"Çak bi mutluluk fotoğrafı"ndan bu yana tam 10 yıl geçmiş!
On yıl önce, ABD Esad’i gönderecek ve Suriye’de rejimi değiştirecek diye biz de hemen pozisyon almışız. ABD’ye gönüllü yardımcı olmuşuz. Amerika’nın sağda solda ne kadar paralı elemanı varsa Suriye’ye arka kapıdan çaktırmadan geçişlerini çakmamışız. Geçişleri körler ve sağırlar bile görüp duyunca da çıkıp aslanlar gibi planı deşifre etmişiz; "üç ay sonra Esad gidiyor, Suriye’de yeni bir düzen kurulacak ve ülkemiz önemli bir rol oynayacak" demişiz. "Sabredin, merak etmeyin, biz ne yaptığımızı iyi biliyoruz" demişiz.
Bölgenin tarihi müktesebatına, Rusya’nın nasıl gözetlediğine, İran’ın neyi merak ettiğine, İsrail’in Arzı Mevud’una, Arapların şamatasına, Avrupalıların sessizliğine bakmamışız da Amerikan başkanının gözlerinin içine bakmışız ve durumu hemen şıp diye anlamışız. "Gözler yalan söylemez" diyerek doğru adım attığımızdan emin olmuşuz.
Ortalık iyice karışmış ama yine de Esad gitmemiş. Lakin "burada ortalık iyice karıştı" diyen masum sivil halk, akın akın gelip sınır kapılarımıza dayanmış. Her akında on binlerce kadın, çoluk çocuk, yaşlı, genç, aç bi-ilaç bekleşir olmuşlar. Bu durum karşısında, Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşuz. 29 Nisan 2011 tarihinde Açık Kapı Politikası (AKP) uygulamak zorunda kalmışız.
AKP, teknik bir deyim. XIX. Yüzyılda ABD ve diğer bazı Avrupalı ülkelerin Çin’deki çıkarlarını korumak ve geliştirmek için başvurdukları bir uygulama. Belli ki Amerika bize biraz daha yardımcı olmuş ve bu aklı vermiş. AKP uygulayın demiş. Onlar adını koymuşlar ama biz öyle bir şey uygulamışız ki o şeyin ne olduğunu bile bilmiyoruz. Gelen geçmiş giden gitmiş. Bir müddet sonra aklımız başımıza gelmiş ve geleni gideni kaydetmeye başlamışız. Beyanları esas kabul etmişiz. Bazen de kayıtları kaybetmişiz.
Öyle ya! İç savaştan kaçıp gelen masumlara ne soracaksın? Yanındaki poşette birkaç küçük eşya ve bir somun ekmek olan bir insana ne diyebilirsin? Hangi belgeyi isteyebilirsin?
Hiç.
Zaten o zamana kadar Türkiye, böyle büyük ve düzensiz bir göçle karşılaşmamış. Yani ortada mevzuat yok. Ne yapacağını bilen bir kurum da yok. Durumun vahametinden ve aciliyetinden dolayı işleri Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na (AFAD) bırakmışız. Zaten devlet olarak o zamana kadar yabancılara yönelik bir düzenleme de yapmamışız. Sadece 29.08.2003 tarihinde Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında çıkan Kanun’un yönetmeliğini yayınlamışız. Bu kadar!
Bu kitlesel göç dalgaları karşısında örgütlenmeyi ve mevzuatı yaşayarak öğrenmiş ve yapmışız. İlk olarak 11.04.2013 tarihinde Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu çıkarmışız. Yani ilk göç dalgasından tam iki yıl geçtikten sonra aklımız başımıza gelmiş ve mevzuatı oluşturmaya başlamışız. Bu kanun ile Göç İdaresi Genel Müdürlüğünü de oluşturmuşuz. Daha sonra uygulamalar ile mevzuat ve kurumsal yapıyı da değiştirip geliştirmişiz.
Tabi bu iki yıllık arada kimler geldi kimler geçti tam olarak bilmiyoruz! Ama anlatılanlar çok çarpıcı! Amerikalı ve Avrupalı dostlarımızın oluşturduğu sivil toplum örgütleri gelip gelip bize yardımcı olmuşlar. Ellerindeki uzun uzun listeleri bizimkilere vererek, "haydi size yardımcı olup, şunların yükünü de biz çekelim" deyip listedeki mültecileri alıp götürmüşler. Biz bu arada gelenlerin kayıt, iaşe ve ibate işlerinden vakit bulup durumu değerlendirince, listelerle gidenlerin kimler olduğunu hemen anlamışız. Doktorlar gitmiş. Öğretim üyeleri, mühendisler, hukukçular, zanaatkârlar, mimarlar, sanatçılar, sporcular, zenginler, hep gitmiş. Batılı dostlarımızın kabul çıtasının altında kalanlar da bize kalmışlar. Ha, haksızlık yapmayalım. Bir de gidebilecek olup da gitmeyenler var. Hayatlarının bundan sonraki kısmını bir gâvur ülkesinde geçireceklerine Türk kardeşlerinin arasında geçirmeyi bilinçli olarak tercih edenler var. Bunlar az da değiller.
Peki, Esad gitmemiş de Suriye’de neler olmuş?
Neler olmamış ki!
Amerikalı dostlarımız tornistan yapınca biz ofsayta düşmüşüz. Sonra bize direktifler yağdırmaya başlamışlar, şunu yapın bunu yapın diye. Al o zaman sen yap çok biliyorsan dediğimizde de "aman gönderme n’olur, sana para vereyim" demişler. Vermemişler. Aslında vermişler ama dilenciyi görüp de cebindeki bozukluklardan "bari hayır yapayım" diye kurtulmak isteyen adamın vermesi gibi vermişler. Ülkemizin çektiği yükün yanında devede kulak misali bir yardım.
Bu kadar mı?
Elbette hayır. Esad gitmemiş ama Rusya gelmiş ve iyice yerleşmiş. İran zaten böyle bir fırsat arıyormuş ve gelip yerleşmiş. İsrail’in etekleri zil çalıyor. Araplar hala şamata yapıyor. Ama biz şamataya pabuç bırakacak bir millet değiliz tabi! Hem Esad’e hem de Mısır’ın Sisi’sine gereken cevapları ve ikazları düzenli olarak verip durmuşuz. Ayar vermişiz, nutuk atmışız. Dostluğumuzun cennet, düşmanlığımızın ise cehennem olduğunu anlatmışız.
Lakin Batılı dostlarımız ise alacaklarını almışlar ve hazırlıklarını yapmışlar.
Ne hazırlıkları mı?
Şaka yapıyor olmalısınız.
Tabi ki Doğu Akdeniz hidrokarbon yataklarını bölüşüm ve çıkarma hazırlıkları. Bütün bu tiyatronun niçin olduğunu zannediyordunuz? Dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz yatakları Doğu Akdeniz’de. Onlarca trilyon dolarlık rezervlerden bahsediyoruz. Bunları Batılı dostlarımız uzun zamandır biliyorlardı. İstihsal etme zamanının geldiğini düşündüklerinde ise böyle bir kurgu yaptılar. Bizi kendi içimize hapsettiler.
"Alavere dalavere, Türk Mehmet hapise" gibi bir sonuç çıktı. Komşularımızla sıfır dostluk çıktı. Neredeen nereye! Nimetlerin tamamı onların, külfetlerin tamamı bizim oldu. Hatta bu kurguda, başımıza daha neler geleceğini de bilmiyoruz. Kuralı onlar koyuyor, oyunu biz oynuyoruz. Oyun kurgulamak aklımıza gelmiyor. Gelse ne olur. Öyle bir oyun kurulmuş ki bütün oyuncular aynı amaca hizmet ediyorlar. Pes doğrusu!
Şimdi sen, bu yazımı okuyan canım kardeşim.
Suriye’nin yıkıldığına mı yanarsın, Geçici Koruma Sağlanan yaklaşık 4 milyon mülteciye mi yanarsın, burnumuzun dibindeki petrol ve doğalgazı kaybettiğimize mi yanarsın, sorunsuz komşumuzun kalmadığına mı yanarsın, harcadığımız on milyarlarca dolara mı yanarsın yoksa verdiğimiz yüzlerce canlara mı yanarsın ben bilemem. Lakin önümüzdeki fotoğraf bu. Ve bu oyunun kurgusu bize ait değil.
İşte şimdi gerisini sen düşün benim canım kardeşim.
Ben sadece ışıkları yaktım. Bunu da iyi göresin diye yaptım. İstedim ki göresin de oyuncu değil oyun kurucu olasın.
Sanırım iyi yaptım.
© The Independentturkish