Kent kültürü bireyi öne çıkarır. Kentte bireyselleşme söz konusudur ve çok renkli kültüre müsamaha gösterir.
Taşra, geleneksel hayatın koruyucusu, denetleyicisi, kısıtlayıcısı, tek bir formda yaşamayı öne çıkaran cemaatsel bir olgudur.
Taşrada kol kesilir yen içinde kalır. Kan kusulup kızılcık şerbeti içilir. Çok sesliliğe yer yoktur ama diğer taraftan düşenin elinden de tutulur.
Yüz yüze iletişimin neredeyse tek etkili olduğu sosyolojik bir durum olan taşra hayatından kent hayatına geçiş oldukça tedirgin edici ve tehditkâr olarak algılanır.
Bu sebeple erken modern dönemde, kente göçlerde aynı kültüre sahip topluluklar içinde olmak hem güvenli hem de kente kolay adapte olmanın yegâne unsuru olarak görülmüştür.
Bu dönemlerde taşra kültürünün kente taşınması biraz da böyle şekillenmiş, mahalle kültürü ve mahalle dayanışması ete kemiğe bürünmüştür.
Mahalle kültürünün kendine has bir raconu vardır. Bunun dışına çıkmak neredeyse imkânsızdır. Zaten mahallede yaşayanların çoğunlukla birbirini tanıyor olması ve yaşam biçimlerinin benzeşmesinden mütevellit, doğal bir mahalle çatısı oluşur.
Bu çatının altında yaşayanlardan, örfî kurallara aykırı davrananlar mahalleyi tedirgin eder ve geleneksel mekanizmalar devreye girerek baskı oluşturur.
En basitinden "el âlem ne der?" yaklaşımı bile önemli bir kontrol mekanizması işlevi yürütür.
Ankara, İstanbul, İzmir gibi metropoliten merkezlerde hemşehricilik üzerinden kültürel farklar ilk göç dönemlerinde en aza indirgenmiştir.
Kentin çevresinde oluşan gecekondu bölgelerinin aynı yöreden gelenlerin kümelenmesiyle, kentlileşen köylüler ya da köylüleşen kentler ortaya çıkmıştır.
"Gurbeti memleket eylemek" diye tarif edebileceğimiz bu hal, hemşehri grupları arasındaki bütünsel dayanışma; aynı mahalleden arazi bulma, ortak iş kurma, sonraki gelene aynı işyerinde iş bulma, borç alıp verme, düğün, cenaze gibi konularda sosyal dayanışma olarak öne çıkar.
Meselâ, Eskişehir'e geçmişte Bolu havalisinden özellikle de kırsal kesimden göç edenlerin büyük çoğunluğunun apartman görevlisi olarak çalışıyor olması daha önce gelen hemşehrilerinin, yakınlarının aynı işi yapıyor olmasından kaynaklı yönlendirme neticesidir.
Farklı kentlerde ve farklı iş sektörlerinde benzer kümelenmeleri görmek mümkündür.
Kentler her ne kadar kozmopolit bir fenomene sahipse de ilk başlarda mahalle kültürü ile şekillenmekteydi. Hatta etnik ve mezhebî grup farklılıkları mahalle seçimlerinde önemli rol oynamaktaydı.
İstanbul'a göç eden aileler halâ Sivaslı, ya da Vanlı olarak kendilerini tarif ediyorlardı. Zira memleketinin kültürünü kentte yaşamaya kararlıydılar.
Ancak kuşaklar değiştikçe bu ayrışma azaldı ve hâlihazırda yaşadıkları şehirler üzerinden kendilerini tarif etmeye başladılar.
Tabir yerindeyse post- kozmopolit bir şekle dönüşüm yaşandı. Modernizmle birlikte küreselleşen dünyada sonuç elbette böyle olacaktı.
Küreselleşme birçok açıdan tek kültürlülük üzerine inşa edildiğinden, bir bakıma dünya tersine küçük ama bir o kadar da devasa modern bir köye dönüştü.
Teknolojinin, iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, okur-yazarlık oranının artmasıyla, farklı düşünce ve kültürlerin birbirleriyle temas etmesiyle ve bunun yanında farklılıklarla birlikte ortak yaşamayı mecbur kılan kent modernizmi, kendisini dayattıkça mahalle olgusunun silikleştiği, hatta kaybolduğu bir sürece girildi.
Mahalle olgusu bağlamında, Merhum Şerif Mardin'in 2007 yılında ortaya attığı "mahalle baskısı" kavramına gelecek olursak; Mardin, bu kavramla, muhafazakârlaşan bir toplum içerisinde, bu muhafazakârlaşmanın baskın hâle gelmesi durumunda "dini" bir hayat tarzını benimsemeyenlerin kendilerini dışlanmış hissedeceklerini ileri sürmüştür.
Baskın hâle gelen muhafazakâr değerlerin ise bu kesim üzerinde de ağırlık kazanabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Hâlbuki aynı toplumsal psikolojik kaygı, farklı inanç ya da ideolojilerin baskın hale geldiği durumlarda muhafazakârlar ve dindarlar için de söz konusudur.
28 Şubat post-modern darbe süreci gibi benzer dönemlerde, dindarlar ve muhafazakârlar da hâkim karşıt görüş tarafından kendilerine mahalle baskısı uygulandığını söyleyebilirler.
Hatta bu mahalle baskısının bilkuvve ve bilfiil gerçekleştiğine dair bir çok argüman ortadadır. Yani doğrusu mahalle baskısı tek bir kesim üzerinden değerlendirilecek bir kavram asla değildir.
Antropolog Robert Redfield'in kültürün iki ana gövdesinden biri olarak tanımladığı "küçük gelenek" taşra geleneğidir.
Dünyanın neresinde olursa olsun bu toplum, cemaat niteliği taşıdığı için normlardan sapmalara karşı hoşgörüsü olmayan bir toplumdur.
Muhafazakârlığın her türlüsü zihinsel taşralılığı üzerinde barındırdığı ve küçük gelenek savunucuları olduğu için Mardin'in muhafazakârlaşma üzerinden mahalle baskısı oluşabileceğini dile getirmesi anlaşılır bir durumdur.
Kaldı ki, Türk küçük geleneğini öne çıkarmaya çabalayanların demokrasi anlayışları en masum haliyle merkeziyetçilikten ibarettir.
Ancak açıkçası Mardin'in mahalle baskısı kavramına yüklediği anlam, genel bir tariften ziyade "yükselen İslami hareketin" AK Parti'nin iktidara gelmesiyle toplumsal baskıya dönüşeceği düşüncesiydi.
Şerif Mardin, oluşacak bu baskının, AK Parti iktidarıyla doğrudan bir ilişkisinin olmadığını, AK Parti'den bağımsız, Türkiye'de bir mahalle baskısının olduğunu dile getirse de, toplumun bu baskılarına iktidarın boyun eğmek zorunda kalabileceğini söylüyordu.
Mardin'in bu söylemi özellikle İslami yapılanmalardan rahatsız olan ve laikliğin tehlikede olduğunu düşünen kesimlerde büyük rağbet görerek sahiplenildi.
Oysa Ahmet İnsel'in mahalle baskısını tarif ederken söylediği; toplumun aykırı olana göz baskısı, bakma baskısı, ayıplama, sözle kınama, gözle dışlama gibi psikolojik baskı faktörleri bazı marjinallikler hariç genel manada bu güne kadar yaşanmadı. Zaten kent kültürü diye vurguladığımız bir ortamda yaşanamazdı da.
Mahalle baskısı kavramının hararetli tartışılmaya başladığından bugüne, yapılan birçok sosyolojik araştırma ve anketlerde Türkiye toplumunun eskisine göre dindarlaşmadığını hatta son yıllarda tam tersine dini yorumlama ve yaşama şekillerinde değişim ve dönüşümlerin yaşandığını, özellikle kentte yaşayanların seküler bir forma doğru hızla kaydığını görmekteyiz.
Modern kent yaşamında yeni kuşaklar neredeyse mahalle kültürünü hiç görmeden büyüdüklerinden ne mahalle baskısı gördüler ne de bu baskıyı başkalarına gösterdiler.
Sekülerleşmenin getirdiği bireysel haz ve tutku, kent insanını daha iyi yaşam standartına erişmek için olağan dışı bir çaba içerisine soktu.
Haz ve tutku aynı zamanda narsist bir karakter taşıdığı için kentli insan, bireysel konformizmi hayatının odağına aldı.
Artık, dindar, muhafazakâr, seküler fark etmeksizin seküler modernleşmenin nimetlerinden toplumun her kesiminin sonuna kadar faydalanmak istediği apaçık ortada.
Dolayısıyla da bireysel çıkar, toplumsal faydanın önüne geçmiş ve mahalle kültürü etkisiz çarpan konumuna düşerek mahalle baskısından söz etmenin bir anlamı kalmamıştır.
İçeriğinde sosyolojik imgeler barındıran Adnan Şenses'in meşhur şarkısı, mahallenin ne halde olduğunu nefis bir şekilde anlatmaktadır:
Bizim mahalle aşağıki mahalle,
Sizin mahalle yukariki mahalle.
Bizim mahalle goygoycu mahalle,
Sizin mahalle yapıştır mahalle…
Kuralsız ve acımasız bireysel rekabet, ortak inanç, ideoloji vs. tanımadan hayatın merkezine oturmuş durumdadır.
Mardin'in kastettiği manada aynı mahalleden, davadan, dünya görüşünden olan insanlar, bireysel hırs ve tutkularının esiri bir şekilde ortak değerleri altüst ederek, erdemi göz ardı ederek ve insan kaynağını israf ederek, bencilce bir refleksle yoluna devam ettiği bir ortamda mahalle baskısından söz etmek ancak abesle iştigal olur.
Belki de mahalle baskısı kavramından daha fazla dikkat kesilmemiz gereken kavram; siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann'ın "suskunluk sarmalı" kavramı olmalıdır.
Çünkü suskunluk sarmalı, bireyin ya da bireylerin toplumdan hatta aileden dışlanma ya da yadırganma korkusuyla düşüncelerini dile getirememesi ya da ertelemesi, aynı ortamda bir grup içinde çoğunluk aynı fikirdeyse, karşıt görüşlü olanların düşüncelerini ifade etmeye çekinmesidir.
Böylece herkes aynı fikirde olmasa bile öyleymiş gibi bir ortam doğar ve oluşan suskunluk sarmalı hızlı bir şekilde herkesi sarar.
En önemlisi de bu sarmal, medyadan akademiye, siyasetten ekonomiye, insan ilişkilerinden sanata, her alanı içine alarak büyür.
Neo-liberal küresel bir çağda insani ilişkiler ve duygular o denli örselendi ki, metaforik manada eskiden çocuklara "Tabağındaki yemeği bitir; dünyada bunu bulamayan birçok aç insan var" denilirken, artık adeta şu söyleniyor:
Dersine iyi çalış, ödevini bitir, yapacağın işe göz dikmiş pek çok insan var dünyada…
Tamamen kapitalist piyasa rekabetinden mülhem haz, hız, tutku ve hırs; insanlığımızı, ontolojik ve epistemolojik sorgulamalara fırsat bırakmadan, "insan insanın kurdudur" gibi dar açılı bir projeksiyonla yorumlayan bir seviyeye sürükledi.
Marx, "Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir" demiştir; fakat maalesef yeni dünyada anlamak hiçbir şey ifade etmiyorken değiştirmek her şey anlamına gelmiştir.
Aslında bu yeni dünyayı, yeni çağı anlamak ve anlamlandırmak için Çin'deki bir otomobil fabrikasının duvarında da yazan şu Afrika anlatısı yeterlidir:
Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. Ceylan en hızlı koşan arslandan daha hızlı koşması gerektiğini, yoksa öldürüleceğini bilir.
Afrika'da her sabah bir arslan uyanır. Arslan en yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini, yoksa aç kalacağını bilir.
İster arslan olun, ister ceylan. Güneş doğduğunda koşmaya başlayın.
Hem de bir önceki günden daha hızlı koşuyor olmanız gerektiği bilinciyle.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish