Evrensel zihin

Hüseyin Siyabend Aytemur Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Hayat, çok kalabalık, içi eşya dolu, dağınık ve karmakarışık bir ev gibidir. Sen ise o evin içinde boğulmuşsun.

Bu tabloyu karşı duvara asıyorsun, şu halıyı merdivenin önüne seriyorsun, aralığı süpürüyorsun. Mobilyalar birbirine girmiş, daha salonun tozunu almamışsın.

Sabah kalktın daha elbiseni bile değiştirmemişsin. Mutfakta bir vaveyla var. Hala işlerin duruyor. Bir odadan diğerine koşuyorsun.

Kapı eşiğinden diğer tarafa fırlıyorsun. Perde, halı, semaver, meyve, çiçek, sofra, çay, tatlı…

Bunca kargaşaya, meşguliyete ve hayale dalmışken, gidiyor geliyor, koşuyor ve sıçrıyorken aniden döndüğünde aynaya bakıyorsun. 

Onu geçme.

Bir an her şeyi bırak, kendini rahat bırak, dur ve kendinle karşılaş. Ona bak, onu iyi tanıyor musun?

Dikkatlice süz, doğru tanımaya çalış. Hatırlamaya çalış. Düşün, bak bakalım, olmak istediğin bu muydu?

Değilse, hangi iş bu baş döndürücü, boş, gündelik, tekrarlanagelen, gelip geçici, taklide dayanan, devamsız ve değersiz meşgaleleri elinden ve omzundan atıp ona yönelmekten ve onu düzeltmekten daha acil ve önemli olabilir?

Fırsat az. İnsanın ömrü birkaç bin yıl.

Ne de çabuk geçiyor. Tıpkı sayfalarını rüzgarın çevirdiği bir kitap gibi. Üstelik bu kitap, en fazla elli, altmış sayfalık küçük bir kitaptır.

Kaç sayfası kalmış olabilir ki? İkinci cildi de yok. Çevrilen her sayfayı da rüzgar alıp götürüyor.

Bir insan kalemi veya kağıdı masanın üzerine bırakıp, okumak veya yazmak için elini uzattığı zaman zihninde bir tasavvur oluşmuş demektir.

Bu kağıdı, notu okuma ihtiyacı sonucunda kağıdı kaldırmaya karar veriyor, kaldırıyor ve okuyor. Bu insan kağıdı kaldırıp, elini kağıda götürdüğünde bütün duyguları hedefine dönüşüyor, yani sadece ve sadece hedefini algılıyor; sadece kağıdı okumayı hissediyor.

Halbuki bunun kendisi sadece kağıdı okumak değildir. Bu insan kendisi, el uzatmak, parmakları düzeltmek ve kağıt üzerinde tertip etmek, kağıdı almak, kaldırmak ve gözün önüne koymak gibi filleri hissetmiyor. Yani insanın hayat ritmi ilerleyip hızlandıkça eylemini ve işini hissetmiyor.

İnsan yaptığı işlerin toplamından ibarettir. Hedefler ise, olmayan şeylerden ibarettir. Bu noktada insana dair ne varsa her şeyin araçsallaştırılması ve harcanabilir kolaylığı bu noktadan kaynaklanıyor. 


Ve sonra 

İslam, nasıl da bilinçlice bir ad vermiştir insanın dünyadaki hayatına. Sabit olmayan, zamana dahil olan, imtihan yeri, karar yeri olmayan!

Yediğiniz nimetler ise numune; tatmak için var, doymak için değil. Kısaca: “Bela evi”, şu “bela” kelimesi nasıl da anlam doludur!

Bela hem zahmet, musibet ve zorluk anlamındadır. Hem de aynı zamanda sınama anlamındadır. Sınamanın diğer bir adı imtihandır. Dünyanın komedisi.

Musibet: Belâ, musibet, helâket, felâket.

'Musibet', Arapça bir kelime, Allah tarafından sana özellikle atılmış ok demek. Yani ok geliyor ve sana isabet ediyor. Taş geliyor sana isabet ediyor. Özellikle gönderilmiş.

'İsabet' kelimesinde kasıt var, irade var, bilgi var, plan var. Birileri seni hedef almış. Sana özellikle o belayı, o musibeti, o sıkıntıyı gönderiyor.

Sen hedefsin orada, hedef tahtası. Hedef tahtasıysan vazifeni yapacaksın o musibeti alıp değerlendireceksin.

İmtihan, hem sınama anlamına gelir hem de mihnet kökünden gelir. Yani?

Yani insan bu dünyaya sıkıntı ve üzüntülerle sınav vermek için geliyor. Üzülenler, yorgun ve takatsizler, sabırsızlar, üzgünler ve bunların hepsi üzüntü ve zorluktan korkarlar, kaçarlar, inler, ağlar ve sakinleşme, uyuşma, gaflet ve unutma peşinde koşarlar. Hepsi refüze olmuştur.

Ebediyet, hakikat, mutlak ve kemale, yani Allah’a doğru akıp giden bu insan kervanı geri kalıyor, yorgun, aksak, ağlamaklı ve yalnız.

Sonra yokluk, ölüm ve hiçlik evinde can veriyor. Hiç olup gidiyor.

Gelecek menzilleri, açık ufukları, güzel manzaraları ve geleceğin ferah ve berrak çeşmelerini ve serinliklerini hiç bir zaman göremeyecek.

Cehennem çukuru buradadır ve Cennet katları oradadır!

Eziyetsizlik ölümdür. Daimi neşe de cehalettir. Hayat bir eziyet yığınıdır. İnsan’da zorluklara mücadele için yaratılmıştır.

Gerçek şu ki, Biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan yüklü bir hayat gönderdik.

(Beled Suresi: ayet:4)


Musibet; isabet, Allah’ın bizimle ilgilenmesi demektir. Buna inayet denilir. 

Bir musibet kimi zaman sonsuz bir etkinliğe dönüşür; zamandan başka istikameti olmayan sonsuz bir etkinlik.

Gözleri görmeyen biri gibiyiz, engelsiz olduğunu bildiğimiz halde daire biçiminde bir yolu sürekli kat etmek gibi. Görme engelli kimse o yolu kat ederken ayaklarının unutmadığının farkındadır.

Dünyayı, kokuları, esen rüzgarı hatırlar, ama alışkanlıklarının dışına çıkamaya cesaret edemez.

Sadece akıp giden zamana ve nihayet bütün yürüyüşlerin sonu olan ölüme doğru yavaş yavaş ilerlemeye meydan okumaktadır!

İnsan, arzusunun ipinin üzerinde yürüyor, kafası imajlarla doludur. Her şeye hazırdır, ama bir kaç saat sonra kendisini bekleyen musibetten habersizdir. 


Zaman ve durmak

Durmak veya ara vermek hakikat olarak da sabit değil. İnsanların yaşantılarında hakikat olarak neler olduğuna bakarsak, bazı aralar son derece küçük olabildiğini görüyoruz.  

Ben Risale-i Nur dersi yaparken bir kaç salise süren bir arada bir kelime yerine bir başkasını seçerim. Bu arada bir sürü olası kavram zihnimin gözleri önünden geçer. Bunlardan birini seçerim.

Bütün bunlar o kadar çabuk olur ki, bunun farkına ancak daha sonra, düşünmeyi ve dersi durdurduktan sonra varırım. Düşünmeyi durdurmak!

Bu alışık olduğumuz ibare, aranın önemine ilişkin bir başka kanıt Saîdê Kurdî’nin düşünce seyahatlerindeki durmanın veya ara vermenin gerekliliğine, yani ara vermek, yön vermek, yansıtma sürecinde esas olduğuna işaret ediyor. 

Durmak veya ara, özellikle esas özgürlük, olma hali veya oluş, özgürlük için çok önemli.

Çünkü biz özgürlüğün geldiği içeriğini, durduğumuzda veya 'ara’da anlarız. 'Ara’da biz şaşarız, yansıtırız. Huşu duyarız ve sonsuzluğu idrak ederiz.  

'Durmak' veya 'ara’, bizim kendimizi hem özgürlüğe, hem de kavramlara açtığımızı andır. 'Durmak' veya 'ara’ kelimesi, özgürlük kelimesi gibi aslında bir şeyin ne olduğundan çok ne olmadığını gösterir. Zıddıyet.


Zıddıyet 

İnsan, imanı nasıl elde eder?

Saîdê Kurdî’ye göre bu üç şekildedir: Numune, zıddıyet, sanat.

Musibet ve zıddıyet, hiç oluşun, bir oluş olarak kavranmasıdır. 

Saîdê Kurdî bu noktada ilginç bir felsefi, teolojik, kelami bir konuya parmak basar. Soru, boşluğa bir isim vermek değildir (ki boşluğa isim vermekte çok ilginç bir konudur.

Allah’ın üç ismini ve iktizaları ile birlikte, olgularla çelişkisine cevap verir. 

Suâl: Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiyyeden olan Rahîm ve Hakîm ve Vedûd’un iktizâ ettikleri şefkatperverâne terbiye ve maslahatkârâne tedbîr ve muhabbetdârâne taltîf, nasıl ve ne sûretle, müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zevâl ve firâk ile, musîbet ve meşakkatle tevfîk edilebilir?

(24. Mektup)


Rahim ismi Şefkatkârâne terbiye fiiline; Hakim ismi Maslahatkârâne tedbîr fiiline; Vedûd ismi Muhabbetdârâne taltîf fiile işaret ve ispat eder. 

1- Cenâb-ı Hak, Rahîm’dir. Nihayetsiz rahmet ve şefkatiyle bütün mevcûdâtı, özellikle hayat sahiplerini terbiye eden O’dur.

Peki, böyle bir rahmet ve şefkat sâhibi, böyle nâzenînâne beslediği ve şefkat ve merhametle terbiye ettiği mahlûkàtını ölüm ile nasıl yok eder?

O’nun rahmeti, dehşet ve vahşet verici mevt ve adem ile nasıl uygun düşer? Zira bu hâl, O’nun sonsuz rahmetini, sonsuz merhametsizliğe çevirir.

Eğer bu mevcûdât, hakìkatte dahi yok olursa, bir daha diriltilmezse, bu hâl rahmet değil, büyük bir merhametsizliktir.


2- Cenâb-ı Hak, Hakîm’dir. O’nun her işi hikmetlidir (Hikmet bir fiilin maslahatı, menfaat, gayesi, sanat, kanun dairesinde ve nimet oluşu demektdir).

Her işinde binler fâide ve maslahat görüp gözetir, her şeyi kànûn dâiresinde san’atlı yaratır.

Peki, böyle bir hikmet sahibi, bu kadar fâideler gözeterek, en sanatlı ve güzel bir şekilde yarattığı mahlûkàtını ve maslahatkârâne tedbîr ettiği masnûâtını nasıl zevâl ve firâka mahkûm eder?

O’nun hikmeti, dehşet ve vahşet verici zevâl ve firâk ile nasıl tuygun düşer? Mesela; her bahar mevsiminde hadsiz hikmetli mevcûdâtı vücûda getirir.

O kadar masraflarla yarattığı o mevcûdâtı, güz ve kış mevsiminde zevâl ve firâka yokluğa hiçliğe marûz bırakır. Bu hâl, hikmet ve maslahat ile nasıl bağdaşır?


3- Cenâb-ı Hak, Vedûd’dur. O, seven ve sevilendir. Hadsiz nimetleriyle bizi perverde etmekle, bizi sevdiğini bildiriyor ve O’nu îman ve ibadetle sevmemizi istiyor.  

Peki, böyle kullarına muhabbet ettiğini gösteren bir Zât, bu kadar sevdiği mevcudat ve varlık alemini özellikle insanları musibet ve meşakkate neden giriftâr eder? 

Onun muhabbeti, dehşet ve vahşet verici musîbet ve meşakkat ile nasıl uygun düşer?

Bu kadar hadsiz iltifâtâtıyla nihâyetsiz muhabbetini gösteren bir Zât, insanların, özlelikle masum çocukların üzerine bu kadar bela ve musîbeti neden yağdırır? 

Âlemde hiçbir mevcûd, bea ve musibetten âzâde değildir. Bu hâl, Vedûd ismiyle nasıl bağdaşır? 

İşte “Belâ ve musibetlerin insanlara musallat olması asırlardır özellikle bu asırda zulüm ve hakarete, ezâ ve cefâya marûz kalması, yine özellikle masum çocukların hastalık ve elemlere marûz kalması ve sonunda en büyük musîbet olan ölümün bütün âlemi hırpalaması, Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle nasıl bağdaşır?

Kâinâtta tezâhür eden bu şefkatkârâne terbiye, maslahatkârâne tedbîr ve muhabbetdârâne taltîf, kısaca rahmet, hikmet ve vedûdiyyet fiilleri, nasıl ve ne sûret ile müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zevâl ve firâk ile, musîbet ve meşakkat ile tevfîk edilebilir? 

Zâhiren bunlar arasında bir tezâd, bir tenâkuz zıtlık görünüyor. Bu iki mes’ele nasıl tevfîk edilebilir?

Musibet Allah’ın ilgisi, kalbin hayatı, ruhun ebedileşmesi, bedenin çürümesidir. Korku ve üzüntü musibet değil. Çünkü Allah’ın ilgilenmesi varsa, sen korkmayacaksın, üzülmeyeceksin.

Eğer korkuyorsan ve üzülüyorsan, işte orada Allah’ın isabet okları, ilgi okları yok, ilgilenmiyor demektir.

Ve Kur’an bu iki duyguyu, özellikle ilmî bir şekilde birkaç ayette ayırıyor:

Allah’ın velilerine ne korku var, ne üzüntü var.


İnsan, eşya ve maddi hayat ile olan ilişkide korku ve üzüntü, negatif iki duygudur, musibet değildir onlar. Onlar yarar değil, Allah’ın okları değil. Negatiftir.

Korku psikolojik olarak tahlil edilirse; insan bir yere dayanmak istiyor ve dayanamıyor, boşluğa düşüyor. Neye dayanmalıyım?

Psikologlara göre koronavirüs hastalığından en çok etkilenip travma yaşayacak olanlar ekonomik olarak zayıf olan tabaka olacak. Zira psikolojik olarak “belirsizlik” ile doğru orantılı gelişecek.

Türkiye'de bu durum devletin varlığını daha güçlü kılacak. Dayanak noktası? Para.

"Bir arkadaşım olsa, kim arar arkadaşı!", "kudret veya güce, orduya, bir şeylere dayansam".

Çünkü insan sürekli korkuyor, İktidar unsurlarının önemli bir durağı korkudur. İktidarlar bundan çok istifade ediyor.

"Acaba yok olacak mıyım, olmayacak mıyım?", "Yok olacak mıyım, olmayacak mıyım?" Sürekli içimizde bu çatışma var.

Bu çatışmayı gidermek için, işte insan hep bir şeye dayanır. İnsan dayanak noktası ve yardım noktası arar; bu Allah olur, mal olur, para olur, makam olur, şöhret olur, evlilik olur.

Bir şeye dayanmak ister, evlilik, o da bir açıdan insanı ebedileştiriyor, insan oradan da bir çare arıyor. Fakat elde edemeyince, boşluğa düşünce bu sefer karanlığa düşüyor.

İşte o karanlığa düşüşün adı korkudur. Korkunun çaresi nokta-i istinaddır, Risale-i Nur’da geçer, dayanma noktası.

Ve bu da ancak ve ancak ebedî ve ezelî bir varlık olabilir ki; bu da Allah’tır diyor. Başka her şey yıkılır.

Sen neye dayanırsan dayan, o yıkılır. O yıkıldıkça sen de yıkılıyorsun. Devlete sırtını dayasan İBAN veriyor, o da geçici, paraya sırtını dayasan para geçicidir, eşine sırtını dayasan o da fanidir, geçicidir.

Dolayısıyla tatmin olamıyorsun, korkularını gideremiyorsun. Her seferinde biraz daha karanlığa düşüyorsun. Korkuların seni çıldırtır, delirtir.

Musibet, Risale-i Nur’da benzetme yapılırken;

İnsan bir cam parçasıdır, Allah’ın güneşini yansıtan bir aynadır. Cam kırıldıkça güneşi daha çok yansıtır. O zaman güneş rengârenk görünür.

Eğer cam tek parça kalırsa, bir tane güneş gösterir, sen bir tane bulunduğun zaman. Camı bin bir parça yaptığın zaman, o zaman parçacıklar sayısınca güneşleri gösteriyorsun.

Ve o güneşin de rengarenk çeşitlerini gösterirsin. Sarısını, kırmızısını, beyazını, yeşilini, morunu, tam tecelli olur.

Demek ki; bizim Allah’ın esmalarına tam ayine olmamız için, bu vücut bedenin, bu vücut cam parçasının kırılması lazım. İşte kırılma odur.

Ağrı kesici, ameliyat, doğum bunlar hep kırılmadır. Her kırıldıkça da o güneş daha güzel görülmeye başlıyor.

Saîdê Kurdî, Kader Risalesi'nde; "Sağ eline duayı ver, sol eline istiğfarı ver ki; Cenâb-ı Hakk, seni kurtarsın, korusun, kollasın" diyor.


Nokta-i istinad ve nokta-i istimdad: Risale-i Nur, altı bin sayfasını buna ayırmış desem, yalan değil. Risale-i Nur’un altı bin sayfası baştan sona kadar bu meseleyi anlatır.

Nokta-i istinad, dayanak noktası. Ve nokta-i istimdad, medet alma noktası. Üzülmeye karşı medet, korkuya karşı dayanak noktası.

Risale-i Nur’un tek, yegâne konusu budur diyebilirim. Her bölümde bunu işler Üstad, her bölümde bunu yaşatmaya çalışıyor.

Çünkü Üstad, bu asrı gördü, yaşadı. İnsanlar, sahipsizdirler, çaresizdirler.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU