Oryantalizm III (Sömürgeciliğin Keşif Kolu)

Prof. Dr. Mehmet Çelik, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Vikimedia

Hz. Muhammed’in peygamber oluşu ve daha sonrasındaki kısa dönem Hrıstiyan Batı âlemi için İslam, henüz bilgi ya da fikir atmosferi oluşturacak kadar bilinir bir olgu olmaktan uzaktır. Bu dönemde İslam çoğunlukla Hrıstiyanlar tarafından Hrıstiyanlığın hileli bir tahrifi olarak görülmektedir. Bu da Batı âleminin hor görme, küçümseme kültürünün yansıması olarak görülmelidir. Çünkü ta Homeros’tan bu yana Batı “Ben ya da biz” ve “ötekiler” arasındaki zihinsel ayrımın çerçevelediği bakış açısının oluşturduğu fikrî atmosferin etkisini hep taşımıştır. Çünkü Edward Said’in de dediği gibi Şark hakkında yazan herkesin Şark karşısında kendini konumlandırmak gibi bir zorunluluğu vardır. Bu kimi zaman Şark’ı çerçevelendirme tecessüsü suretinde gözükse de çoğu zaman oluşturulmuş zihni bir imge olarak tasavvurî bir âlemin neredeyse değişkenlik göstermeye mahal kalmayacak biçimde “merkezdeki benin” karşıtlığı sürdürecek dinamizmi kaybetmemesi için bilendirmeyi amaçlayan bir   güdülemeğe yönelik olmaktadır. Bazı yazarların ifade ettikleri üzere bir tiyatro deyimi olarak ödünç alınan “temsilci bulma” iç güdüsü şeytanlaştırma için rolü daha baştan çizilmiş kötünün zihinlerde yer alma biçiminin netleşmesi anlamına gelir. Dolayısıyla Şark hakkında söyleyenlerin ya da yazanların zihin ve fikir dünyalarında Şark bir coğrafya değil imgesel ya da kurmaca bir âlemin ya da kültürün adı olmalıdır.

Batı antik temsillerde daha ziyade Pers dünyası olarak göregeldiği Şark’ı Hz. Muhammed’in 632’de vefatından sonra İslam ile ilişkilendirerek anlayacak ya da imgeleştirecektir. Çünkü başlangıçta Hrıstiyan Batı için “teolojik bir sapma” olarak görülen İslam, böyle görülmeğe devam edilmekle birlikte, İslam ve Müslümanlar Peygamber’in vefatından hemen sonra büyük ilerlemeler kaydettiler. Halifeler döneminden başlayarak İran ve Suriye, Mısır ve bugünkü Türkiye’nin bir kısmı ve Kuzey Afrika Müslümanlığın dini ve politik hakimiyeti altına girdi. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda İspanya, Sicilya ve Fransa’nın bazı bölgeleri Müslümanların eline geçti. On üçüncü yüzyıla gelindiğinde İslam artık doğduğu yerden Çin’e; öte taraftan da Avrupa’nın içlerine kadar yayılmış bir durum arz etmekteydi.

 Hrıstiyan Batı “Muhammedcilik” diye adlandırdığı ve teolojik olarak hâlâ küçümsemeğe devam ettiği İslam ve onunla özdeşleştirdiği Şark karşısında korku ve dehşete kapılır. Bu nedenledir ki İspanya’nın Emevi ordularınca fethinden hemen sonra yazılan bir çok anı eserinde “ merhametsiz barbar” imgesi hâkimdir.  Bu şeytanlaştırma on yedinci yüzyıla kadar Batı’yı sürekli tehdit eden bir korku imgesiyle de birleşiktir.  Bu atmosfer zamanla “ kâfir Muhammedîleri” kutsal topraklardan çıkarma amacına dönüşüp karşı karşıya gelecek olan Müslümanların ve Hrıstiyanların zihin ve hatıra dünyasında farklı farklı şekilerde algılanıp anlaşılacak Haçlı “cihatçılığına” evrilecektir.

  Ekonomik sebeplerinin yanında, dinsel fanatizmin sebep olduğu Haçlı Seferleri/Haçlı Savaşları, 1094-1270 yılları arasında  Avrupalı Katolik Hıristiyanların, Papa'nın ya da papaların etkisi ya da bizzat yönlendirmesi ile  Müslümanların hakimiyeti altında olan Ortadoğu toprakları “Kutsal Topraklar” Müslümanların elinden  almak kendi” deyişleriyle kurtarmak için  çıktıkları seferlerin ortak adı olarak tarihte yerini alır. XI. Yüzyıla gelindiğinde Anadolu’nun neredeyse tamamı, Suriye ve özellikle Hıristiyanlar için kutsal sayılan Kudüs şehri, Müslümanların hâkimiyeti altına girmişti. Bu durum aynı zamanda Endülüs’ten sonra İslam’ı o dönemde temsil eden Müslüman Türklerin tehdidi altındaki Bizans’ın da kurtarılması anlamına gelmekteydi. Bu  diğer bir cepheden Batı’daki “Müslüman” kelimesi ile “Türk” kelimesinin eşanlamlı olarak kullanılmasına da başlangıç oluşturmuştur.

1096 yılından 1270 yılları arasında sekiz Haçlı Seferi gerçekleşmiştir.  Bir çok Hrıstiyan devlet  adamının  ya da politikacının zaman zaman ağzından kaçırdığı veya itiraf ettiği  biçimiyle  şekil ve içerik değiştir se de Haçlı seferleri devam etmektedir. Nitekim aldığı büyük tepkiler karşısında özür dilemiş olsa bile  Haçlı ruhunun  Batı’nın toplumsal ve tarihi bilinç altında veya Jungcu bakış açısıyla; “Kollektif bilinç altında”  sahip olduğu alanın çok da değişmediği, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD Başkanı George W. Bush’un itirafından anlaşılabilir. Bush  16 Eylül 2001 de, ulusal güvenlik konusunda danışmanlarıyla Camp David'de yaptığı istişare toplantısının ardından başkent Washington'a dönüşünde Amerikan vatandaşlarına yaptığı konuşmasında şöyle demişti: ''Terörizme karşı bu Haçlı Seferi, bu savaş zaman alacaktır. Amerikalılar sabırlı olmalıdır.''   

 Yeniden tarihe dönersek; 1096 ve 1270 yılları arasında sekiz Haçlı Seferi gerçekleşmiştir.  Neredeyse tamamı Haçlıların yenilgisiyle biten bu savaşlar Batı’nın yeni bir strateji geliştirmek ve düşmanı tanımak üzerine geliştireceği ilmi disiplin ve akademik çalışmaların ortak adı olacak Oryantalizm’in de ( Şarkiyat) başlangıcını oluşturacaktır. Kronolojik olarak iki yüz yıl kadar süren ve askeri çatışma ya da eskilerin deyişi ile meydan savaşı şeklinde cereyan eden bu Haçlı Seferler’inden sonra birçok  düşünür ve aydının da ifadesiyle “silahsız Haçlılığın” bilgisel itham ve saldırıları başlayacak; insaflı bazı yazarlar istisna edilirse  zaman içerisinde yaklaşık 60 bin eser oluşturacak olan Oryantalizm disiplinleri ve dönemi başlayacaktır. Kurmaca ve hayâlî bir Şark kurgusunun büyük alanı olan Oryantalizm’in başlangıcını Cemil Meriç’in deyişiyle; “Oryantalizm’i ifşa” eden adamdan; yani Edward Said’den dinleyelim:

   “ŞARKİYATÇILIK, en kesin deyişle, akademik bir çalışma alanıdır. Hıristiyan Batı’da resmi biçimiyle Şarkiyatçılığın 1312'de Vienne'de toplanan Kilise Şûrasının “Paris, Oxford, Bologna, İgnon ve Salamanca” üniversitelerinde “Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice” kürsülerinin kurulmasını kararlaştırmasıyla birlikte başladığı kabul edilir.18 Ancak, her Şarkiyatçılık açıklaması, sadece meslekten Şarkiyatçılarla onların yapıtlarını değil, Şark denen coğrafi, kültürel, dilsel, etnik birime dayalı bir çalışma alanı düşüncesinin kendisini de göz önüne almak zorunda kalacaktır.”  Oryantalizm’in oluşturduğu tahrifat kültürünü önümüzdeki yazıya bırakarak dikkatlerinizi bir şiire çekmek isterim. Ercüment Behzat Lav’ın Rûhül Kudüs şiiri bir metafizik alanının nasıl bir eğreltimeyle aslından uzaklaşırılabileciğinin tipik bir ifadesidir.


RÛHÜL KUDÜS

I.
Avrupalı İsâ sırasına göre ihtilâlcidir
İçlidir sofudur sırasına göre
Affeder geldi mi işine
Kin güder gelmedi mi de
Zulmü sevmez çekinmez zulümden de

Dostluğu da düşmanlığı da açıktır
Ara sıra haksızlığa başkaldırır
Her şeyi bağlamaz oluruna
Ama iş Afrika'ya geldi mi Hân-ı Yağma

II.
Ne devrimcidir ne de ihtilâlci Amerikalı İsâ
Makine insan tipi iş adamı
Hasmını kündeden atmak günah mı?

Sandık başında oy pusulası,
Birdir Yeni Dünya'nın Siyah'ıyla Beyaz'ı
Bir yanıl da sandığa yaklaş
Biter ensende Beyaz'ın sopası
Yaşasın İnsan Hakları Beyannâmesi
Sonsuz hürriyet içindeler
Karası Kızılderilisi Melezi

III.
Afrikalı İsâ tam İsâdır
Kin gütmez affeder unutur
Sabrı sonsuzdur

Hoş görmeli fenalığı
Böyle buyurmuş Beyaz Tanrı
Sefâlet onun cilvesi
Lûtfu inâyeti hediyesi

Bu çilenin mükâfatını Kara Böcekler
Ahrette görecekler
Ruhlarının akıyla çıkarlarsa bu sınavdan
Cennet bahçelerinden derecekler
Dünyada erişemedikleri nimetleri
Kara Böcekler

Hak taalâ Hazretleri
Karaları sınamak için yarattı
Beyaz Efendileri

                                                                                  (Ercüment Behzat Lav)

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU