Son günlerdeki acı ve yürek burkan olaylar insanı derin bir endişeye sevk ediyor.
Gerçekten de 2011 yılında başlayan Arap Baharı'nın birkaç yıl sonra zemheri bir kışa dönüşmesinden sonra etrafımızdaki savaş ve yıkım manzaralarına her gün yeni bir tane ekleniyor.
Savaşa karar verenler, savaşa silah temin edenler, halkların birbirine boğazlaşmasına vesile olan yerli işbirlikçiler ve emperyalist ağababaları her gün servetlerine servet katarken olan fakir fukaraya oluyor.
Şu veya bu şekilde savaşa taraf olanların hallerinin yanı sıra bin yıllarca yurt edindikleri köylerini, atalarının mezarlarını terk ederek bilinmeze doğru yol alırken, geride kalanlar ise kabuslarla yaşamaya devam ediyorlar.
Ülkemizde ise yüz yıl öncesine kadar nispeten barış ve uzlaşı içerisinde yaşamış olan halklarımızın arasına her gün kin ve nefret tohumları ekilmekte ve etrafımızda olan olaylar buraya taşınmak istenmektedir.
Bu da en başta bu ülkeyi barışa ve huzura kavuşturması gereken, her vatandaşın selametinden sorumlu olan yetkililer tarafından yapılıyor.
Kendisini Hz. Ömer'in adaleti, Hz. Ali'nin şecaati ve Hz. Ebubekir'in merhametiyle özdeşleştiren insanların bugün bu halde olması diğer her şeyden daha kötü ve daha yakıcı bir sorundur.
Bin yıllardan beri bu topraklarda birlikte yaşamış halklardan birini diğerinden üstün tutmak, diğer halkları asimile etmeye çalışmak, var olan sorunların üzerine akılcı analizler yapıp sorunları çözmek yerine, sorunları görmezden gelmek akıllıca bir yol değil.
Hele kendi vatandaşlarının sorunlarını emperyalist güçlerle konuşarak bastırmaya çalışmak hiç ama hiçbir şekilde akıllıca bir yöntem değil.
Bugün yaşamakta olduğumuz, içinden çıkılmaz hale getirdiğimiz bütün sorunların ana kaynağı Kürt sorunudur.
Yüzlerce kere söylediğimizi tekrar etmek pahasına da olsa tekrar ediyorum ki; Kürt sorunu bu ülkede Kürtlerin anayasal haklarının tanınması, Kürdistan dahil bütün yer isimlerinin iadesi, anadilde eğitimin gerçekleştirilmesi ve devletin vatandaşları arasında ayrım gözetmediği demokratik ve insan haklarına uygun bir yönetim ile çözülebilir.
Bunun aksine olan her çözüm felaketten başka bir sonuç doğurmaz...
Bir imparatorluk mirasına sahip, Ortadoğu'nun en önemli, dünyanın da sayılı devletlerinden biri olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, Suriye'de yıllar yılı, yarısı kimliksiz, geri kalanının da sürekli bir baskı ve asimilasyona maruz kaldığı yüz yıl öncesine kadar kendi vatandaşı olan, şimdiyse vatandaşının soydaşı olan Kürtlerin nispi bir özerklikle anadillerinde eğitim görmemesi, insanca bir yaşama sahip olmaması için bu kadar büyük bir maliyetle karşı çıkması caiz midir?
Bunun için kah Rusya ile kah Amerika ile karşı karşıya gelmesi doğru mudur?
Oysa en başta "Suriye'de Kürtler için iyi olan, bizim içinde iyidir" gibi çok basit bir formülasyonla büyük hakem rolünü oynayabilecekken, şimdi herkesle düşmanlaştı ve savaş durumuna geçti.
Peki, gerçekten buna değer mi?
Ayrıca birkaç yıl önce başlayan Rusya ile ilişkiler bana babamın bana anlattığı bir hikayeyi hatırlattı.
Hikaye şöyle...
Derler ki kendi halinden pek memnun olmayan bir fare, sürekli etrafta bir dost, bir arkadaş ararmış.
Bir gün bir gölün kenarında bir kurbağa ile karşılaşmış ve selam sabahtan sonra epeyce sohbet etmişler. Sohbetleri çokça uyuşmuş ve akşama doğru ayrılmışlar.
Ertesi gün, sonraki gün tekrar buluşmuşlar. Fare ile kurbağanın dostluğu ilerledikçe ilerlemiş ve gündüzler sohbetlerine, bir arada bulunmalarına yetmez olmuş.
Zira faremiz geceleri kırda bir deliğe, kurbağa ise bir sulak alanda bulunmak durumunda imiş. Ne fare suda ne de kurbağa kırda yaşayabiliyormuş.
Ama gel zaman git zaman özlem ve hasretleri birbirlerine karşı o kadar artmış ki artık geceleri de aralarında bir rabıtaya ihtiyaç duymuşlar.
Fare kurbağaya;
- Kardeş bu uzun gecelerde sensizliğe dayanamıyorum. Onun için ben bir plan düşündüm.
Geceleri ayağımıza bir ip bağlayalım. Bir ucu senin ayağında, diğer ucu benim ayağımda olsun.
Ben seni özlediğim zaman ayağımı çekerim. Sen benden haberdar olursun, sen özlersen aynı şeyi sen yaparsın.
Bu plan kurbağanın da çok hoşuna gitmiş ve geceleri her birinin ayağında ipleri ile deliklerine girmişler.
Fare ile kurbağa bir süre böyle keyif ve mutlulukla yaşarken bir gün güneşin ilk ışıkları ile deliğinden çıkan fare bir kartal tarafından görülür.
Fare güneşe doğru dönmüş ve eklemlerini genişletirken kartalın saldırısına uğramış. Kartal fareyi kaptığı gibi havaya uçurmuş.
Kurbağa ne olduğunu anlamadan havalanmış. Aşağıdan yukarıya bakmış ki, fare kartalın pençeleri arasında yukarıya doğru çıkarken, kendisi de iple ona bağlı olduğu için oda yukarı çekiliyor.
Bu sıkıntılı durumun farkına varan kurbağa;
- Yazıklar olsun kendi halkını, kendi milletini bırakıp başkası ile dost olana... Başka milletleri dost edinenin akıbeti budur, diye de hayıflanmış.
Hikaye böyle. Bu hikayeden alınacak kıssa ise;
Herkesin kendine benzeyenle; kendi milleti ve vatandaşı ile dost olmasıdır.
Yukarıda da yazdım, Türkiye'nin kendine dönmesi, kendi içine yönelmesi lazım.
Belki o zaman ne Rusya ile dostluğuna ihtiyaç olur, ne de Amerika ile düşmanlığa...
Son bir not;
Ölüm haktır ve herkes bir gün bu şerbeti içecektir.
Almanya’da vefat eden Kürt yazar ve yayıncı Zeynel Abidin Han, yaşarken ideolojisi ne olursa olsun öldükten sonra ölüdür. Ölülerden şeytan bile el çeker.
Ama gelin görün ki, Muş Belediye Başkanı ve yardımcısı, bu insanın cenazesine el uzattılar.
Belediyeye ait ve halkın malı olan belediyenin cenaze arabasından Zeynel Abidin Han'ın cenazesini indirttiler ve o cenaze bir pikapla memleketi olan Varto'ya götürüldü.
Orada da cenaze namazı kıldırılmadı.
İmdi, bu vahşiyane eylemi gerçekleştiren her kimlerse yönetici oldukları müddetçe bu ülkeye barış ve huzurun gelmesine sebep mi olurlar yoksa engel mi olurlar?
Esas sorunlarımızdan biri de budur.
Bence huzur ve barış istiyor isek buradan başlamalıyız...
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish