Alan Paton'un Too Late The Phalarope romanındaki şu pasaj dönem açısından çok gerçekçi ve çarpıcıdır:
Burada siyahlar kendi hayatlarını ayrı bir dünyada fasulye, darı ve tatlı patatesin yetiştiği küçük tarlalarıyla yuvarlak çimden kulübelerinde yaşarlardı.
Bazıları siyahlar için birlikte olmaları daha iyidir, der, böylece bizim medeniyetimizin fenalıklarından ancak korunurlar; ancak onların orada kalamayacağıdır, çünkü küçük tarlaları onları orada tutamaz, giysi ve yiyecekleri için çalışmaya dışarı çıkmak zorundalar. Neredeyse tüm erkekler, binlerce kişi Johannesburg ve Durban'a giderler.
Güney Afrika'da 1910'dan itibaren siyahların hareket alanını daraltmayı amaçlayan yasaların yürürlüğe girmesi, Apartheid rejiminin hakimiyetinde ayrıştırma politikalarının derinleşmesiyle beraber çözümü güç sorunlar ortaya çıkmıştır.
Siyahlar Prospect, Sophiatown, Alexandra ve Pimville banliyölerinde yerleşirken, buralarda yer bulamayanlar ise gecekondu evleri inşa etmeye çalıştılar.
1940 sonrasında on binlerce siyah teneke evlerden oluşan kenar mahallelerde yaşamaya mahkûm olmuştur.
Marabi Kültürü
Modikwe Dikobe'nin dönemin portresini çizen The Marabi Dance [Marabi Dansı] romanı 1973'de yayımlanır.
Döneminin en önemli romanlarından olan Marabi Dansı, Johannesburg'daki Sophiatown semtinde gelişen kısmen kozmopolit siyah kültürünün çeşitliliğini yansıtır.
Tıpkı La Guma'nın District Six semtine odaklanması gibi, Dikobe de Johannesburg'un bu canlı semtindeki siyah yaşamı konu eder.
Bu bağlamda Güney Afrikalı şair Don Mattera'nın Memory is the Weapon [Bellek Silahtır] otobiyografisi de anmalıyız.
Mattera, Sophiatown'un yıkımından önceki hayatını şöyle anlatır:
Dinlerin Yüzü, nedamet, tövbe ve Tanrıyla uzlaşma anlayışlarını pazarlayan ve vaaz eden sayısız Hristiyan mezhebinden Hindulara, Müslüman ve Budist hiziplerine kadar renkli floresan reklamları gibi parlıyordu.
Sonra, gece yarısından şafak sökene kadar devam eden davullar ve ziller eşliğinde Afrika amaZionilerinin coşkulu dini ritüelleri olurdu.
Yaşlı, çocuk, genç olsun, kadınlar ve erkekler sanki Tanrıları uzun bir tatildeymişçesine telaş içinde dua ederlerdi. Kiliseler ruhların arınması için yarışırdı.
Marabi kültürü, siyahların şehir yaşamını, gündelik hayatını, müzikle içli dışlı oluşunu yansıtır; roman bir yanıyla R. R. R. Dhlomo'nun Bir Afrika Trajedisi'ndeki kültürel yaşamın devamı gibidir.
Johannesburg'da Doornfontein ve Prospect banliyölerindeki yaşamın, yani marabi kültürünün Sophiatown'da daha çeşitlenerek devam ettiğini, özellikle de daha eğitimli, bilinçli bir atmosfere dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Drum yazarlarının da övdüğü bu zengin kültürel coşku,
Ne yazık ki Apartheid rejiminin ansızın 9 Şubat 1955 yılında binlerce polisle semti tarumar etmesi, bu kültür coşkusu sekteye uğrar. Altmış bin semt sakini zorla yerlerinden edilir.
Sophiatown çok kültürlü yapısıyla 1950'lerdeki siyahların sanatsal yaşıma da ev sahipliği yapmıştı.
Marabi Dansı, kent kültürüne aşina olmuş Martha'nın taşra hayatına zorlanması ve akabindeki ortaya çıkan kimlik çelişkilerine odaklanıyor.
"Okulu erken yaşta terk etmeye ve beyazların mutfağında çalışmaya zorlanan bir taşra kızına dönüştüğümü görmek için sessiz kalmayacağım" der Martha romanda.
Marabi Dansı, Doornfontein'de yaşayan taşralı bir aile kızının Marabi kimliğine tutunmasını ve kent-taşra gerilimi yansıtır.
Geleneksel yaşama, aileye sığdırılan bir hayat ile daha heterojen bir dünyanın arasında kalır roman kişisi Martha.
Siyahların kent kültürünü en çarpıcı biçimde yansıtan romanlar arasındadır Marabi Dansı.
Marabi kültürü köken itibarıyla Harlem Rönesansı'ndan çok etkilenmiştir.
Mphahlele, The African Image [Afrika İmgesi] çalışmasında, Güney Afrika'daki kültürel atmosferi anlatırken, 1940'lı, 1950'li yıllarda irili ufaklı sayısız caz grubundan bahseder.
Siyahların sinemaya ilgisinin çok fazla olduğunu söyler.
Mphahlele, şehirde yaşayan Güney Afrika siyahların Afro-Amerikalılarla çok ortak yönlerinin olduğunu dile getirir.
Marabi dansı, müziği ve kültürü bugün Güney Afrikalı siyahların yaşam biçimini özetler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish