Yakın dönem Osmanlı ve Kürt tarihi üzerine araştırmalar yapan Sinan Hakan “Türkiye Kurulurken Kürtler” * adını taşıyan önemli kitabında, iki hat üzerinden ilerliyor:
Bir taraftan Osmanlı Devletinin son dönemlerindeki Kürdistan’da hakim olan sosyolojik dinamiklerin üzerine eğiliyor, diğer taraftan da Osmanlı ve kuruluş aşamasındaki Kemalist yönetimin Kürt ve Kürdistan siyasetine odaklanıyor.
Ele aldığı konuları açıklığa kavuşturmak için de Hakan, Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerini, dönemin gazetelerini, Mustafa Kemal’e ait yazışmaları ve dönemle alakalı İngiliz arşiv belgeleri üzerine Türkiye’de yayınlanmış birçok çalışmadan istifade ediyor.
Hakan, Kürt meselesi bağlamında, Osmanlı’nın yıkılma ve modern Türkiye’nin yeniden yapılanma sürecini üç aşamada inceliyor:
İlki, Ermeni Tehciri ve sonrasında gelişen olaylarla Şark Cephesi’nde Rus işgal hattının netleştiği 1916’dan Anadolu’da ilk meclisin açıldığı 23 Nisan 1920’ya kadar olan dönemdir.
İkincisi, Meclis’in açılmasından Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihine kadar geçen süredir.
Üçüncüsü de, Cumhuriyet’in ilanından Türkiye’nin güney sınırlarını kesinleştiren Ankara Anlaşmasının imzalandığı 1926 yılına kadar uzanan devredir.
“Artık senin Rus güçleri içinde işin kalmadı”
“Türkiye Kurulurken Kürtler”in incelediği 1916-1920 arasındaki ilk dönemi siyasi ve sosyal açıdan şekillendiren en mühim faktörlerden biri, Osmanlı’da bir arada yaşayan Kürt ve Ermeniler arasındaki ilişkilerin 1915 sonrasında yıkıcı bir nitelik kazanmasıdır.
1915-1916 döneminde Kürt ve Ermeni milislerin karşılıklı saldırılarının sonucunda ortaya çıkan ölümler ve acılar, iki millet arasındaki bağları önemli ölçüde koparır.
Bu dönemde, nasıl bir siyaset izleneceği noktasında Kürtler arasında bir birlik söz konusu değildir.
Kürdistan’ın nüfuzlu ailelerinden biri olan Bedirhanilerden Abdürrezzak ve Kamil Beyler Rus tarafında yer alır.
Kürtler ile Ermeniler için Rus egemenliğinin Osmanlı egemenliğine nazaran daha iyi olacağını düşünen Abdürrezzak Bey, Kürt aşiretlerinin Rus yanlısı bir tavır almalarını sağlamaya çalışır.
Buna mukabil Küfrevi Şeyh Abdulbaki, Şeyh Hazret ismiyle bilinen Norşinli Şeyh Ziyaeddin, Gaydalı Şeyh Selahaddin, Mutkili Hacı Musa Bey, Mükslü Mutiullah Bey ve Said-i Kürdi gibi Kürt beyleri ise, Rus ve Ermenilere karşı Osmanlı saflarında yer tutarlar.
Keza Şırnak aşiret ağları da, Abdürrezzak Bey’e tepki gösterir ve Bitlis Valisinden kendilerini korumak için silah talep ederler.
Abdürrezzak Bey’in Rus garantisi altında Kürt-Ermeni birlikteliği düşüncesine en büyük darbeyi, Çatak hadiseleri vurur. Rus hâkimiyetindeki Çatak bölgesinde Ermeni milislerin halkı katlettikleri haberinin Kürtler arasında yayılması, Abdürrezzak Bey’in nüfuzunu ve etkisini ortadan kaldırır.
Dahası Abdürrezak Bey’in dönem ilişkin notları, Rusların ve Ermenilerin de “Rus himayesi altında bir Kürt-Ermeni birlikteliği” fikrine sıcak bakmadıklarına işaret eder.
Olmayacak bir fikrin peşinde koşan Abdürrezzak Bey’i Ruslar yüz üstü bırakırlar. Botan’a geçmesi için yardım talebinde bulunduğu Ruslardan “Artık karar aldık, senin Rus güçleri içinde işin kalmadı. İstediğin yere gidebilirsin” cevabı alan Abdürrezak Bey, çaresizce Tiflis’e geri dönmek zorunda kalır. (s.30)
“Vilayetin geri kalanı, eski nüfusunun en çok onbeşte birini teşkil edecektir”
Rus işgali ve Kürt-Ermeni çatışmaları Kürdistan'dan Orta Anadolu’ya doğru büyük bir göçü tetikler. Erzurum merkezinin yüzde 80’i, Erzurum civarındaki köy ahalisinin yüzde 90’ı göç eder.
Van, Bitlis ve Erzurum’dan göç eden Kürt, Türk, Arap ve Çerkez mülteciler Kayseri, Ankara, Konya, Niğde, Yozgat ve Maraş’a yerleştirilirler.
Diyarbekir ve Musul da göç alan merkezlerdendir. Van, Bitlis ve Erzurum vilayetlerinden göç edenlerin kısmı önce Diyarbekir’de toplanır, ardından da buradan Urfa ve Konya’ya sevk edilir.
Van Valisi Haydar Bey’in İstanbul’a gönderdiği bir rapor, 1915-1918 arasında yaşananların nasıl bir felaket tablosuna yol açtığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer.
Vilayet ahalisi Müslümanlarından Bitlis, Diyarbekir, Musul vilayetlerine iltica edenlerin % 80’i telef olmuştur. Diğer vilayetlere gitmemiş olanların da telefatının bu nispette olduğundan şüphem yoktur. Ermeniler ve Nasturiler genel olarak firar etmişler veya telef olmuşlardır. Vilayetin geri kalanı, eski nüfusunun en çok onbeşte birini teşkil edecektir. (s.54)
“Vilayat-ı Sitte”
1917’de Bolşevik İhtilali olur; Rusya bölgeden çekilir, Ermeniler Rus desteğini kaybeder. Osmanlı da Ermenilere karşı harekete geçer. Kürt milislerin desteklediği Osmanlı ordusu kısa sürede Erzurum ve Van’ı yeniden Osmanlı idaresine bağlar.
Bu gelişme, bir yandan Ermenilerin bölgeden tümüyle kopmasına neden olur, diğer yandan da Anadolu’ya göç etmiş Kürt muhacirlerden hayatta kalanların tekrardan kendi topraklarına dönmelerinin yolunu açar.
1918’de Birinci Dünya Savaşı biter. Büyük kayıp ve yenilgiler yaşayan Osmanlı, şartları son derece ağır bir mütarekeyi imzalamak mecburiyetinde kalır.
Mondros Mütarekesi, özellikle iki alanda Kürtlere de büyük bir zarar verir. İlki, mütarekenin 24'ncü maddesinde “Vilayat-ı Sitte” olarak adlandırılan Sivas, Erzurum, Van, Mamüretülaziz (Harput), Bitlis ve Diyarbekir “Altı Ermeni Vilayeti” olarak anılmasıdır.
Bu madde, Ermenilerin Kürdistan’a dair taleplerinin uluslararası alandaki güçlü bir dayanağı olur.
Mütareke sonrası dönemde, özellikle 1919 sürecinde Kürtlerin temel hareket noktası, bölgenin Ermenistan’a karşı gelişen tepki üzerinde şekillenecek, bu husus ayrıca hem Kuvayı Milliye hareketinin hem de Osmanlı hükümetinin Kürtleri elde tutma politikasının temel propaganda malzemesi olacaktır. (s.80)
İkincisi, Mütareke sonrasında İngilizlerin “mütareke şartlarına uyulmadığı” gerekçesiyle Musul bölgesini işgal etmesi ve Osmanlı’nın buradan çekilmesi üzerine Osmanlı Kürdistanı’nın Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmış olmasıdır.
Kürtler daha evvel Kasr-ı Şirin Anlaşmasıyla yaşadıklarına benzer bir durumla karşılaşmışlardır: Osmanlı Kürt coğrafyası güney ve kuzey olmak üzere, farklı siyasi güçlerin yöneteceği parçalara bölünmüş, bu parçalanma Kürt toplumunda merkezi bir siyasi ağırlığın teşekkülünü imkânsız kılmıştır. (s.80)
“Ölçüsüz derecede emperyalist”
Mütarekenin ardından Kürdistan meselesiyle alakalı iki cemiyet kurulur. Cemiyetlerden biri Ayan Meclisi Üyesi Şemdinanlı Seyid Abdülkadir’in başkanlık ettiği ve Babanzade, Bedirhani ve Cemilpaşazade gibi büyük Kürt ailelerinin de desteğini alan Kürdistan Teali Cemiyeti’dir.
Diğer cemiyet ise Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti’dir.
Kürdistan Teali Cemiyeti, Wilson Prensipleri çerçevesinde Kürtlerin hak ve hukukunu korumayı ve geliştirmeyi amaçlarken, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti ise “Osmanlı Camiası” fikri üzerinden Kürtlerin ve Türklerin birlikteliğini ve ortak Osmanlı vatanı düşüncesini savunur.
Kazım Karabekir Paşa, her iki cemiyetin de Meclis-i Mebusan’ın feshi sonrasında Şark vilayetlerinin Ermenistan olacağı endişesiyle kurulduğunu ifade eder.
Daha evvel savaş alanında karşı karşıya gelen Kürtler ile Ermeniler arasındaki mücadele, 1919’dan sonraki süreçte –bilhassa Paris barış Konferansı vesilesiyle- politik bir hüviyet bürünür.
Ermeni delegasyonunun Başkanı Boğos Nubar Paşa, 12 Şubat 1919’da Barış Konferansı’na Van, Bitlis, Diyarbekir, Sivas, Erzurum, Trabzon, Maraş Kozan ve Adana’nın Ermenistan’a verilmesini resmen talep eden bir muhtıra sunar. Haberinin duyulmasının takiben Kürdistan’dan muhtıraya dönük yoğun tepkiler başlar.
Ermenilerin kapsamlı taleplerine karşı Kürt temsilcisi sıfatıyla konferansta bulunan Şerif Paşa karşı bir muhtıra verir.
22 Mart 1919 tarihli muhtıra, Ermeni taleplerini “ölçüsüz derecede emperyalist” şeklinde niteleyerek başlar.
Kürdistan coğrafyası ve tarihi hakkında bazı bilgiler verdikten sonra Şerif Paşa, Ermenilerin haksız isteklerinin kabul edilmesi halinde bölgenin sürekli bir kargaşaya sürükleneceği konusunda konferans katılımcılılarını uyarır:
Kürtlerin çoğunlukta olduğu merkezler, yaratılmak üzere olan Ermenistan’a katılmak istenmektedir, ama özgürlüklerine düşkün olan savaşçı Kürt nüfus çoğunluğu yüzünden Ermenistan’da sürekli karışıklıkların hüküm süreceğinden ve orada Müttefikler bir askeri güç bulundursa bile, bu gücün de gerilla savaşıyla karşı karşıya kalacağından kimsenin kuşkusu olmasın! (s.101)
Şerif Paşa tezini desteklemek için Ermenilerin talep ettikleri bölgelerde nüfuslarının azınlıkta olduğunu gösteren Müttefik ülkelerinin raporlarına değinir.
Wilson Prensiplerine atıfla Kürtlerin de bağımsızlık isteme hakkına sahip olduğunu hatırlatır.
“Kürdistan üzerindeki Ermeni iddialarını yılmadan protesto ediyoruz” diyerek Kürtlerin bağımsızlık talebinde bulunduğunu dile getirir ve sözlerini; Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu toprakları kapsayacak bir Kürdistan’ın sınırlarını çizmek üzere uluslararası bir komisyon kurulmasını isteyerek tamamlar.
Paşa’nın muhtırası İngilizce ve Fransız metinlerden tercüme edilerek Kürdistan Teali Cemiyeti eliyle Kürdistan’a gönderilir, Serbesti gazetesi de muhtıranın tam metnini yayınlar.
“Kürt aşiretlerinin büyüklük hastalığı”
Vilayat-ı Şarkiye’nin Ermenistan’a terk edilmesi ihtimali, Kürdistan’da sert reaksiyonlar yaratır. Ermenilerin kuracakları ülkenin başkenti olarak Van’ı seçmiş olmaları, hassasiyeti doruğa çıkartır.
Bölgeden Paris Barış Konferansı, ABD Başkanı Wilson’a ve İngiltere Hükümetine telgraf üzerine telgraflar gönderilir. Osmanlı Hükümeti de tepkileri artırmak için sistemli bir şekilde çalışır.
Bahusus Van Valisi Haydar Bey, Kürt aşiretlerin Ermenistan’dan gelen talepleri protesto etmelerini ve Osmanlı Devletine bağlılıklarını bildirmelerini örgütlemede muazzam bir rol oynar.
Hülasa, Ermenistan tehdidi, Kürtlerin Osmanlı’ya bağlılığını artırır. Kitapta kendisinden sıkça bahsedilen Van Valisi Haydar Bey’in bu konudaki tespitleri ve çalışmaları son derece önemlidir. Dâhiliye Nezareti’ne yazdığı bir telgrafta Haydar Bey, Kürt aşiretleri hakkında üç tespitte bulunur:
Birincisi, Kürt reislerinin birbirlerine güvenmediklerdir. İkincisi, hepsinde “büyüklük hastalığı”nın olduğu, en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsinin liderlik iddiası taşıdığı ve bu nedenle işbirliği yapamadıklardır.
Üçüncüsü de, içlerinde milli devlet kurma yönünde bir his olsa da, Osmanlı olmadan Ermenilerle ve yabancılarla başa çıkamayacaklarını düşündüklerinden, en milliyetçilerinin dahi eninde sonunda Osmanlı Devleti lehine tavır göstereceğidir.
Millet esası üzerine hükümet teşkili ümidi aşiretlerin kalplerinde belli bir iz bıraktığı halde, Devlet-i Aliyye’nin maddi ve manevi kuvvetine dayanman ecnebi ve Ermeni istilasına karşı kendilerini koruyamayacaklarına kanaat getirdiklerinden Devlet-i Aliyye’ye sadakatten dönmeyeceklerine kanaat getirdim. (s. 162-163)
“Kürdistan’ı, Ermenistan korkusuyla önleyeceğiz”
Vali Bey, Bakanlığa gönderdiği bir diğer raporda, bölgenin Osmanlı’dan ayrılması durumuna Kürtlere bırakılması gerektiğini ifade eder:
Herkesin milletini sevmesine ve itilasına çalışmasına bir şey denemez. Van ve civarının bizden koparılması kararlaştırılmış ise müstakil Kürt hükümetine verilmesini her Müslüman tercih eder. (s. 182)
Kazım Karabekir de Ermeni tehdidini ustaca kullanır. “Kürdistan’ın Ermenistan olacağını anlatmakla” Kürtlük cereyanının önüne rahatlıkla geçeceğini düşünen Karabekir, Erzurum’a geldikten sonra, Birinci Dünya Savaşı sırasında irtibatta olduğu Kürt aşiret alay komutanlarıyla görüşerek, sürekli Kürtlerin Ermeniler tarafından mahvedileceği fikrini telkin eder.
Karabekir, Kürtleri yanına çekmek ve yanında tutmak için “din” birliğinin daima vurgulanması gerektiğini belirtir:
Kürt beylerin cevabında bizzat İslamiyet bağına nasıl sarıldıkları ibret vericidir. Kürtlerin ıslah ve temdini teşebbüslerinden bu bağ pek mühimdir. Kürtleri bize bağlayan ana kuvvet, dindir. Yalnız cahil Kürt şeyhleri pek felakettir. İlk fırsatta değerli Türk ulemasının bu şeyhlerin yerine geçmesi hükümetin birinci vazifesi olmalıdır. (s. 240-241)
* Sinan Hakan; Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920), İletişim Yayınları, 2013, İstanbul
** Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish