Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) Demirel hükümetine ve Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'a, borçların ödenmesi ve ekonomik krizden çıkış yolu olarak gösterdiği gibi, neoliberal ekonominin bir gereği olarak genelde sanayi kavramı bir kenara atılacak, planlama yerini IMF reçetelerine bırakacaktı.
Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) kaynakları, memur ve işçi ücretleri, ürün taban fiyatları, yatırım alanları, yabancı sermayeye karşı tutum, üretimin iç ve dış pazara yönelme düzeyi gibi tüm stratejik alanlar, IMF'nin istekleri doğrultusunda belirlenecekti.
Bir ülkenin kapitalist gelişme modeli içinde nispeten sanayileşmesi için yabancılara kaptırmaması stratejik alanlar ile ilgili söz ve karar hakkı giderek yabancı sermayeye bırakılacaktı.
İç pazara dönük kapitalist birikim modeli çerçevesinde düzen partileri, halkın ekonomik sorunlarına nispi çözümler üretme zorunluluğu duyuyordu.
Bu yönlü çözüm arayışları "popülizm" suçlamasıyla boşa çıkarılacaktı artık.
Çok Atatürkçü cuntanın ön açması sonucu, Mustafa Kemal Atatürk'ün "ekonomik bağımsızlık" kavramına yüklediği anlam "kulakta hoş bir seda" olarak kalacaktı!
Amerikan çıkarları…
Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği'ne karşı yürüttüğü Birinci Soğuk Savaş'ı kaybetme sürecine girmekle kalmamıştı; bağımlı ve yeni sömürge ülkelerin borçlarını ödeyememesi, devrimlerin ve devrimci mücadelenin pazar alanlarını daraltması ve büyük kent merkezlerinde 68 Kkuşağı'nın yaktığı ateşin etrafında halkın ısınma eğilimi göstermesi çözümsüz bırakılan köklü sorunları açığa çıkarıyordu.
Derinleşen sosyal ve siyasal çelişkiler ekonomiyi olumsuz etkilerken, Avrupa ve Japonya, kapitalizminin rekabeti karşısında zorlanıyordu.
Sovyetler Birliği'ni kuşatmaya almak, devrimleri ve devrimci mücadeleyi durdurmak, bağımlı ülkelerin borçlarını ödemeleri için ekonomilerine düzen vermelerini sağlamak, OPEC ülkeleri üzerinden tezgâhladığı petrol ambargosu ile Avrupa ülkeleri ve Japonya'yı dizginleme ihtiyacı duyuyordu...
Sonuç olarak, ABD bunalımını aşmak ve sonunda Sovyet sistemini çökertmeyi hedeflediği İkinci Soğuk Savaş'a tartışılmaz lider ülke olarak girmek istiyordu.
Bu noktada Türkiye'nin rolü, Amerikan emperyalizmi ve Sovyetler Birliği arasında başlayacak İkinci Soğuk Savaş'ın geleceği açısından çok önemliydi.
Afganistan'ı Sovyet Rusya işgal etmiş, İran Antiamerikan bir çizgiye kaymıştı. Türkiye kalesi sağlam olmalıydı; yoksa Sovyetler Birliği'ni çevreleme ve Ortadoğu'yu kontrol altına alma politikası 'çatlaklara' takılabilirdi.
Türkiye'nin ise önemli bir borç tutarı vardı. Üstelik halk sahaya çıkmaya başlamıştı. "Basiretsiz" ve "oy avcısı" politikacılar halka taviz veriyordu.
Türk ekonomisine nizam vermek, iş daha fazla büyümeden devrimci hareketleri ve toplumsal muhalefeti tasfiye etmek gerekiyordu.
"Yarım" kalan 12 Mart 1971 darbesinde ve 12 Mart'tan sonra izlediği "istikrarsızlaştırma" siyasetinde, Amerikan emperyalizmi hep bu hedefi gözetmişti.
Nitekim bütün bu süreçte Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine, devrimcilerin ve toplumsal muhalefetin tasfiye edilmesi için geniş destek vermişti.
Neoliberal tercihin simgesi: 24 Ocak Kararları
Halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm arama mücadelesi 1973-1974'lü yıllardan 1980'li yıllara doğru gelişiyordu, ancak hak ve özgürlükleri daraltma, baskı ve terör kampanyaları olacaktı yanıtları.
MC hükümetlerinin açıktan, CHP hükümetlerinin "üstü örtük" yönetimlerle yaptıkları aynı şeydi aslında.
İsteseler de istemeseler de bu hükümetler toplumsal muhalefetin yoğun baskısı altında, parlamenter düzen içinde halkın sorunlarına tam olarak sırt çeviremiyorlardı.
Bu noktada, 24 Ocak Kararları açık ve kesin bir tercihin simgesiydi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Yeni düzen halkın "kemerlerini sıkması", iş adamının "ihracat yapması", iktidar partisinin buna uygun ekonomik, sosyal ve siyasal önlemleri alması anlamına geliyordu.
Burjuva politikacılarının yıllardır dillerine pelesenk yaptıkları "refah", "yatırım", "kalkınma" gibi ayartıcı kavramlar bundan böyle terk edilecekti.
Halk parasını bankalara ve bankerlere yatırmalı, daha az tüketmeli, daha fedakâr olmalıydı.
Türkiye'nin ve halkın geleceği ihracat gelirlerinin yatırıma dönüşmesine bağlıydı.
İhracatçısı, politikacısı, radyosu, televizyonu, gazetesi, dergisi, kısacası tüm haberleşme, iletişim ve koşullandırma araçları tek yanlı kullanılarak halka az tüketmenin, çok çalışmanın ve tasarruf etmenin fazileti anlatılacaktı.
Zam, işsizlik, pahalılık gibi halkın günlük yaşam koşullarından, ahlaki değer yargılarına dek tüm ilişkilerini ve karakterini bozucu kötülüklere tepki göstermemesi, anlayışla karşılaması istenecekti.
Bunlar hep vardı zaten. Bu kez çok daha yüksek bir vurguyla ihracat politikası yönünde yapılmaya başlandı.
Bunca çabadan güdülen amaç, emperyalizm ve IMF'nin "ekonomik önlem" paketlerinin en elverişli koşullarda uygulanmasını sağlamaktı.
Toplumu toplumsallıktan koparmak, bireyciliğe göre koşullamaktı.
Yıllar ve yıllarca Pavlov'un 'koşullu reflekslerini' aratmayan yöntemler uygulanacaktı.
Toplum, kısmen 'yeni…' sandığı yapay bir toplumsal-psikolojik atmosferde (hoş! Şimdilerde buna "sanal" diyorlar ya!) adeta insani tepkilerini kaybetti. Koşullandı.
Türkiye'nin kurtulamadığı…
Böylesine insani olmayan bir ekonomik modele uygun düşen siyasal çerçeve, kaçınılmaz olarak, hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırıldığı, halk kitlelerine söz ve örgütlenme hakkı tanınmadığı bir siyasal rejim olacaktı.
AP azınlık hükümeti, CHP hükümetinin Meclis gündemine getiremediği baskı yasa tasarılarını tekrar Meclis gündemine getirecekti.
Faşizme karşı demokrasiyi savunma temelinde, toplumsal/demokratik muhalefet harekete geçecekti. TÖB-DER'den DİSK'e, Tüm-Der'den DEV-Genç'e kadar direniş artan ölçüde kitleselleşecekti.
Neoliberal ekonominin uygulanması için bu yasa tasarılarının Meclis'ten geçmesi gerekiyordu. Olmuyorsa, buna uygun rejim arayışı gündeme gelecekti.
Bu, askerler eliyle darbe üzerinden, iç pazara yönelik ekonomik birikim modeline tekabül eden nispi demokratik rejimin kazanımları ile tasfiye edilmesi ve buna uygun siyasal iktidar modeli olacaktı.
Neoliberal ekonominin nispi demokratik ortamda uygulanma şansı yoktu.
Sözün özü: Türkiye koşar adım gittiği 12 Eylül darbesi, demokratik bir şal altında kalıcılaşmış, siyasallaşmış, süreklileşmiş, katlanmış işte bu darbeler rejiminden 40 yıldır kurtulmak istiyor ama türlü tuzakları aşamıyor ve kurtulamıyor…
Kaynak: ags
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish