Osmanlı'da yaşamak: Sıhhatli bir yaşam sürmek için yapılanlar (1)

Berna Çaçan Ongun Independent Türkçe için yazdı

Bundan yaklaşık olarak 454 yıl önce Osmanlı'nın en muktedir padişahlarından birisi olarak 46 yıl hükümdarlık yapmış olan Kanuni Sultan Süleyman nikriz, yani gut hastalığına yakalanınca o meşhur sözünü sarf eder ve der ki: 

Halk için muteber bir nesne yok devlet gibi; olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.


Osmanlı’da sağlıklı bir yaşam sürmek için ne yapılırdı bunlara geleceğiz; ancak Osmanlı devleti ve toplumunun insan sağlığına bakış açısı hangi kültürel mirastan ya da miraslardan beslenmişti, öncelikle bu konuya değinmek elzemdir.

Çünkü Osmanlı tıbbı kadim tıp dediğimiz klasik tıp uygulamalarının bir devamıydı. Aslında bu elbette ki sadece tıp alanında değil sosyal yaşamdan, mutfak kültürüne, mimariden, giyim kuşama, müziğe varıncaya kadar Osmanlı kendisinden önceki medeniyetlerden faydalanmıştır, ancak buna kendi özgün üslubunu katarak.

Mesela bir yer fetih edildiği zaman orası hemen şenlendirilirdi. Yani mimari anlamda bir şehirleştirme
faaliyeti yapılırdı.

Osmanlı bunu, Bizans ve Selçuklu'dan aldığı mirasla Osmanlı üslubunda vakıf kültürüyle yapardı. Çünkü Osmanlı bir vakıf medeniyetiydi.

Evet, insanın yeryüzündeki macerasının başlamasıyla beraber yani eski çağlardan itibaren hastalıklar ve tedavileri insanın olduğu her yerde karşımıza çıkar.

Dolayısıyla her medeniyet kendine has tedavi yöntemleri geliştirir ve literatüre bir şeyler katar.

Arkeolojik kazılardan elde edilen bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla paleolitik ve neolitik dönemlere ait insan kemiklerinde tüberkiloz (verem), kemik timörü gibi çeşitli hastalıklara rastlanmıştır.

Bütün kadim medeniyetlerde, Sümer’de, Akat’ta, Asurlular'da hastalıklar her zaman başat sorunlar arasındadır.

Şunu da biliyoruz ki tarih öncesi çağlarda insanlar hastalıkları ekseriyetle doğaüstü güçlere bağlamıştır. Yine de her bir kültür kendi içerisinde derdine deva bulmaya çeşitli bitkisel tedaviler uygulamaya çalışır.

İşte bunların bir birikim haline gelmesiyle binlerce yıllık bir geçmişse sahip olan kadim yani eski tıp uygulamaları da başlar. 
 

2.jpg
Görsel: Pinterest​​​​​​​


Kadim kuralların yeşerdiği en önemli merkezlerinden birisi insanlığın da beşiği olarak nitelenen Mezopotamya’dır. Özellikle Babil kralı Hammurabi’nin o meşhur kanunlarında sağlık konusu ile son derece önemli hükümler yer alır. 

Yine Eski Mısır, Nil Nehri'nin aktığı bu kadim ve verimli topraklarda hekimler bitkisel, hayvansal ve mineral maddelerden yararlanarak ilaçlar hazırlamış, lavman gibi yöntemler uygulayarak bağırsakların temizliğine son derece önem vermiştir.

Eski Yunan tıbbı, kadim tıbbın önemli temellerini atmıştır. Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat’a göre bedende 4 sıvı vardır; bunlar kan, balgam, sarı safra ve kara safradan oluşur.

Evreni de oluşturan 4 ana unsur; hava, ateş, su ve topraktır. İşte hastalıklar bu unsurlar arasındaki dengesizlikten doğar.

Çünkü insan ve tabiat kendi içerisinde bir uyum halindedir. Bu uyum bozulduğu an hastalıklar da baş gösterir.

Binlerce yıllık bir geçmişi olan Hint ve Çin tıbbında da aynı düsturlar söz konusudur. Hastalıklar vücuttaki dengenin bozulmasından meydana gelir ve yaşamdaki her şeyin dengesi zıtlıkların dengesi ile mümkündür. Sıcak soğuk; dişi erkek gibi.

İslam coğrafyasında ise hekimler kendilerinden önceki tüm tıp birikimini almış bunu işlemiş geliştirmiş ve kendisinden sonrakilere müthiş bir miras bırakmıştır.

Nedenini İslam inancının düsturlarında aramak gerekir. "İlim Çin’de olsa alınız"; "İlimle geçirilmiş bir gece ibadetle geçirilmiş bin geceden hayırlıdır" düşüncesiyle beslenen İslam hekimleri kendilerini Allah’a karşı sorumlu saymışlardır.

Batı ortaçağ ile boğuşadursun İslam medeniyetine ait doğu toprakları tam bir ilim yuvası haline gelmiştir. Binlerce yıl önce 'Asya’nın Kandilleri' olarak bilinen alimler, bilginler, kendi çağlarını aydınlatmakla kalmamış kitapları yüzlerce yıl Avrupa üniversitelerinde -ki biz en çok İbni Sina’yı biliriz- kaynak kitap olarak okutulmuştur.

'Asya’nın Kandilleri'ni bir kere daha yad edelim: Kimyayı tıp dünyasına tanıtan El RAZİ; cerrahinin babası olarak bilinen ve günümüzde cerrahide kullanılan bine yakın aletin mucidi El ZEHRAVİ; eczacılığın babası olan ve yaşadığı çağa ismini veren BİRUNİ; Fatih’in hocası ve Pastör’den 400 yıl önce mikrobu bulan AKŞEMSETTİN; elbette hekimlerin sultanı İBNİ SİNA.


Müslüman hekimlere göre insan vücudunun 4 hıltı ( ki bunlar kan, balgam, sarı ve kara safra dediğimiz) doğanın hava-su- ateş ve toprak unsurlarıyla uyum halindedir.

Bu uyum bozulduğu anda hastalıklar başlar. Bu hıltların karışımı her insanda farklıdır. Dolayısıyla ilaçların kullanımı ve içeriği hastadan hastaya değişir.

Osmanlı sağlık anlayışı işte kendisinden önce olan tüm bu sağlık yaklaşımlarından faydalanmıştır. Ve elbette ki Bizans’tan, Selçukludan da. 

Bizans’ta hekimlerin çoğu aynı zamanda rahiptir ve ihtiyaç duydukları bitkileri manastır bahçelerinde yetiştirmişlerdir. Tabii bunlar bitkisel ilaçla tedavinin yanında büyü, şeytan çıkarma gibi doğaüstü güçlere de başvururlar.

Bizans’ın en bilinen hastalıkları nikris, romatizma, humma, sara, göz akıl hastalıkları, cüzzam ve vebadır. Özellikle kaplıcalardan faydalanılmıştır.

Dört ve beşinci yüzyıllarda Yalova Kaplıcaları çok rağbet görür. Ayazmaların tedavi edici gücü olduğuna inanılır ve her
ayazmanın suyunun farklı bir hastalığa iyi geldiğine inanılırdı.

Yine bir diğer şifa beklenilen yer Ayasofya’nın içerisinde bulunan çeşitli yerlere atfedilen manalardır. Ayasofya’nın güneyinde bulunan mermer bir taşın Hz. İsa’nın beşiği olduğuna inanılırdı. Bebekleri hastalanan kadınlar için burası bir umut kapısı olmuştur.

Yine nefes darlığı çekenler Ayasofya’nın içindeki kuyunun suyundan sabahleyin erkenden gelerek 3 er kere içerlerse iyileşeceklerine inanırlardır.

Anadolu Selçuklu döneminde ise çok güçlü bir sağlık sistemi vardır. Sağlık hizmetleri vakıflar eli ile yürütülen darüşşifalarda verilmekteydi.  

Bu miras Osmanlı tarafından devam ettirilir. Osmanlıda da vakıflara bağlı imaretlerde yoksulların karnı doyurulurken hastalıkları darüşşifalarda tedavi edilirdi.
 

3.png
Görsel: Pinterest


Asıl sorumuz olan Osmanlı’da sıhhatli bir yaşam sürmenin temel dinamiklerini ise, mayasını kadim tıp anlayışından alan Osmanlı insanın hayatı algılayışı ve yaşam şeklinde aramak gerekir.

Osmanlı hekimleri eski Anadolu tıbbında ve antik kültürlerde olduğu gibi Ahlat’ı Erbaa (4 hılt teorisi) denilen ve insan vücudunun bu dört temel unsurunun birinde ya da birkaçındaki eksiklikte hastalıkların ortaya çıkacağını belirtir.

İnsanlarda bu hıltlar farklı oranlarda olduğu için her insanın mizacı birbirinden farklıdır. Mizaçtan kastımız kişilik ya da ruh yapısı değil biyolojik durumdur.

Dolayısıyla her insan mizacını bilerek ona uygun beslenmelidir. Mizaçların farklılığından dolayı herkese aynı ilaç verilmezdi. Zira birine deva olan diğeri için zehir olabilirdi.

Osmanlı’da hastalıkları tedavi etmek değil, sağlıklı bir hayat düzeni oluşturmak önemliydi. Buna rağmen hastalıklar ortaya çıkarsa da öncelikle hastanın nabzına bakılırdı. Nabız kontrolü, bir hekim için en önemli şeydi.

Bununla hekim birçok bilgiye ulaşırdı: Hamile olup olmadığı çocuğun cinsiyeti dahi. Hastaya birtakım sorular sorar, hastanın mizacını belirler ve tedavi şekli seçilirdi.

Tedavi yöntemleri içerisinde bitkilerle tedavi (macun, şerbet, çeşitli terkipler), güzel kokular -buhurlar, tütsüler, hidrolatlar- Osmanlı şifahaneleri ve helvahanelerde kullanılmıştır. Mai karanfil, Mai gül gibi.

Unutmamak gerekir ki bu topraklar, ta Mezopotamya’dan bu yana bir koku uygarlığıdır. Selçuklu ve Osmanlı’da perşembeyi cumaya bağlayan gece buhur yakmak bir gelenekti.

Büyük bir buhur ve tütsü geleneğimiz vardır Saray’da ve Anadolu’da. Yine salgın hastalıkların olduğu dönemlerde havayı temizlemek için antiseptik kokular yakılmıştır.

Diğer tedavi yöntemleri ise kan almak, hacamat, sülükle tedavi, kusturucular, lavman, kupa tedavisi ve müzikle tedavi gibi unsurlar son derece yaygın ve önemliydi.

Osmanlı hekimleri için sağlıklı bir yaşamın temellerini oluşturan unsurlar yeme-içme içme, hava, hareket, arınma, uyku, duygu ve düşüncelerdir.

Sizin duygu ve düşünceleriniz yani psikolojik sağlığınız tüm bir bedeninizi etkiler. Nefret, kıskançlık, endişe gibi duygulardan uzak durulmalıdır.

Az yemeli, acıkmadan sofraya oturmamalı doymadan da sofradan kalkılmalıdır. Çok çeşitli yemek yemeyi uygun görmezdi Osmanlı hekimleri.

Özellikle kan yapıcı yiyecekler vücudumuz için gereklidir. Koyun eti, sarı buğdaydan yapılmış ekmek, bal, yumurta ve tereyağı.

İki öğün yemek yemek insan vücudu için yeterlidir. Geç bir sabah kahvaltısı ve erken bir akşam yemeği. Gerçekten de bizler 450 sene boyunca iki öğün yemek yiyen bir toplumduk.

Öğle yemeği bize Osmanlı'nın son dönemlerinde Avrupa’dan gelmiştir. Özellikle yabancı heyet askerleri ve görevlilerine öğle yemeği servis edilmesiyle bizim kültürümüze de geçer.

Havanın kalitesi ise sağlıklı bir yaşam için son derece önemlidir. Deniz kenarından ziyade dağ havası tercih edilmiştir.

Arınmak özellikle bağırsak ve hacamat gibi tekniklerle kanın temizlenmesi Osmanlı tıbbında önemlidir. Sekiz saatlik bir gece uykusun salık vermişlerdir.

Hipokrat, şöyle der:

Yediklerimiz ilaçlarımız; ilaçlarımız yediklerimiz olsun.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU