Bu ramazan ayı diğer ramazanlardan çok farklıydı. Korona günlerinin sebep olduğu karantina ve sosyal mesafe kurallarından dolayı bu yıl ne iftara misafir kabul edebildik ne de misafir olabildik.
Bu da ramazanın fazlasıyla hüzünlü geçmesine sebep oldu.
Kalabalık ve coşkulu bir şekilde tadı çıkabilen iftarlardan mahrum kaldığımız yalnız bir ramazanın ardından gelen Şükür Bayramı da çok hazin başladı.
Allah'a şükürler olsun ki sosyal medya ve iletişim araçları var ki insanlar nispeten de olsa birbirlerine ulaşabiliyor ve konuşabiliyorlar. Yoksa gerçekten bu karantinalı günler çok zor geçerdi.
Eskiden Çetin Altan gibi bazı yazarlarımız her bayramda "Nerede o eski bayramlar?" diye başladıkları bir yazıyla çocukluklarının, gençliklerinin bayramlarını yazarlardı.
Ama ben onların yazılarında çocukluğumun bayramlarının heyecanını bulamazdım. Zira şehirlilerin bayramı öyle her zaman biraz yapay gelmiştir.
Bizim bayramlarımız gerçekten bayramdı. Her açıdan ve her zaman hatırlanası bayramlardı.
Babamın imam olması vesilesiyle benim çocukluğum Hakkari'nin iki ayrı köyünde geçti.
Kendi asıl köyümüzdeki yaşamımın bir gününü bile hatırlamıyorum. Zira daha 4 yaşımda iken oradan Sêvîn; yeni ismiyle Çaltıkuru adlı köye göçmüşüz.
Köyümüz Hakkari'nin güneybatısında; yeni köyümüz ise kuzeyinde idi.
Bu köy, bizim asıl köyümüz olan Sadînan'dan daha varlıklı bir köy idi. Köyün meraları ve biçenekleri hayvancılığa çok elverişliydi. Bundan dolayı da her ailenin en az 100 koyunu vardı.
Köyde 600-700 baş koyunu olanlar da vardı. Köyün çok ilginç bir adeti büyükbaş hayvanları çok azdı ve kesinlikle inek yoktu.
İnek sütü içmezlerdi. Ben büyüdükten çok sonraları fark ettim ki aslında Ertuşi aşiretinin önemli bir kısmı inek sütü içmiyorlardı.
1990 yılından sonra Hakkari ve civarında, köyler boşaltıldıktan ve insanlar derbeder olup hayvanlarını satmak zorunda kaldıklarında inek sütüne de "muhtaç" oldular...
Bu köyde erkek kuzuları ilk senelerinde değil de ikinci senelerinde satma adeti olduğu için köyde çok fazla sürü vardı.
Normal koyun sürüsü, toklu sürüsü ve kuzu sürüsü gibi. 30 hanelik bir köyün bir kaç binlik sürüleri olurdu.
Babamın ilk tayini ve ilk görev yeriydi. Oraya gittiğimizde çok fakirmişiz. Gerçi köylülerden farklı olarak babam her ay maaş alacaktı. Ama daha almamıştı.
Köylüler yılda bir kere tokluları sattıklarında para görüyorlardı. Ama ciddi miktarda görürlerdi.
Biz onlara göre fakir olduğumuz için, her köylü bize bir koyun, yağ, peynir, yatak yapmamız için yün vs. verdiğinden biz de aniden "zengin" olduk.
İşte o zamanlar biz bu köydeyken yılda sadece iki kez olan bayramlar iple çekilirdi. Çünkü gerçekten hemen her şey bu bayramlara göre ayarlanırdı.
Bütün sözler, nişan, düğün, alacak, verecek, şehre gidişler ve köy dışında halledilecek her şey bu bayramlar baz alınarak yapılırdı.
Ramazan bayramından on gün sonra, yirmi gün önce; kurban bayramından sonra veya önce gerçek tarihlerdi.
Bayramlar, güzel ve yepyeni elbiseler giyeceğimiz günlerdi. Bu yeni elbise ve ayakkabı heyecanı en az bir ay, bazen iki ay öncesinden başlardı.
O zamanlar ayakkabılarımız boğa başıydı. Boğa başı ayakkabıları kara lastikten dümdüz tabanlı, topuk kısmında azıcık kalın bir ayakkabı idi. Üzerinde desenleri vardı.
Şimdiki kunduralar gibi bağcık ve bağcık deliklerinin desenleri vardı. Kundurayı bazı büyüklerin ayağında görürdük ve bir gün o ayakkabılardan giyme umuduyla büyümeye çalışırdık.
Yeni aldığımız kara lastikten boğa başı ayakkabılarımızı yan yana koyar ve topuklarını ölçerdik.
Eğer biri diğerinden iki üç milim bile fazlaysa kendini herkesi yenmiş bir kahraman gibi hissederdi.
Sümerbank'ın kundura ayakkabılarına ancak ilkokul 5. sınıfta kavuşabildim.
Elbise... ah o elbiseler... Kazak ve pantolonlar... Sanırım daha o zaman gömleği keşfetmemiştik.
Sanırım ilk gömleğimi ortaokul birinci sınıfta giydim. Gömleği bilmezdik; ama kazak, tişört ve pantolonlar bizim gözdelerimizdi.
Alınan kazak şu veya bu şekilde oluyordu da, pantolon olmazdı. Küçük gelmesin diye muhakkak büyük alınırdı ve paçalarını evde bize uydururlardı.
Annem paçaları keserdi ve yeniden dikerdi. Elbette terziliği iyi olmadığı için dikiş üstten görülürdü.
Eğer iplik ile pantolon aynı renk iseler dikişleri çok dert olmazdı da, paçaların ütüsüzlüğü yüreğimize dokunurdu.
Onun içinde pantolon gelir gelmez, annemize yaptırır ve paçaları ütülensin diye her gece yatağımızın altına bırakırdık.
Bayramdan kaç gün öncesinden başlardı bu heyecan... Kaç yıl sonra kömür ütüsü evimize geldi de bu kadar uzun bir heyecan döneminden kurtulduk?..
Bayram gecesi akşamdan camiye gider, caminin bir köşesinde büyüklerle beraber tekbir getirirdik.
Babam, çok sonraları adının Rahman olduğunu öğrendiğim sureyi okur ve "Fe bi eyyi alayi rebbikuma tukezziban" dediğinde bütün cemaat hep birlikte; "Allahu Ekber, Allahu ekber. Lailahe illa allahu wellahu ekber. We lillahilhamd" derdi.
Biz de tekrar ederdik. Ama hepsine yetişemezdik.
O gece bize uyku haramdı. Uyuyamazdık.
Akşamdan bez torbamızı hazırlar, ayakkabımızı baş ucumuza koyar, pantolon yatağın altında ütülenirken biz sabah toplayacağımız şeker, lokum ve bisküvilerin heyecanıyla kıvranırdık.
Gecenin bir vaktinde baygın bir halde uykuya dalar uyanana kadar şeker, üzüm, lokum, incir, hurma, su, bisküvi ve gofret görürdük. Uyandığımda hep babam camiye gitmiş olurdu.
Ben uyanır öncelikle bir bezin içine koyduğun köz kömürü ve tuzla dişlerimi parlatırdım. O zamanlar diş fırçası ve macun daha keşfedilmemişti bizim için.
Eğer dişlerimizi parlatmak istiyorsak "rejû" dediğimiz küçük bir köz parçası ve azıcık yemek tuzunu bir bezin içine koyar, onu bohça gibi bağlar ve dişlerimize sürerdik. Allah için işe de yarardı.
Sonra elbiselerimizi giyer, kış ise ceket veya mont, yaz ise kazak ve pantolon rengi çok önemliydi.
Elbiselerimizi giydikten sonra çanta haline getirilen bez bir torbayı boynumuza asar ve bütün evleri dolaşırdık.
Ben köyü bir kez kolaçan edene kadar, babam onlarda köy büyüğünün evinde kahvaltılarını yapmış olurlardı. Bu kez de onlara katılırdım.
Ben imamın oğlu olduğum için kimse bunu kınamazdı ve bu kez de büyüklere verilen şeker veya lokumlardan toplardım.
Çantamı doldurur ve günlerce yiyeceğim azığımı sadece annemin bileceği bir yere saklardım.
Sabah kahvaltısı, öğlen ve akşam yemekleri değişik evlerde yapılırdı. Hayvancılığın yoğun olduğu bu köyde et yeme sorunu yoktu.
Zaten o zamanlar, buzdolabı olmadığı için herhangi bir köylü bir hayvanını kesmek zorunda kaldığında hepsini kavurma yapar ve konu komşuya dağıtırdı.
Çünkü hepsini bitiremezdi. Sonbaharda da herkes kendine kışlık kavurma yapardı. Ama bu toplu yemeklerde pirinç pilavı, yağda hurma ve kayısı yemekleri daha çok ilgimizi çekerdi.
Bu ahval benim için neredeyse lisenin son sınıfına kadar devam etti. Ondan sonra da her şey yavaş yavaş bozuldu.
Ta ki bu gün artık hiç kutlayamaz olduk bayramlarımızı.
Şimdi kışlık, yazlık, mevsimlik, spor için, takım elbise için, yürüyüş için ve bilmem daha niçin olmak üzere ondan fazla kundura, spor vb. ayakkabılarımız var.
Ama hepsi kara lastikten bir boğa başının verdiği keyfi vermiyor.
Sayılmayacak kadar gömleğimiz, yılda bir kez bile sırası gelmeyen takım elbiselerimiz, pantolonlarımız var.
Ama keyfimiz var mı?
Diyabet, kalp, karaciğer, tansiyon, böbrek vb. kelimeleri öğrendiğimizden bugüne kadar kavurma, lokum, şeker vb. gibi neredeyse çocukluğumuzun varlık sebebi olan yiyecekler bize düşman olmadı mı?
Eski bayramlara hayıflanmayayım da ne yapayım?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish