“Türkiye 2050 Hesaplayıcısı: İklim Politikası Diyaloğunun Desteklenmesi” projesi kapsamında, projeyi gerçekleştiren Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), Güneydoğu Avrupa İklim Değişikliği Ağı (SEE Change Network) ve Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN-Europe) davetlisi olarak 8-9 Şubat 2020’de Belçika Brüksel’de bir dizi etkinlikte yer alma fırsatım oldu.
İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği adına da Türkiye’nin iklim politikasına dair bir konuşma yaparak son gelişmeleri paylaştım.
Ziyarette çevre ve iklim alanında AB’deki son gelişmeleri de gözlemledim. Çevre ve iklim alanında önemli gelişmeler oluyor…
Neler oluyor?
Yeşil anlaşma (Green Deal)
Paris İklim Anlaşması 2020 yılı itibariyle yürürlüğe girdi. İklim krizine karşı anlaşmadaki en önemli hedeflerden birisi 2050 yılında karbon nötr bir ortamın yaratılması.
Karbon nötr bir ekonominin, kentin, kırın oluşması hiç kuşkusuz mevcut yapıda büyük değişimlerin ya da mevcut üretim tüketim ilişkisinin kökten değiştirilmesini gerekli kılıyor.
Anlaşma ilk ortaya çıktığında bunun nasıl başarılacağı ve ülkelerin nasıl kararlı adımlar atması gerektiği çokça tartışıldı.
Bugün o tartışmaların bir sonucunu görüyoruz. Avrupa Birliği bir adım attı.
Avrupa Komisyonu'nun yeni başkanı Ursula Von der Leyen, geçtiğimiz günlerde AB'nin 2050 yılı itibarıyla, küresel ölçekte ekonomisini karbondan arındırmış ilk bölge olmasına imkan vereceğini iddia ettiği “Yeşil Anlaşma” uygulamasını duyurdu.
Bu anlaşmanın bir parçası olarak hazırlanan Adil Dönüşüm Mekanizması’yla, enerji dönüşümünden ekonomik ve sosyal açılardan olumsuz etkilenecek bölgelere özgü finansman sağlanması planlanmıştı.
Proje kapsamında Brüksel’deki faaliyetin önemli parçalarından birisi de Avrupa Parlamentosu ziyaretimizdi.
Parlamentoda hangi köşeye gitseniz “Yeşil Anlaşma” konuşuluyordu. Bir sonraki yazımda daha da detaylarını paylaşacağım EU CALC toplantısına katılan AB’li siyasetçilerin de konuşmalarında bu konu ilk sıradaydı…
Paris Anlaşması ile birlikte böyle bir yaklaşımın (Yeşil Anlaşma) AB’de ortaya çıkacağına dair sinyaller alınıyordu. Tüm ekonomilerin buna hazırlıklı olması gerektiğini birçok platformda tartışıldı.
İklim krizi nedeniyle artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir gerçek. Yeşil Anlaşma, özellikle AB ile ticari ilişkisi olan ülkeleri derinden etkileyecek.
Bu etkiyi, ülkemizdeki bu kadar yoğun gündeme rağmen TÜSİAD Genel Kurulu’nda yeşil anlaşmanın etkileri tartışılmasından da anlayabiliyoruz.
Beklenen ancak yeterince hazırlıklı olunmayan bir süreci yaşamaya başladık. Siyaset alanının, bürokrasinin zaman kaybetmeden akılcı planlarla, kamuoyunu da sürece katarak harekete geçmesi gerekiyor.
AB’de iklim kanunu
Ekoloji Enstitüsü tarafından yapılan araştırmaya göre; şu anda yedi AB ülkesinin uzun vadeli çalışmaları da içeren (Fransa, Almanya, İrlanda, Hollanda, İsveç, Danimarka ve Finlandiya), Norveç ve İngiltere'nin ulusal ölçekte iklim yasası var.
İspanya, Slovenya, Lüksemburg, Letonya, Hırvatistan hazırlık aşamasında. Belçika ve Portekiz ise tartışıyor…
Geri kalan ülkelerde ki bunlar genellikle Doğu Avrupa ülkeleri, henüz bir çalışma görünmüyor.
Her ülke kendi kanun çalışmasını yaparken, ortak hedeflere ulaşmak için bir çerçeve kanuna ihtiyaç olduğu AB’de 29 Ocak 2019’da üst düzey katılımın olduğu bir konferansla tartışılmıştı.
Bunun sonucu olarak, 1 Aralık 2019’da ise Avrupa Komisyonu'nun yeni Başkanı Ursula von der Leyen, Avrupa Yeşil Anlaşması girişimini tanıtırken, görev süresinin ilk 100 gününde Avrupa ölçeğindeki İklim Yasası’nı gündeme getirmeye söz vermişti.
Bu çerçeve kanun ile tüm AB ülkelerinin ortak bir çalışma pratiği yapması, aynı hedefe birlikte yürümeye odaklanması ön görülüyor.
4 Mart 2020’de kanunun ilk taslağı kamuoyu ile paylaşılacak. Kanun taslağını değerlendireceğiz.
Ülkemizin ilgili kurumlarının da bu kanun taslağına dair görüş oluşturmasının ve paylaşmasının (AB üyelik iddiası olan bir ülke olarak) bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Artık on yıllardır üye olmaya çalışan bir ülkeden ziyade, AB’nin politikalarına da nüfuz etmeye çalışan bir pozisyonu kurgulamak gerekiyor.
İklim krizine karşı mücadelede daha somut ve güçlü mevzuata ihtiyaç var. Artık kanunlarda bu krize karşı mücadeleye yer verilmesi, ülkelerin ana politikası haline gelmesi gerekiyor ki; hızlı, kararlı, bugünü ve yarını kurtaran bir sonuca varılabilsin.
Ekonomilerin karbonsuzlaşması için güçlü bir dönüşüme ihtiyaç var. Ve bu dönüşüm hükümetlerin, siyasi partilerin veya politik liderlerin değişmesi ile sekteye uğramamalı.
O nedenle kanun haline getirilmesi ile iklim krizine karşı mücadele daha uzun vadeli, planlı çözüm üretilmesine olanak sağlayabilir.
Bir kanun çalışmasının onlarca konuşma, toplantı ve taahhütten çok daha güçlü olduğunu unutmamak gerekiyor…
AB iklim kanunu hiç kuşkusuz AB’ye üye ülkelerin AB’nin iklim hedeflerine dair uygun olmayan faaliyetlerinin hukuken engellenmesi ve/veya yargılanmasını da sağlayacaktır.
Avrupa Adalet Divanı’ndan yaptırım kararları alınmasının da önünü açacaktır. Bu adım ile AB üyesi ülkelerin iklim krizini arttırmaya yönelik olası faaliyetlerine karşı bir önlem de alınmış olacak…
AB iklim kanunun içeriği konusunda çeşitli ön görüler var. Kanunun COP 26 Glasgow’dan önce onaylanması ve COP 26’ya AB’nin tek bir vücut olarak politikaların oluşturulmasında güçlenmesini isteyenler de var.
Kanunun 2050 karbon nötr hedefine odaklanmasının yetersiz olacağı 2030 yılı hedeflerini de içermesi yönün de bir beklenti olduğunu da söyleyebiliriz.
Her düzenlemede olduğu gibi bu taslak kanun da AB parlamentosu ve konseyden geçecek. Dolayısıyla hafta daha detaylarını öğreneceğimiz kanun taslağının tartışma süreci de olacak.
Ülkemizde de iklim kanunu mümkün mü?
İklim krizine karşı mücadele ve iklim değişikliğine uyumda idari ve yasal yapının güncellenmesi, geliştirilmesi ve uygulanabilir halde yapılandırılması önemli bir ihtiyaç.
Halihazırda, birçok kurumda, belediyede iklim değişikliğine dair çalışma yapması ön görülen idari yapılar (şube müdürlüğü, daire başkanlığı vb.) kuruluyor. İller Bankası da bu güzel örnekler arasında…
İklim krizinin küresel bir sorun olması, küresel bir mücadeleyi gerektiriyor. Dolayısıyla ülke ölçeğinde de ortak hedefe yürümeyi planlayan, birbiri ile iyi iletişimi olan, planlı idari yapıların kurulması gerekiyor.
Bunun yanında, üst ölçekli planların temelini oluşturması gereken iklim krizini önceleyen bir mevzuatın oluşturulması ve kamu kurumları ve özel sektör tarafından uygulanmasını sağlamak da aynı anda yapılması gereken bir çalışma.
Dolayısıyla, iklim kanunun ülkemiz için de bir gereklilik olduğu çok açık…
Şu anda, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı içerisinde iklim kanununa dair bir tartışma, arayış ve çalışma yapıldığını biliyorum.
AB İklim Kanunu'nun biraz daha belirginleşmesi belki bu çalışmanın hızlanması ve daha da somutlaşmasını sağlayacaktır.
Öte yandan, cumhuriyetin ilk dönemlerinden kalan bir su kanunu ile iklim krizinin en önemli alanlarından olan suyu yönetmeye çalışırken, idari olarak bütünü görmeyen parçalı bir çevre yönetimi pratiğimiz varken bir iklim kanununu hayata geçirmek yani bu temeli zayıf zeminin üzerine oturtmak mümkün mü?
Bu sorunun cevabını tartışmakta yarar var.
Benim önerim ise, 3-4 yıl önce yoğun şekilde çalışması yapılan, TBMM’ye gönderilme aşamasına gelen, taslaklarını görme fırsatı bulduğum Su Kanunu’nun vakit kaybedilmeden kamu yararı, iklim değişikliği ve doğa yararı ön görüsü ile TBMM’de yasalaşmasıdır.
Su Kanunu çalışması ve tartışmaları eminim eklektik, parçalı çevre yönetimi anlayışının da tartışılmasına ve belki idari yapının yeninden şekillendirilmesine duyulan ihtiyacının daha da net görülmesine yardımcı olacaktır.
Böylece iklim kanununu da daha sağlam bir zemine oturtabiliriz.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish