Avrupa aşırı sağı: Dip dalga mı, kurgusal mı?

Naman Bakaç Independent Türkçe için Siyaset Bilimci Sinan Baykent ile konuştu

Fotoğraf: Roberto Pfeil-AFP

Avrupa'da sağ popülizm ya da aşırı sağ denilen hareketler; Avrupa Parlamentosu seçimleriyle birlikte dipten gelen bir dalga olduklarını şimdilik gösterdiler.

Bu dalga; Fransa'daki seçimlerden tutun, geçtiğimiz günlerde Almanya ve Avusturya'da yapılan seçimlerde de boy gösterdi.

Sadece Avrupa değil dünyanın üzerinde de dolaşan bu hayaletin; yapısını, söylemini, hedeflerini ve geleceğini konuşmak, tartışmak ve anlamak kadar, birey-toplum ve devlet aygıtında oluşturduğu tahribatı da ele almak kaçınılmaz.

Avrupa'da yükselen aşırı sağın, dip dalga mı yoksa geçici, konjonktürel veya kurgusal mı olduğu gelecek açısından çok önemli.

Zira ulusal sağın yükselişi farklılıklar içinde iyi kötü barışçıl bir şekilde yaşayan toplumları yekpare ve içine kapanık kılarken, ötekini düşmanlaştırarak önemli bir tahribata yol açıyor.   
 

Kaçınılmaz olan ve giderek tahribatı daha çok hissedilen bu olgunun, toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik ve jeopolitik dinamiklerle nasıl şekillendiğini, 19'uncu ve 20'nci yüzyıl radikal sağ ve milliyetçiliklerle benzer ve farklarını, sağ hareketlerin dayandığı dinamikleri ve geleceğini, uzunca bir süredir Avrupa milliyetçiliği ve ulusal sağ üzerine çalışan siyaset bilimci Sinan Baykent ile konuştuk. 
 

Sİnan Baykent
Siyaset Bilimci Sinan Baykent, Independent Türkçe için Naman Bakaç'ın sorularını yanıtladı

 

"Sağ-popülizmin odağında 'seçkinler sınıfına karşı halkçılık' mesajı bulunur"

Yıllardır sağ hareketlerle ilgilenen bir siyaset bilimci olarak öncelikle şu kavram kargaşasına bir açıklık getirelim. Bazen birbiri yerine bazen de karıştırılan şu kavramlar arasında ne tür fark ve benzerlikler olduğunu kısaca anlatır mısınız? Ulusal-sağ, aşırı sağ, sağ-popülizm, ulusal-muhafazakârlık, tarihsel milliyetçilik…

"Aşırı sağ" kavramının belli bir ideolojik pozisyonu tâyin ve tahkim edici özelliği var. Başlangıçta farklıydı ancak zamanla böyle oldu. Günümüzde herhangi bir sağ hareket, tutum yahut görüş "aşırı sağ" olarak etiketlenebiliyor. Bu daha ziyâde bir "kötüleme" yöntemi olarak bahse konu özneyi "meşruiyetinden arındırma" amacıyla karşımıza çıkıyor diyebiliriz. "Aşırılık" kime göre, neye göre, nasıl ve niçin? Kaygan bir zemin ve sübjektivite dozajı epey yüksek.

"Ulusal-sağ" ise akademik ağırlığı olan, nesnellik ihtiva eden bir kavram. Ben hususen bugünkü şartlarda "ulusal-sağlar" tanımlamasını tercih ediyorum zira bu tanımın pek çok alt-kolu var. Genel olarak "ulusal hassasiyetler" üzerinden kurgulanan bir damara atıf yapıyor. Buradaki tasnifin de ben üç arteri olduğunu düşünüyorum: Sağ-popülizm, ulusal-muhafazakârlık ve tarihsel milliyetçilik.

Gerek "sağ-popülizm" gerekse "ulusal-muhafazakârlık" 11 Eylül paradigmasına içkin olarak gelişmişken, "tarihsel milliyetçilik" (buna "radikal sağ" diyenler de var, ki bu da uygun) bilhassa Avrupa'daki milliyetçi birikimin ve dahi "kurucu-genetiğinin" başlattığı gelenekler silsilesini sahiplenme iddiasındadır.

Sağ-popülizmin odağında "seçkinler sınıfına karşı halkçılık" mesajı bulunur. Bir çeşit "halkperestlik" ihtivâ ettiği bile söylenebilir. Doğrudan demokrasi yanlısıdır. Hareket alanı ekseriyetle "göç ve göçmen karşıtlığı"yla çerçevelenir ki, burada "İslâm düşmanlığı" da sertçe yankılanır. Seküler karakteri baskındır. Avrupa bağlamında "Avrasyacı" bakışının da öne çıktığını saptamak mümkün.

Nihayet ulusal-muhafazakârlık ise merceği "Yahudi-Hristiyan Medeniyeti"ne tutar. Bu kavram, bilindiği üzere, 1945-sonrası Avrupa'sında bir çeşit "mea culpa" olarak tezahür etmiştir. Ulusal-muhafazakârlar bu "medeniyet" değerlerini eksen alıyorlar. Siyâsetleri daha geleneksel ve maneviyat yüklüdür. Kültürel başlıklarda tutucudurlar. Doğrudan İslâm'a düşmanlık örgütlemezler ve fakat "Müslümanlık" profilinin Avrupa'yla uyuşmadığını savunurlar. Vurguyu "ulusal egemenlik" ihtiyacına yaparlar. Uluslararası bağlamda Amerikan tezlerine daha müspettirler. Dolayısıyla aradaki farklar bence net.


"Milliyetçilik, 1918-1945 arası Avrupa'da 'oyun kurucu' iken, Soğuk Savaş'ta 'piyonlaşma' süreçlerine girdi"

Aşırı sağın veya ulusal-sağın dünden bugüne tarihsel sürecine dair bir anlatıya girilecek olursa karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Hangi jeopolitik, tarihsel, ekonomik ve siyasal şartlar bu akımı şekillendiriyor? Retoriği, aktörleri, riskleri ve ideolojik çerçevesi gibi parametreler açısından bu hareketin serencamını değerlendirir misiniz?

Monoblok bir tarihyazımı yapmak kabil değil. Mesela faşizmin tarihi nasyonal-sosyalizminkinden farklıdır. Faşizmin başı ve gelişimi arasında cüsseli uçurumlar vardır. Şafak vakti faşizmi oldukça anarşizan bir kişilikteydi. Sonraları Mussolini, dönemin muhafazakâr muhitini ve ekonomik elitini "ürkütmemek" adına, faşizmin devrimciliğini törpüledi, onu statükoyla uyumlandırdı. İlginçtir, nasyonal-sosyalizmin de ilk on yılı, hareketin "sol" kanadının hâkimiyetinde geçmiştir. Akabinde Hitler, tıpkı Mussolini gibi, bu kanadı tasfiye etmiş, ordu bürokrasisi ve sanayici sınıfla uzlaşma yolu seçmiştir.

İlksel faşizmde antisemitizmin "a"sına rastlanılmazken, 1930'ların sonlarına doğru ise faşizm tümüyle gözü dönmüş Hitlerciliğin yörüngesine giriyor ve öğütülüyor. Nasyonal-sosyalizm –1945 yılında fiilen öldüyse de– 1937-1938 aralığından 1960'ların başlarına değin Avrupa'nın "ulusal-sağ" galaksisinde en belirleyici "ölçü-koyucu" olmayı sürdürdü.

Fakat koyulaşan Soğuk Savaş konjonktürü bir "çatallaşma" tetikliyor. Bir taraf "komünizmle mücâdele" kapsamında legal ve illegal faaliyetlerini "Özgür Dünya"nın standartlarına göre şekillendirirken, diğer bir taraf da "oluş tarzı""Üçüncü Dünyacılık" zeminine taşıyor. Aslında baştan beri süregelen "konformist-devrimci" gerilimine ayna tutan bir çatallaşma bu. Tabii burada 1945-sonrası bir çeşit "varoluş" mücadelesi veren ulusal-sağın büyük kutuplarca "araçsallaştırılma" devrinin açıldığı da paylaşılmalı. Milliyetçilik hareketleri 1918'den 1945'e kadar Avrupa'yı "oyun kurucu aktör" mertebesine yükseltmişken, aynı hareketler Soğuk Savaş'ta "piyonlaşma" süreçlerine muhatap kaldı.

Soğuk Savaş'ın sonlanmasıyla Avrupa'da bir derlenme-toparlanma vuku buldu. Milliyetçiler fraksiyonlaşmayı askıya aldılar.  "Ortak başlıklarda ortak hareket" mottosunu benimsediler ve "birleşik-kuvvetli siyâsî partiler" vücuda getirdiler. İşte Avrupa'daki "milliyetçi yükseliş" tam bu döneme denk gelir. Fransa'da Jean-Marie Le Pen, Avusturya'da Jörg Haider öncü oldular. "Neo-liberal küreselleşme" karşıtlığı üzerine binâ edilen bir "milliyetçi uyanış" cereyân etti. Bu, "tarihsel milliyetçiliğin" konturlarıyla akortlu bir "ân"dı.

Ne var ki bu momentum, 11 Eylül'le birlikte "suret" değiştirdi. Bilindiği gibi Haider zaten şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Le Pen ise yaş haddinden "emekli edildi". Yeni nesil –dünya çapında estirilen rüzgârların da etkisiyle– önce sağ-popülizmi, ardından da ulusal-muhafazakârlığı doğuma zorladı. Tarihsel milliyetçiliğin tezlerinden farklı olarak, "demokrasinin özüyle, liberal ekonomi-politikle ve İsrail'le barışarak iktidara yürümek" parolasıyla yeni bir çağ başlattılar. Hâlâ bu çağdayız.


"ABD ve Rusya, aşırı sağ üzerinden Avrupa'da, bir 'müdahale sahası' oluşturuyorlar"

Bugün Avrupa'da kendi mecrasında doğal olarak yükselen bir aşırı sağ mı var, yoksa Putin, Trump gibi aktörlerin de arka planda beslediği söylenen; yükseltilen, kurgusal ve geçici bir hareket mi görüyoruz?

Yükselişin "kolaylaştırıcı" unsurları var. 11 Eylül paradigmasının Batı genelinde tesis ettiği "İslâm ve Müslüman karşıtı" iklim, gerek sürekli bir tarzda pompalanan propaganda aracılığıyla gerekse artık "kurumsallaşma" mecrasına girmiş olması bakımından hâlâ yakıcı bir biçimde hissediliyor.

Öte yandan bu "iklim"in canlı ve diri tutulabilmesi adına, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi çoğunluğu Müslüman halklardan müteşekkil coğrafyalarda savaşlar çıkarmak suretiyle "göç" temasına (ve hareketine) devamlı yatırım yapılıyor.

Bu ölümcül bir döngü ve fakat en önemlisi de titiz bir mühendislik örgüsü. ABD de bu işin bir parçası, Rusya da İsrail de. ABD ve Rusya bu sâyede kıta Avrupa'sında kendileri için bir "müdahale sahası" oluşturuyorlar. İsrail ise ekseriyetle "anti-Siyonist" (bazen de antisemit) vasıflı tarihsel milliyetçiliği "İslâm/Müslüman düşmanı" yeni "ulusal-sağ" versiyonlarla ikâme edip, 2000'lerin başlarından itibaren başlayan bu "ideolojik metamorfozu" başarıya ulaştırmanın peşinde. Az önce ifâde ettiğim gibi, Soğuk Savaş yıllarında yerleşen ve Avrupa'ya özgü bir "araçsallaştırılma" durumu olmuştu. Tek-kutupluluk terk edilirken bu, yine güncellenen ve güncelleşen bir mesele aslında.


"Sağ hareketlerde etnisite idraki değişti, 'âri ırk'ın yerini 'beyaz insan' imgesi aldı"

Dünya genelindeki aşırı sağ hareketlerin esin kaynağı olan parametrenin kültürel mi, ideolojik mi, etno-politik mi, sınıfsallık mı olduğunu düşünüyorsunuz? 19'uncu ve 20'nci yüzyıl milliyetçiliğinin esin kaynakları ile kıyasladığınızda bugünkünün farkı nedir?

Hepsinin bir etkileşiminden bahsedilebilir. Kültürel boyutundan zaten bahsettik. Yeni bir "ideolojik yapılanma" evresinden geçtiğimiz de aşikâr. Etno-politiğin ağırlığı kuşkusuz var. Fakat bu yeni dönüşümün "etnisite" idrâki de değişti. Mesele artık "ârî ırk" değil, "beyaz insan" imgesi ve onun etrafında nakışlanan "kültürel yaşam havzası". Üstünlük algısının inşâsı "biyolojik" esastan çok "kültürel" esasa dayandırılıyor.

Keza bir sosyal ve sınıfsal boyutun olduğu da yadsınamaz. Vahşi kapitalistleşme, Avrupa Birliği bürokratizmi ve "müjdelenen" dijitalleşmeyle birlikte ciddi bir prekaryalaşma gelişti. Kitlesel yoksullaşma, sosyal gerileme, güvencesizliğin ve esnek-çalışmanın yaygınlaşması derken haklı olarak "anksiyete" atakları geçiren tombul bir yığın meydana geldi. Bu insanlar gelecek kaygısı taşıyorlar ve bu, yalnız Avrupa için değil, "kapitalist havuz"da mevzilenen üç aşağı beş yukarı tüm ülkeler için farklı derecelerde geçerli.


"Aşırı sağın üstünlük algısı 'biyolojik' esastan çok 'kültürel' esasa dayalı"

Merkez siyâset kanalları bu sıradan insanların "günlük yaşam kaygısı"na duyarsız kaldı, hatta kulak tıkadı. Oysa ulusal-sağ sistematik, söz konusu kitlelerin "ekmek dâvâsı"nı itinayla siyasallaştırdı. Üstelik bunu kültürel düzlemde, göç/göçmen başlığına yansıtarak yaptı. "Eski" ile "yeni" arasında esin kaynaklarının benzerliğini ben daha çok metodolojik plânda görüyorum. İçerik, arz ettiğim üzere, çok fazla değişti. Ancak "iktidara ulaşmaya yönelik yol haritası" –ki burada salt siyâsî stratejiyi dikkate alıyorum– gerektirdiği "taviz-müzakere" mekanikleriyle oldukça benzer.


"Ana-akım 'ulusal-sağ' çok şiddetli bir islâm düşmanlığıyla davranıyor, kitleselleşiyor ve kurumsallaşıyor"

Avrupa'da İslâm düşmanlığı arttı. Aşırı sağ-İslamofobi ilişkisine dair neler söylersiniz? Avrupa ülkeleri İslamofobi tehlikesinin farkında mı? En son İngiltere'deki Müslümanlara yönelik toplu saldırıları da göz önüne aldığınızda, bu tehdit ileride neye evrilir?

Bu her zaman böyle değildi. Hatta bir dönem hiç değildi ve bunun tam zıddıydı. 1960-1970-1980'ler boyunca Avrupa'da milliyetçilik sürümlerinin ya en hafifinden "İslâm" diye bir derdi yoktu ya da Müslüman halk ve hareketlere büyük bir sempatiyle yaklaşıyorlardı. O dönemlerde Avrupa milliyetçileri arasında Müslüman olanların sayısı hiç de az değil.

Avrupa'nın içinde debelendiği "ABD mi, Sovyetler mi?" sorusunu "modernitenin bir krizi" ve hatta "çıkmazı" telâkki eden bazı büyük milliyetçi fikir önderleri, entelektüelleri, aksiyonerleri çarenin doğrudan İslâm'da veya –doğrudan bu söylemi geliştir(e)medikleri noktalarda– Müslüman halk ve devletlerle iş birliği yapmakta olduğunu düşündüler. Fransa, İsviçre, İtalya, İspanya ve Almanya bu türden sayısız örnekle dolup taşar.

Gerçek şu ki, en azından 1990'lara kadar Avrupa milliyetçiliği nezdinde İslâm'a dair "düşmanca bakış" varsa da seyrekti. Göçmen karşıtlığı var mıydı? Evet, hem de çok sertti. Fakat bir Türk'e veya Arap'a nispetle sergilenen karşıtlık, aynı şekilde bir Rumen'e, Bulgar'a yahut Polonyalıya nispetle de sergilenebiliyordu. O yıllarda Batı Avrupa'da popülerleşen "Polonyalı muslukçu" karikatürünü yaşı yetenler hatırlarlar.

Bugün artık ana-akım "ulusal-sağ" ya çok şiddetli ya da en azından belirgin bir İslâm/Müslüman düşmanlığıyla davranıyor. Dahası, "kitleselleşme"nin yanında bir de "kurumsallaşma" atılımı yürüyor. Ben, tehlikenin farkında olduklarını sanmıyorum. Avrupa'nın yerli nüfusunun Mağrip ve Afrika kökenli nüfusla "ikâme" edildiğine yönelik serdedilen tezler o kadar demokratikleşti ki, artık neredeyse bir "norm"a evrildi.

Olası sonuçları siyâset, sosyoloji ve tarih bilen herkes rahatlıkla kestirebilir. Nitekim Fransa ve Almanya gibi ülkelerde "iç savaş" olasılığı artık televizyonlarda sakince münazara edilebiliyor garip bir şekilde. Tarihsel milliyetçiler bu "ikâme"yi temin eden uluslararası sistemle hesaplaşılması gerektiğine inanıyorlar(dı). Yeni sağ ise direkt olarak iltica edenlerin ensesinde bitiyor. Bu da kayda geçirilmesi icap eden bir kontrast. 

 
"Rus nihilistleri ile Avrupa anarşistlerinin biyografilerine bakıldığında, bugünle büyük benzerlikler görülecektir"

Aşırı sağ hareketin içinde bireysel gibi görünen terör ve şiddet eylemlerinin arttığını görüyoruz. 2019'da Yeni Zelanda'daki cami katliamı, 2011'de Norveçli aşırı sağcı Anders Breivik'in yaptığı katliam, Eskişehir'de 18 yaşındaki Nazi hayranı gencin eylemi, 20 yaşındaki Thomas Crooks'un Trump'a suikastı…. Bunların bireysel olduğunu mu düşünmeliyiz yoksa arka plânda örgütsel bir hareket mi var? Bir de aşırı sağ, gençler üzerinde sanki daha çok yayılıyor gibi?

Bahsini ettiğiniz eylemler daha çok "sağ-hızlandırmacılık" şematiğine uygun. Deyim yerindeyse sağ-hızlandırmacılık, ışık huzmelerinin ulaşamadığı okyanus derinliklerini simgeler. Hani, okyanuslarda aşağıya doğru indikçe beliren tuhaf, ürkütücü deniz canlıları olur ya – işte sağ-hızlandırmacılığın ete kemiğe büründüğü "dipler" de böyledir.

Sağ-hızlandırmacılık şu tespitten yola çıkar: Liberal demokrasiler ölüyor ve artık bu, bunun olup olmayacağıyla ilgili değil, ne zaman olacağıyla ilgilidir. Sağ-hızlandırmacıların verdikleri cevap, "hemen şimdi olmalı"dır. Bunun için farklı toplumsal kesimleri birbirine düşürecek sansasyonel eylemlere yönelirler. Örgütlenme çoğunlukla internet üzerindendir ve yeraltı nasyonal-sosyalist propaganda materyalleriyle çalışır. Anglosakson âleminde bir-iki "şemsiye örgüt" varsa da organizasyon ve eylem mantığı bireyseldir. Bu "örgütler" çoğunlukla çevrimiçi propagandanın akmasını sağlarlar. "Merkez üssü" Amerika'dır ve ideolojik silâhı "Amerikan nasyonal-sosyalizmi"dir ki, bu varyant Avrupa'daki kadim şablondan birçok konuda büyük farklılıklar arz eder.

Gençlik üzerinde yayılması doğal. Gençlik, sebepli-sebepsiz fırtınaların koptuğu bir deniz gibidir çoğu zaman. İnişleri-çıkışları çok olur. Keza tutunulacak bir dal olarak "kimlik" arayışları da. Günümüzdeki manzarayı 19'uncu yüzyılın ikinci yarısına benzetiyorum. Teknolojik dönüşümler, çatırdayan "eski" düzenler, atomize olan toplumlar, buharlaşan "aile" kurumu ve bireysel özgürleşme olanakları derken, hayat amaçsızlaşıyormuş gibi geliyor. Çıkış ise bu hâkim "hiçliği" yarıcı bir "şey" olmakta aranıyor. 

Rus nihilistlerinin, Avrupa anarşistlerinin biyografilerine-hikâyelerine bir göz atın, bugünle büyük benzerlikler görürsünüz. Bu sadece "sağ-hızlandırmacılık" cereyânına özgü bir durum da değil. Bazen sol, bazen dinî, bazen de sosyal içerikli biçimlerde zuhur ediyor. Fransızlar buna "mal du siècle" derler, yâni "çağın ıstırâbı". İçinde yaşanılan çağa dair duyulan bir çeşit melankoli. Sanırım bu tesiri de böyle anlayabiliriz.


"Günümüz ulusal-sağın kavrayıcı bir 'dünya görüşü' yok, dört başı mamur bir 'ideoloji' değil, 'ideolojimsi' bir görüş"

Kimi analistler aşırı sağın büyümesini sosyal demokrasi, liberal demokrasi, evrensellik, küreselleşme, yeşil-kapitalizm, kimliksizleşme, cinsiyetsizleşme, çok-kültürlülük, tüketimcilik vb. değerlere ve bu değerlerin dayandığı düzene bir tepki olarak büyüdüğünü ileri sürüyorlar. Bu analize katılıyor musunuz? Sorunun panzehri sizce aşırı sağ mıdır? Aşırı sağın da doğurduğu tahribatlar, getirdiği tehlikeler yok mudur?

Elbette vardır. Nitekim birçoğundan bahsettiğimi düşünüyorum. "Alternatifidir" demem ama hâlihazırda "alternatiflerden biri" addedildiğini dünyadaki eğilimler zaten kendiliğinden bağırıyor. Günümüz ulusal-sağının kavrayıcı bir "dünya görüşü" yok. Dört başı mamur bir "ideoloji" değil. "İdeolojimsi" bir görüş ve tutumlar silsilesi daha ziyâde. 

Faşizm, Avrupa'da I. Dünya Savaşı'nın kanlı siperlerinde doğan, akabinde imzalanan sakat barış antlaşmalarıyla harlanan ve sanayi toplumu dinamikleriyle beslenen bir "kültür" hareketiydi evvelâ. "Kültür hareketiydi" zira antropolojik bir keyfiyeti vardı. Günümüz ulusal-sağlarının bu "yoğunluğa" yetişebilecek ne bir yaşanmışlığı ne de bir istenci var.

Bugün itibarıyla Avrupa ulusal-sağları bana kalırsa ABD-Rusya ikilisinin üzerinde on yıllardır mutabık kaldıkları "Avrupa'yı göz önünden ayırmama, denetleme ve paylaşma" makro-stratejisinin işlevsel parçalarıdır. Hâl böyle olunca, mevzubahis damarı "Avrupalıların Avrupa için alternatifi" şeklinde takdim etmek bile bence pek doğru olmaz. 

"Yükseliş"in kaynağında belli başlı siyâsî etkenler olduğu ve milletlerin reaksiyonlarından süzüldüğü elbette su götürmez bir gerçek. Saydığınız etkenler hakikaten de "etken"dirler, özellikle de milletler nezdinde. Partiler nezdindeyse bu "etkenler"i çözümleme kabiliyeti-kapasitesi ve –en önemlisi– hür iradesi var mı, işte ondan emin değilim.


"Avrupa'da münevverler zümresi güç ve vizyon kaybına uğradı"

Son olarak, sağ akımlara dair bir gelecek projeksiyonu çizer misiniz? Bu akımların yarattığı tahribatlara ve oluşturdukları tehditlere karşı neler yapılabilir?

Dünya yeni bir "paylaşım savaşı"na doğru hızla ilerliyor. Ve bu savaşın lokomotif söylevi "medeniyetler" ekseninde tecessüm edecek, ediyor. Avrupa'daki gidişat, irdelemeye çalıştığım üzere, bir nevî "kendi kendini etkisizleştirme" anlayışına tekabül ediyor. Avrupa'da münevverler zümresi güç ve vizyon kaybına uğradı. "Eski" statükonun da "yeni gelenin" statükosunun da bu anlamda yetersiz olduğu kanısındayım. Nitekim bu erozyonu ilk teşhis edenler sayıları iki elin parmak sayısını geçmeyen, son "düşünen" ve "düşünmesini bilen" şahsiyetlerdir – yâni hakiki Avrupa münevverleri.

Ufuktaki paradigma gerçekten pratiğe döküldüğü ve resmîleştirildiği takdirde, Avrupa'nın bir "paylaşan" olması ihtimali bana asla inandırıcı gelmiyor. Bilfiil "paylaşılan" da olmaz belki ama mevcut "zayıflatılan-denetlenen" statüsünü muhafaza edebilir. Öte yandan Avrupa Müslümanlığını (ki burada sadece "inançlı Müslümanları" değil, aynı zamanda şu veya bu şekilde İslâm medeniyet ve kültür dairesinden gelen istisnasız herkesi kastediyorum) zor günlerin beklediği açık. Haksızlıklar, ayrımcılıklar artacaktır. Keza epizodik şiddet sarmalları da öyle. 

Ne yapılabileceğine, yapılması gerektiğine dair kısma, kamu diplomasisinden devletlerarası ilişki ağlarına değin geniş bir yelpazeyi kuşatan bir cevap verilebilir. Burada siyâsî partilere de sorumluluk düşüyor. Bence devlet aklı her partiyi –savunduğu ideolojik parametrelere göre– Avrupa'daki denkleriyle (veya bambaşka ufuklardan gelen ama diyaloğa açık unsurlarıyla) diyalog kurmaya teşvik edebilir örneğin. 1997'de merhum Necmettin Erbakan'ın Jean-Marie Le Pen'le Altınoluk'ta gerçekleştirdiği görüşmeyi unutmamalı. Büyük faydalar getirmiş, "atipik" de olsa "köprüler" kurulmasına vesile olmuştur. "Tek" bir cevap vermek mümkün değil. Bu, ancak kallavi bir makalenin yahut özgün bir dosyanın konusu olabilir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU