Geçen hafta Ekrem İmamoğlu meclis toplantısında "Latin Amerika'daki sosyalist belediyecilik modelini başlatacağız" dediğinde birçokları bunun ne anlama geldiğini merak etti.
Aslında İBB Başkanı, ekim ayında yapılan "Büyükşehir Kent Konseyleri" toplantısında "Katılımcı Bütçeleme"den bahsettiğinde bunun ipucunu vermişti.
Seçimle gelmiş yerel yönetim idaresi altında ilk yaygın katılımcı bütçeleme örgütlenmesi Brezilya'nın güney şehri Porto Alegre'de gerçekleşti.
Lula'nın İşçi Partisi PT, 1989'da bu yoksul kentin belediyesini kazandığında nüfus bir buçuk milyona yakındı.
Belediye borca batmış ve kaynak yetersizliğinden kamu hizmetleri gerçekleştirilemez haldeydi.
Öyle ki ilk iki yıl içinde borçları düşürmekten başka bir şey yapamadılar.
Bu arada şehrin yatırım kapasitesini geri kazanmak için bir vergi reformu gerçekleştirildi.
Ayrıca gereksiz harcamaların yapılmaması, sadece halkın hayatını iyileştirmeye yönelik olarak belediye kaynaklarının kullanılması yolsuzluk mekanizmasını bozdu.
Brezilya'da yerel yönetimler okul ve hastane gibi hizmetlerden de sorumludur. İşçi Partisi idaresinde kentteki okul sayısı üç, sağlık merkezi sayısı beş kat arttı.
Lula'nın partisi alana kadar toplu taşıma bir felaketti. Birkaç yıl sonra ülkedeki en iyi toplu taşıma ödülünü aldı.
Şehirdeki PT hükümetinin 16 yıllık süresinden sonra artık çöplerin toplanmadığı veya içme suyunun ulaşamadığı tek bir mahalle kalmadı.
Ama esas olarak PT'nin başarısı ve farkı halkı yönetime katmaktı.
Demokrasi sorunu böyle bir yönetimin merkezindedir.
İşçi Partisi'nin en büyük avantajı sosyal hareketlerin canlılığıydı. Ama henüz kendi sosyal adalet ve demokrasi pratiğini hayata geçirmemişti.
Bu yüzden öncelikle demokrasi sorununun bir taktik değil, başlıca değer olduğunu ve bunu yukarıdan aşağıya tüm kadrolarıyla benimsediğini göstermesi gerekiyordu.
Sorunu somutlaştıran bir irade göstermektir radikalizm.
PT kent sorunlarını ele alırken "ne kadar hizmet o kadar seçmen" hazır kalıbına dayanmadı.
Şehirdeki sosyal eşitsizliğin en önemli sorun olduğu tespitinden hareket etti ve şu soruyu sorma cesaretini gösterdi;
Temsili demokrasi mi, doğrudan demokrasi mi?
Henüz iktidara gelmemiş bir parti olarak PT'nin avantajı, yerelden doğru düşünüp hareket edebilme özgürlüğüne sahip olmasıydı. Bu ona temsili demokrasinin sınırlarını aşabilme olanağı sağlıyordu.
Halkın katılımının artması otonom nitelikte yeni demokratik kurumların oluşmasına fırsat sağlayacaktı. Bu da kendi içine sıkışmış ve kısırlaşmış sistemin duvarlarını yıkacak yegane çözümdü.
Bu yeni demokrasi gücünü esnekliğinden, açıklığından ve tek tek her unsura özgürlük tanıyan çoğulculuğundan alıyordu.
Mahalle dernekleri, kent meclisleri, çevresel, cinsel ya da kültürel problemler ile sağlık, eğitim, barınma ihtiyaçları temelinde bir idare-sivil toplum ilişkisi ortaya çıkıyordu.
Bunun için coğrafi, sosyal kriterlere göre kent meclisler halinde 16 bölgeye bölündü.
Bu genel kurulları, mahalle sakinlerinin belediye bütçelerinin önceliklerini tartışabilecekleri bir dizi küçük mahalle toplantısı izledi.
Özellikle çöp toplama, şehir planlama düzenlemeleri, halk sağlığı ve diğerleri gibi konuları ele almak için tematik gruplar oluşturuldu.
Daha sonra her bölge, bütçe için bir öncelik sıralaması oluşturmak için mahalle gruplarından gelen tüm önerileri topladı.
Her bölgeden seçilen temsilcilerin bulunduğu bir "Belediye Bütçe Konseyi", kaynakları doğrudan bölgesel taleplere göre dağıttı.
Her bölgenin aldığı fonlar toplam nüfus ve topluluğun kullanabileceği altyapı gibi iki ana kritere dayanmaktaydı.
Bölge ne kadar fakirse, yıllık bütçedeki payı o kadar büyük oluyordu. Buradaki ilke en çok ihtiyacı olanın daha fazla pay almasıydı.
Bölgesel meclislerin konu başlıklarına göre temsilcileri seçildi ve hizmetlerdeki eksiklikler açıkça ortaya konuldu.
Vatandaşların önerileri doğrultusunda onaylanan "yürütme yetkisi" belediye meclisine gönderildiğinde kent nüfusunun yüzde 8'i tartışmalara doğrudan katılmıştı.
O andan itibaren bütçenin yüzde 25'i katılımcı bir şekilde belirlendi.
Bu süreç tek yönlü biçimde sadece belediyenin yönetim anlayışının geliştirilmesiyle sınırlı değildi kuşkusuz.
İdarenin anlayışı değişmişti ama halkın alışkanlıkları olduğu yerde duruyordu. Eski sistemde halk yalnızca şikayetçi konumdaydı.
Fakat "katılımcı demokrasi" şimdi onlara söz hakkı tanıdığı gibi toplumsal sorumluluk da yüklüyordu.
Sanıyorum sosyal belediyeciliği "hizmet belediyeciliğinden" ayıran en önemli faktör de tek yönlü ilişkiyi değiştirmesi; halkı "hizmet" alan edilgen konumdan "hizmetleri belirleyen ve doğrudan denetleyen" bir düzeye yükseltmesi.
Sağcıların sosyalliği halka hizmet götürmekle sınırlı olduğu için kentsel koşulları iyileştirse bile toplumsal gelişmeyi pek etkilemiyor.
Çünkü sosyal gelişme ile toplumsal sorumluluk arasında doğrudan bir bağ bulunuyor.
Oysa sağcı anlayış halkı "hizmet bekleyen" konumda tuttuğu için siyasetle seçmen arasında "kliyentalist" bir ilişki inşa ediyor.
Diğer yandan Porto Alegre'deki İşçi Partisi deneyimini "sınıfsal belediyecilik" gibi abartılı biçimde yorumlayanlar da oldu.
Oysa PT'nin ulusal ve yerel idaresi "neoliberalizme" bile tam olarak karşı değildi. Kaldı ki her hangi bir alanda özel olarak sermayeye karşı ardına kitle desteği alarak çatışmayı derinleştirmeye hiç kalkışmadı.
Ancak bununla beraber kent rant üreten bir alan olduğundan sermaye ile yoksulların doğrudan karşı karşıya geldiği bir sahnedir.
Latin Amerika özgülünde bu kamu arazilerinin azlığı sebebiyle gecekondulaşmanın büyük toprak sahiplerinin mülkiyeti üzerinde gerçekleşmesi biçiminde oluyor.
Söz konusu alanlar bataklık gibi verimsiz ve onlarca yıldır kullanılmayan araziler olmasına karşın yoksullar işgal ettiğinde değer kazanıyor.
Hemen yargı ve güvenlik gücü devreye giriyor. Bu durumda insanların sokakta kalmaması için sosyal belediyecilik bir aracı rolü üstleniyor.
Pazarlığa girişiyor ya da çatışmanın uzaması durumunda gerçekleşmesi daha zor "kamulaştırma" yolunu izleyebiliyor.
Ayrıca metropollerde halkın büyük kısmı kayıt dışı ekonomiyle geçiniyor. Onların asgari iş güvenliği, sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanması da yerel yönetimin sorunları arasında.
Bu durumda örneğin sokak satıcılarına ya da temizliğe giden kadınlara yönelik politikalar sosyal belediyeciliğin niteliğinde belirleyici oluyor.
Porto Alegre deneyimi aşağıdan yükselen bir hareketti. Her şeyden önce dışlanan ve aşağılananlar için bir programa sahipti.
Sosyal eşitsizliği azaltmak ilk hedefiydi. "Emekçilerle ve emekçiler için yönetiyoruz" diyorlardı.
Bu nedenle kenti oluşturan yoksul yığınların hayat koşullarını düzeltmek öncelikleriydi.
Brezilya dışında benzer bir deneyim Uruguay başkenti Montevideo'da ve Arjantin'de Rosario kentinde yaşandı.
Porto Alegre'nin farkı belediyenin kazanıldığı sırada sosyal hareketin güçlü olmasıydı.
Ama adını andığım bu iki kentte de hatırı sayılır oranda sosyal ve politik hareket vardı. Belediye bu "sosyal koalisyon"un bir sonucuydu.
Bu deneyimler 1989 ve 2001 ekonomik kriz ortamında halkı yönetime ortak ederek sosyal çatışmayı en aza çekmeyi başardı.
Bu açıdan bakıldığında sistem için en iyi olan yol buydu.
Yerel yönetimin katılımcı demokrasi uygulamaları sistemin sınırlarını zorladığında kriminalize edilmeye açıktır.
Nihayetinde Porto Alegre'de de yaşanan budur. Yıllar sonra birçok PT yöneticisi sosyal eylemleri sebebiyle hapis cezaları aldılar.
Bu noktada yerel yönetimin ülkedeki güç dengelerini de gözetmesi, sorumluluğunu kentle sınırlı görmemesi önem kazanıyor.
Ülkenin diğer bölgelerinden bakanların sempatisini kazanacak uygulamalarla beraber siyasi projeleri hayata geçirmek ve bir tür ulusal meşruiyet zemini aramak projelerin geleceği açısından gereklidir.
Dahası ulusal kanunlarla desteklenmediği sürece yerel deneyimlerin kalıcılaşması mümkün değildir.
Eğer mesele salt "Katılımcı Bütçeleme" uygulamasıysa başta İspanya olmak üzere bazı Avrupa kentlerinde hatta ABD'de New York'ta, Kanada da Ontario'da da mevcut.
Peru Lima'daki "Villa El Salvador"da da seksenlerin ortasından bu yana formal anlamda katılımcı bütçe uygulaması var.
Ayrıca Arjantin'de Rosario, Cordoba, Barriloche, La Plata ve Moron gibi kentlerde iki binlerin başından bu yana katılımcı bütçeleme yapılıyor.
Porto Alegre deneyiminin bize gösterdiği şey demokratik katılımın kurumsal istikrar kazanmasının gereğidir.
Katılımı artıracak araçlar ve yöntemler ise esnek ve değişkendir. Bürokrasi görünmez hale gelmeli, sivil kurumlar sıradan hemşerilerin ulaşabileceği mesafede olmalıdır.
Her şeyden önemlisi sorunları ne olursa olsun aradıklarında karşılarında bir muhatap bulabilmeliler.
Söz konusu İstanbul'sa demokratik katılım sorununun "Katılımcı Bütçeleme"den çok daha karmaşık olduğunu söylemeye gerek yok.
Montevideo ve Porto Alegre belediyeleri, 1989'da iki sol partinin eline geçtiğinde bu kentlerde ciddi bir altyapı sorunu vardı.
Ayrıca bu kentler nüfus olarak İstanbul'un oldukça altındadır.
İstanbul gibi büyük bir sermaye ve ticaret kentinde katılımcı demokrasinin nasıl yapılandırılacağı ve işleyeceği yalnızca belediyenin meselesi olarak değerlendirilemez.
Kaldı ki bu sadece sosyal ve politik hareketlerin meselesi olmaktan çıkarılması gerekir.
Muhtarlardan köy derneklerine, meslek örgütlerinden esnafa, öğrencilerden sendikalara kent yönetimine doğrudan katılımı artıran özgün araçlar üretilmesini teşvik etmek ve bunları yaygınlaştırmak siyasi bir görev olarak belirlenmelidir.
Kentte demokratik katılım sağlanmadan hemşeri birliğini sağlamak mümkün değildir.
Katılımı sağlamadan bir kent bilinci yaratmak olanaksızdır. Hemşeriler kenti, kendilerine ait bir mekan olarak görmedikçe de şehri bir rant kaynağı olarak gören anlayışın sona erdirilmesi mümkün değildir.
Trafiğin düzenlenmesinden ahlaki kabullere kadar şehrin herkes için yaşanabilir bir yer olabilmesinin yolu demokratik katılımın artırılmasından geçiyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish