İbni Sina'nın meşhur sözü, "Hiç kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir", Türkiye'deki Kürt sorununu anlamak için güçlü bir başlangıç noktasıdır.
Çünkü bu sorun, Türk aklı algıladığı gibi bir azınlık sorunu değil, derin kökleri olan yapısal ve ideolojik Kürt kimlik düğümüdür.
Kürt sorununun çözümsüzlüğünün arkasında yatan en temel gerçek, "Türklüğün" toplumsal ve siyasal bir imtiyaz sistemi olarak varlığını sürdürmesidir.
Türklük, yalnızca bir kimlik değil, aynı zamanda ayrıcalıkların taşıyıcısı olan bir normdur.
Kürtlerin hak ve özgürlük mücadelesi, işte bu hegemonik normun karşısında şekillendi.
Kürt sorunu çoğunlukla demokratikleşme, insan hakları ya da ekonomik kalkınma ekseninde tartışılsa da bu yaklaşımlar, sorunun temelindeki yapısal eşitsizliği göz ardı eder.
Türklüğün imtiyazlı/baskın normu, Kürt kimliğini sürekli olarak bastıran, taleplerini görünmez kılan ve hak arayışlarını kriminalize eden bir sistemin taşıyıcısıdır.
Dahası, bu mesele yalnızca sağ ideolojilerle sınırlı değildir; sol, liberal ve diğer muhalif kesimler de bu imtiyaz sisteminin taşıyıcıları olabilir.
Neo-Osmanlıcı muhafazakârlık: Din kardeşliği ve asimilasyon
AKP iktidarının ilk yıllarında, "Neo-Osmanlıcı" olarak adlandırılan dindar-muhafazakâr söylem, Kürt sorununda yeni bir dil geliştirdi.
Bu yaklaşım, Osmanlı'nın dini ve çok kültürlü mirasını referans alarak, "İslam kardeşliği" üzerinden bir çözüm önerisi sundu.
Bu dil, ulus/etnik kimlikleri arka plana iterek, Kürtleri dini bir bağlamda birleştirme amacı taşıyordu.
Bu anlayış, özellikle 2000'li yılların başlarında Kürt toplumunun büyük bir sosyolojik kesimini oluşturan Kürt dindar/ muhafazakârları/mütedeyyinleri arasında kısmen karşılık bulmuş ve çözüm süreci gibi politikaların önünü de açmakla beraber, söylem Kürtlerin kolektif haklarını yok sayan ve taleplerini dini bir çerçevede asimile etmeyi hedefleyen bir stratejiydi.
Neo-Osmanlıcı muhafazakârlık, Türklüğün hegemonik yapısını sorgulamadan bir "çözüm" sunmaya çalıştı.
Bu çözüm, aslında Kürt kimliğini gölgeleyen bir araç oldu.
Kürtlerin seküler ulusal talepleri, "fitnecilik" ya da "ayrılıkçılık" olarak damgalandı.
Bu süreçte Türklük normu güçlenirken, Kürtler taleplerini dile getirdiklerinde ya "kardeşliği bozmakla" suçlandı ya da doğrudan dışlandı.
Neo-Muhafazakâr popülizm: Kriminalize edilen Kürt kimliği
2015 sonrası, çözüm sürecinin sonlanmasıyla birlikte Neo-Osmanlıcı dil yerini daha sert ve faşizan bir Neo-muhafazakâr popülist söyleme bıraktı.
Bu yeni yaklaşım, Türklüğü "vatan, millet, beka" söylemiyle pekiştiren, Kürt kimliğini ise yalnızca "terör" ile özdeşleştiren bir dil inşa etti. Kürt kimliği ve siyasi hareketleri, bu söylem içinde sistematik olarak kriminalize edildi.
Neo-muhafazakâr popülizm, Kürt sorununu yalnızca bir güvenlik meselesi olarak çerçeveledi.
Bu yaklaşım, Kürtlerin hak mücadelesini neredeyse tamamen yok sayarak, Türklüğün normalliğini pekiştirdi.
Öyle ki, Kürtçe konuşmak, anadilde eğitim istemek ya da Kürt kültürünü savunmak dahi bir tehdit olarak algılandı.
Bu güvenlikçi paradigma, Kürtlerin siyasi ve toplumsal temsil alanlarını daraltarak meseleye dair her türlü çözüm perspektifini daha da zorlaştırdı.
Süreç içinde Türklüğün ideolojik üstünlüğü, yalnızca sağ ideolojiler tarafından değil, sol ve liberal çevrelerce de yeniden üretildi.
Bu durum, Kürt sorununa yapısal boyutlarına dair tartışmaları sınırlayan ve Kürtlerin kolektif taleplerini görünmez kılan bir körlük yarattı.
Liberal körlük
Türk liberalleri, Kürt sorunu genellikle bireysel haklar ve demokratikleşme çerçevesinde yaklaşmayı tercih etti.
Ancak bu bakış açısı, Türklük sisteminin toplumsal ve siyasal ayrıcalıklarını sorgulamaktan uzak olduğu için yetersizdir.
Örneğin; Kürtlerin anadilde eğitim talebi ya sembolik düzeyde desteklenir ya da "pratikte mümkün değil" gerekçesiyle küçümsenir.
Kürtlerin ulusal özgürlük mücadelesi, liberallerin söyleminde genellikle "aşırı" ya da "ayrılıkçı", "milliyetçi" olarak nitelendirildi/yor.
Benzer şekilde, kendilerini solcu olarak tanımlayan Kürt meselesine genellikle sınıf mücadelesi perspektifinden yaklaşır.
Bu bakış açısı, Kürtlerin ulusal taleplerini tali bir mesele olarak görerek, sınıfsal eşitsizliklere odaklanır.
Oysa Kürtlerin sınıfsal ezilmişliği, aynı zamanda ulusal kimliklerinden kaynaklanan ayrımcılıkla derinleşir.
Kürt işçileri hem sınıfsal sömürüye hem de Türklüğün hegemonik yapısına dayalı ayrımcılığa maruz kalıyor (basına yansıyan veya yansımayan vakalar malum).
Dolayısıyla, solun gerçek bir çözüm sunabilmesi için Türklük normunun sınıfsal çelişkilerdeki rolünü kabul etmek zorundadır.
Kürt sorununu anlamak: İdeolojiler üstü gerçek
Bir diğer anlamda Kürt sorunu, Türkiye'nin ideolojik yapısındaki en derin adaletsizlik ve eşitsizliklerden biridir.
Türklüğün toplumsal, siyasal ve kültürel baskın bir norm olarak işlev gördüğü bu sistem, yalnızca sağ ideolojiler değil, sol ve liberal çevreler tarafından da yeniden üretildi.
Bu durum, Kürtlerin ulusal özgürlük taleplerinin sürekli olarak göz ardı edilmesine ve kriminalize edilmesine yol açarak, Türklük, yalnızca bir etnik kimlik değil, aynı zamanda Türkiye'de toplumsal bir norm olarak inşa edildi.
Medyada alaycı ve yüzeysel söylemler
Türkçe; devlet aklına dayatılan "tek millet, tek dil" anlayışının taşıyıcısı olmakla beraber, Türk bireyler için anadilinde eğitim doğal bir hakken, Kürtlerin bu hakkı talep etmesi siyasi bir kriz konusu olarak görülebiliyor.
Kürtçe üzerindeki baskılar, bir diğer anlamda Türklüğün toplumsal ayrıcalığını pekiştirirken gerek ana akım gerek muhalif medyada Türk kimliği, normallik ve kabul edilmişlik ile ele alındı.
Kürt kimliği genellikle "tehdit" veya "güvenlik sorunu" bağlamında yansıtıldı.
Haliyle bu durum, Kürtlerin kolektif varoluşunun kriminalize edilmesine ve görünmezleştirmeye yol açtı.
Son haflarda özellikle kendilerini liberal/seküler/demokrat olarak tanımlayan gazeteci ve medya figürlerinin "Türkiye sadece Kürtlere değil Türklere de haksızlık ediliyor" söylemlerindeki alaycı yüz mimiği, Cüneyt Özdemir'in (yıllarca bu mecrada faali malum cinayetleri/JİTEM'i ve Kürtlere yönelik sayısız hak ihlallerini ekrana taşıyan ve tanıklık yaptığını sandığımız bir gazeteci), "Kürtçe 90'larda sorundu 2025'te mesele olmaktan çıktı" demesine de yansıdı.
Benzer şekilde, "demokrat/seküler/Atatürkçü" olarak tanımlanan Nevşin Mengü'nün komşu ülke Suriye'de Kürtlerin statüsünün konuşulması sürecinde SDG'yi Amerikalılara anlatması için "Türk üstenci aklının 60'lardan itibaren özellikle yaptığı sipariş akademik çalışmalar ve tarih yazımına" kendisi de günümüzde mevcut hükümete akıl vererek, "Amerika'ya, abiciğim bunlar Stalinist diye anlatacaksın" demesi de bu üstenci Türklük kimliğinin yansımasıdır.
Kısacası medya figürlerinin de Kürtçe üzerindeki güncel baskıları ve Kürt siyasal hareketine, Kürt sorununa yüzeysel bir şekilde itibarsızlaştırmanın yanı sıra, Kürtlere dair alaycı/üstenci ifadeleri de Türk üstenci kimliğine belirgin bir örnek olsa gerek!
Çözüm önerileri
Kürt sorunun çözümü, Türklüğün normalliğini sorgulayan ve çok kimlikli, eşitlikçi bir sistem inşa etmeyi hedefleyen bir dönüşümü gerektirir.
Türkiye'de gerçekten Türk-Kürt kardeşliğe inanan -düşünen- Türk liberalleri, solcuları ve muhafazakârları kendi Türklük kimlikleriyle yüzleşmeli bir diğer anlamda hesaplaşmalı bu kimliğin getirdiği imtiyazları sorgulamalıdır.
Kürtlerin bireysel haklarının ötesine geçerek, kolektif hakları anayasa da tanınmalıdır.
Anadilde eğitim, yerel özerklik ve kültürel haklar temel insan haklarıdır.
Sonuç olarak, Kürt sorununun çözümü, Türklüğün imtiyaz sistemine dair köklü bir yüzleşmeyi zorunlu kılar.
Bu yüzleşme gerçekleşmeden ne sağın ne solun ne de muhafazakârların önerdiği çözümler gerçek bir eşitlik ve adalet sağlayabilir.
Bu sorunu kabul etmek isteyip-istemeseler de ideolojiler üstü bir hakikat olarak, yapısal dönüşümü ve toplumsal hesaplaşmayı beklemektedir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish