Dünyanın farklı kültür ve medeniyet havzalarında asırlar içinde örülen bir efsanevî yaratıktır Zümrüd-ü Anka.
Kadim Mısır’dan Antik Yunan’a, Ortadoğu’dan Avustralya’ya ve Çin’den Amerika kıtasına değin yerkürenin muhtelif coğrafyalarının bağrından kopan mitolojik külliyatın hemen hemen tamamında Zümrüd-ü Anka’nın izlerine rastlamak mümkündür.
İslamiyet öncesi Türk mitolojisinde de kendine bir yer edinen Zümrüd-ü Anka (“Simurg u Anka) kuşu, “Umay” (“Hümâ”) ve “Tuğrul” adlarıyla da bilinir.
Ateşten devşirilen rengarenk tüyleri, sahip olduğu engin bilgi birikimi ve belli aralıklarla kendini ateşe atıp küllerinden yeniden doğmasıyla tanınan Zümrüd-ü Anka kuşu “kuşların sultanı” şeklinde de telakki edilegelmiştir.
Ortak inanışlara göre Zümrüd-ü Anka kendi kendisini sil baştan üretebilen bir kuştur.
Bu özelliğinden hareketle sonunun yaklaştığını hisseden Zümrüd-ü Anka türlü aromatik bitkilerden mülhem dal ve yapraklarla kendisine bir yuva inşa eder ve bu yuvayı ateşe verirdi.
Ardından kanatlarını çırpar, ateşin bütün gövdesini ele geçirmesine izin verir ve bu eylemi kül oluncaya dek sürdürürdü.
Nihayet küllerden yine ve yeniden bir minik Zümrüd-ü Anka zuhur eder, yaşamına sıfırdan başlardı.
Bir nevî “ölümsüzlük” zırhıyla kuşandığı iddia edilen bu kuşun, dünyanın yıkılışını üç defa idrak ettiği bile rivayet edilir.
Bu anlamda “ölümsüzlüğünün” yanı sıra “bilgeliği” de oldukça yüksektir.
Kovid-19 salgınıyla dünyamızın tepetaklak olduğu bir süreçten geçiyoruz. Söz konusu süreçte ise evvelden “öldüğü” veya “öldürüldüğü” öne sürülen birçok alışkanlığın, eğilimin, düşüncenin ve pratiğin bir kez daha fevkalade yakıcı bir biçimde tezahür ettiğine tanıklık ediyoruz.
Başka bir deyişle bir Zümrüd-ü Anka misali küllerinden vücuda gelen kalıplar var.
Bu kalıplar içinde en önde gelenleri ise şüphesiz ki “özgür ulus” ve “sosyal devlet” tasavvurlarıdır.
Kovid-19 salgını kapitalist paradigmayı ve ona bağlı olarak gelişen birtakım vasıfları yerle yeksan ediyor.
Artık geri döndürülemez biçimde “müebbet” bir karakter kazandığı sanılan bireycilik, “kadir-i mutlak” bir profile evirildiği zannedilen finans-kapital tahakkümündeki serbest piyasacılık, tabiatın ebediyen amansızca tahrip edilebileceğini varsayan vahşi kalkınmacılık ve ulusların ve dahi onların sınırlarının gereksizliğini vurgulayan “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” hülyası bir bir iflas ediyor.
Bir adım ileri gidelim. İflas etmekle kalmıyor, yıllarca arsızca yerdiği zıddına da gebe bir halde yardım için avuçlarını açıyor.
Nasıl mı?
Dün milyonlarca insanın alın terinden nemalanan Kapital, aşındırmaya ant içtiği “sosyal devlet” anlayışından bugün para dilenir duruma geldi!
Dün bireyi kutsayanlar bugün toplu dayanışmaya ve paylaşıma muhtaç hâle düşürüldüler!
Dün “piyasanın görünmez eli”ne ibadet edip milyonlarca insanın emeğini sömürenler bugün buharlaşıp adeta “piyasadan” kayboldular!
Dün “Kalkınma ekolojiden daha belirleyicidir” diyenler bugün “Tabiata çok mu yüklendik acaba?” diye tavırlarını sorgulayıp tabiat ananın merhametine sığınıyorlar!
Dün “Sınırlar ve uluslar lağvedilsin” ve “Ulus-devletler anakronik varlıklardır” gibi ucuz sloganların gölgesinde sığınıp “post” ve “neo” düzlemlerinde bilgiçlik taslayanlar ise bugün ulusun koruyuculuğunun dilencileri konumuna indirgendiler!
İlginçtir, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bundan henüz birkaç ay evvel, milliyetçiliği ve ulus taraftarlığını bir “cüzzam” vakası olarak tanımlıyordu.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel ise milliyetçiliği “Avrupa’nın en büyük düşmanı” şeklinde takdim ediyor, Avrupa halklarının “milliyetçiliğe karşı ayaklanması gerektiğini” salık veriyordu.
ABD Başkanı Donald Trump “sınırlar önemlidir” dediğinde hem ülkesinde hem de dünya genelinde medyayı ablukaya alan liberal “entelijansiya” tarafından mahkûm ediliyordu.
Hatırlayın, Türkiye’de bile milliyetçilerin işitmedikleri küfür, maruz kalmadıkları hakaret kalmamıştı.
“Sınırlar daha sıkıca denetlensin” dediğimizde “ırkçı” olduk.
“Daha çok üretim ve hatta otarşi (kendi kendine yetebilirlik hâli)” istediğimizde “nostaljik” olmakla, “hayalperest” olmakla itham edildik.
Yetmedi, benim geçtiğimiz ocak ayında ortaya attığım ve 21.yüzyılda Türk milliyetçiliğin ekonomi-politiğinin ana hatlarının “ne olması gerektiğine dair” yaptığım tasvir mahiyetindeki EDİT (“Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü”) modeli liberal ve sosyal demokrat muhit ve bazı milliyetçi yazar-çizerler tarafından absürt bir şekilde “faşizmi ihya çabası” olarak algılandı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Velhasıl dünya genelinde milliyetçilik ve milliyetçiliğin talep ettiği yeni sosyal şablon, “dünyanın küçük bir kasaba hâlini aldığı böylesi bir dönemde milliyetçilik ancak gericilikle eşanlamlı olabilir” minvalindeki yaklaşımların ışığında alabildiğine aşağılandı ve horlandı.
Peki, bugün ne oluyor?
Bugün Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde insanlar AB bayraklarını indiriyorlar. Hatta AB bayrakları üzerinde tepinenler bile var.
İtalya, Sırbistan ve Avusturya gibi AB’nin önde gelen ülkelerinin yönetici aklı “AB böylesi hayatî bir dönemde bizi yalnız bıraktıysa niçin var?” soruları etrafında homurdanmaya başladı.
Dahası AB genelinde “Schengen ruhu” ayaklar altına alındı ve sınırlar kapatıldı. Artık neredeyse her devlet kendi sınırlarını kendi polis gücü ve askeriyesiyle denetliyor.
Dahası, Brüksel bürokrasisi AB üyesi devletleri zaman içinde öylesine hareketsizleştirdi ve güçsüzleştirdi ki, Avrupa devletleri bir kriz anında hangi refleksleri göstermesi icap ettiğini Kovid-19 salgınının en erken birinci ayının sonlarına doğru kavrayabildi.
Halklar, “ulusum ve devletim beni korusun” diye haykırıyor adeta.
İlaveten çok-uluslu şirketler çil yavruları gibi sağa-sola savrulur ve borsalar baş aşağıya doğru zemine şiddetle çakılırken, reel ekonomi ulusun öz varlıklarına dönüş yapıyor.
Başka bir deyişle, ulusal üretiminiz ve bu üretimin doğurduğu serveti adilâne bir tarzda dağıtabildiğiniz ölçüde güçlü ve özgürsünüzdür. Bu, meyve-sebze üretiminde de geçerlidir, bilim ve teknoloji üretiminde de.
“Ulusal üretim” ve “servetin adil paylaşımı” gibi unsurlar ise en nihayetinde bireyselleşmeyle tecrit edilmeye yüz tutulan yalnız bireyin değil, bireylerin organik dayanışma ruhuyla ulusal sınırlar dâhilindeki diğer bireylerle benimsedikleri “ortaklığın” ve “birliğin” marifeti olabilir ancak.
Kovid-19 salgını küresel (pandemik) bir salgındır, doğrudur. Ancak salgınla mücadele, Türkiye’de hükûmetin de ilk andan itibaren çok isabetli bir tarzda tespit ettiği üzere, varoluşsal olarak “ulusal”dır.
Kovid-19 salgını sonlandığında, insanlık yepyeni bir dünyaya ve yepyeni bir dünya düzenine uyanacaktır.
Bakmayın siz küreselci-liberal taifenin son bir hamleyle “kapitalizm bu krizden güçlenerek çıkacaktır” veya “kapitalizmin onarılması lazım” demesine. O sayfa artık kapandı.
Diyalektik işliyor. Her zıt, benliğinde diğer bir zıddı taşır. Yani her tez, kalbinde antitezini de taşır. Latince bir deyişte de ifade edildiği gibi, “contraria contrariis curantur” yani “zıtlar birbirlerini tedavi ederler”.
Kovid-19 ölen bir zıddı bütün çıplaklığıyla ifşa ve teşhir etti. Şimdi bu zıddın merkezindeki diğer zıddı, “tedavi edici” (etimolojisi itibariyle “küratör” pozisyonunda olan) zıddı keşfetmenin tam vaktidir.
Bugün “özgür ulus” ve “sosyal devlet” kavramları/pratikleri Zümrüd-ü Anka’larımızdır.
Neredeyse bir asırdır mütemadiyen bastırılan, sindirilen, inkar ve imha edilen bu iki değer, bugün itibariyle küllerinden ete kemiğe bürünmektedir.
Dahası, mevzubahis ikilinin birbirinin ayrılmaz parçaları olduğu da bir kere daha su yüzüne çıkmıştır.
Umulur ki bu defa, geçmişin hatalarından da ders çıkarmak suretiyle, kendilerini ateşe vermeden önce iyi düşünürler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish