Meşhur çevreci James Ephraim Lovelock’un “Gaia” hipotezi ışığında iklim krizleri ve göçleri

Faik Bulut Independent Türkçe için yazdı

Bu defa ele alacağımız konu, küresel ölçekte büyük bir mesele haline gelen iklim değişikliğinin yol açtığı doğal afetler ve bunların neticesinde yüz yüze gelinen iklim göçleri.

Hatırlatalım: 20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü olarak anılmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), dünya genelinde mülteci sayısının Nisan ayı sonunda 120 milyona ulaştığını açıkladı. (1)

UNHCR Temmuz 2024 tarihli kayıtlarında savaş ve iklim krizi nedeniyle Sudan’da yer değiştiren 10 milyon göçmenden de bahsediyor.

Konumuz iklim değişikliğine bağlı yer değiştirme ve sığınmalar olduğundan, biz sadece iklim göçmenleri ya da mültecileri üzerinde duracağız.

Bu bahsin ayrıntılarına girmeden önce dünyaca ünlü İngiliz bilim insanı, çevreci ve fütürist James Ephraim Lovelock’un (26 Temmuz 1919-26 Temmuz 2022) yaptıkları hakkında bilgi vereceğiz.

Lovelock daha çok, yerkürenin kendi kendini düzenleyen bir sistem olduğunu öne süren “Gaia” hipoteziyle tanınmaktadır. “Gaia Kuramı” veya “Gaia Prensibi” olarak da bilinen bu hipotezin daha iyi anlaşılabilmesi için birkaç teknik-bilimsel terimi izah etmek durumundayız.

Biyosfer: Yerküreyi kaplayan küresel bir kabuk demektir. Dünyamızda canlıların yaşadığı 16-20 km kalınlığındaki tabaka, tüm ekosistemlerin dünya çapındaki toplamıdır ve Ekosfer olarak da bilinir.

Biyosferin atmosfer içindeki yüksekliği 10 bin metreye ulaşır. Bu yükseklikten ötede bakteri ve mantar sporlarına rastlanmamıştır.

Yerde yaşayan kara hayvanları için biyosfer 6.500-6.800 m, yeşil bitkiler için 6.200 m yüksekliğe kadar çıkabilir. Denizin altında 5.000 m derinlikte canlıların yaşadığı saptanmıştır. Bu da biyosferin alt sınırını oluşturur.

Yerküre: Güneş sisteminde güneşe en yakın üçüncü gezegen olup şu an için üzerinde yaşam ve sıvı barındırdığı kesin olarak bilinen tek astronomik cisimdir. Dünya olarak da bilinir.

Atmosfer: Herhangi bir gök cisminin etrafını saran, gaz ve buhardan oluşan tabakadır.

Hidrosfer: Suküre demektir. Bir gezegenin veya doğal uydunun yüzeyinde, altında ve üstünde bulunan birleşik su kütlesine verilen isimdir. Dünya üzerinde 1,386 milyon kilometre küp su olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar, yeraltı suları, okyanuslar, göller ve akarsularda sıvı ve donmuş formlar halinde bulunur.

Kriyosfer: Dünya yüzeyinde suyun kar ve buz gibi katı formda bulunduğu; deniz buzu, göl buzu, nehir buzu, kar örtüsü, buzullar ve diğer buz tabakaları ve donmuş toprak (permafrostu da içerir) bölümlerinin hepsine birden verilen isimdir. Bulutlar, yağış, hidroloji, atmosfer ve okyanus dolaşımı üzerindeki etkisi ile küresel iklim sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır.

Litosfer: Taşküre olarak da bilinir. Dünya’nın sert dış katmanını yapılandıran kabuk ve en üstteki mantoyu içerir. Tektonik plakalara bölünmüştür. (2)

Şimdi, İngiliz bilim insanının ünlü hipotezine (Gaia Kuramı) dönebiliriz. Buna göre: Biyosfer ve yerkürenin fiziki bileşenleri sayılan atmosferin, kriyosferin (buzullar), hidrosferin ve litosferin, karmaşık bir karşılıklı etkileşim sistemi içinde bir araya gelerek bir bütünlük oluşturmasıdır.

Tıp doktorası da bulunan Lovelock, kariyerine dondurulmuş kemirgen örnekleri üzerinde yaptığı kriyoprezervasyon (hücreler, dokular veya organlar gibi biyolojik materyalin uzun bir süre boyunca dondurulma işlemi) deneyleriyle işe başladı.

Lovelock’un burada kullandığı yöntemler, kriyonik teorilerin (insanların dondurularak korunması) geliştirilmesinde etkili oldu. Elektron yakalama detektörünü icat etti ve bu sayede atmosferdeki CFC’lerin (klor ve flor içeren hidrokarbon türevleri) yaygın varlığını ilk tespit eden kişi oldu.

“Gaia” hipotezi ilk olarak, James Lovelock’un, Mars’taki yaşamı saptama yöntemleri üzerine NASA adına yaptığı bağımsız bir araştırmanın yan ürünü olarak formüle edildi.

Hipotezini ilk olarak 1970’li yılların başlarında makaleler olarak yazdı. Dikkat çekmesi üzerine hipotez “Gaia: Dünya’daki Yaşama Yeni Bir Bakış” adıyla 1979’da kitap olarak yayınlandı.

2000’li yıllarda, karbondioksit tüketen algleri (suyosunları) eski haline getirmek için bir iklim mühendisliği yöntemi önerdi. Karbondioksitin çevreye verdiği zararlar ve sera etkisi nedeniyle küresel ısınmadaki rolü hususunda insanları uyardı. (3)

Gaia Hipotezi nedir?

Kimyager James E. Lovelock’un, hipotezi için seçtiği adlandırma Yunan mitolojisinde yeryüzünü simgeleyen tanrıça Gaia’ya dayandırılmaktadır. “Gaia” isimlendirilmesi yeryüzünü simgeleyen ve onun cisimleşmiş hali (“toprak ana”) olan Tanrıçadan gelmektedir.

Gaia hipotezine göre: Dünyadaki tüm organizmalar ile inorganik çevreler, gezegendeki yaşam koşullarını koruyan, kendi kendini düzenleyen karmaşık ve tek bir sistem oluşturmak üzere yakın bir şekilde bütünleşirler. Yani gezegenimiz, başlı başına canlı bir organizma gibidir.

Gaia hipotezini araştıran bilim insanları, tercih edilmiş bir homeostazda (iç korunum) biyosferin ve yaşam formlarının evriminin; küresel sıcaklık, okyanus tuzluluğu, atmosferdeki oksijen ve diğer yaşanabilirlik faktörlerinin dengesine nasıl katkıda bulunduğunu gözlemlemeye odaklanırlar.

Gaia hipotezinde, yeryüzündeki iklimsel ve biyojeokimyasal koşulların ve süreçlerin bu karşılıklı etkileşim sistemi çerçevesinde aynı yönde gelişme ve değişme eğilimi içinde oldukları öngörülmektedir.

Birçok farklı süreç, kendi kendini düzenleyen bu sistem içinde aynı yönde işlemeye yönelmekte ve tüm dengeleri şekillendirmektedir. Bu şekilde formüle edilen hipotez, birçok bilimsel deneyle de desteklenmiş ve bir dizi yararlı öngörü sağlamıştır. Dolayısıyla hipotez, Gaia Kuramı olarak tanınmıştır.

Lovelock tarafından formüle edilen hipotez 1970’lerde mikrobiyolog Dr. Lynn Margulis ile birlikte geliştirilmiştir.

Başlangıçta bilim camiası tarafından düşmanlıkla karşılansa da, şimdilerde jeofizyoloji ve yerküre sistem bilimi disiplinlerinde incelenmektedir. Ayrıca biyojeokimya ve sistem ekolojisi gibi alanlarda da kimi ilkeleri benimsenmiştir.

Bu ekolojik hipotez, belirsiz bir felsefe ve hareket altında, sosyal bilimler, siyaset ve din alanlarında analojilere ve çeşitli yorumlara da ilham vermiştir.

Hipotezin dayandığı başlıca savlar şunlardır:

Dünyanın küresel anlamda yüzey ısısı Güneş tarafından sağlanan enerji arttığı hâlde sabit kalmıştır.

Atmosferin bileşimi, değişken olması gerekirken sabit kalmıştır.

Okyanusların tuzluluk oranı sabittir.

Yeryüzünde yaşam başladığından bu yana Güneş’in sağladığı enerji %25 - %30 oranında artmıştır. Buna karşın gezegenin yüzey ısısı küresel düzeyde, olağan sayılamayacak şekilde sabit kalmıştır. Dahası, Dünya’da atmosferin bileşiminin de fiilen sabit kaldığı dikkat çekmektedir. (4)

Küresel yıkım ve tükenişe doğru

Yerküredeki her şeyi yani havayı, suyu, çevreyi, insanı ve her cinsten hayvanı tehdit eden iklim krizi, bizzat insanoğlunun yapıp ettiklerinin bir sonucudur. Doğayı en fazla tahrip eden insanoğlu, esasen kapitalizmin yıkıcılığını ve vahşiliğini temsil etmektedir.

Çevreyle yakından ilgilenen gazeteci Verda Özer’den bir tespit aktaracağım:

“Dünya üzerinde insan dışındaki canlı nüfusu son 50 yılda %68 azalmış. Var olan hayvan ve bitki türlerinin %75’i yok olmak üzere. Bilim insanları buna ‘Yeryüzünün Altıncı Yok Oluşu’ ismini takıyor. Zira insanoğlunun var oluşundan bu yana Dünya üzerinde yaşam beş kez böyle tükenmiş. Ama bu sefer bir fark var: Bir yok oluş ilk kez insan eliyle oluyor!” (5)

Amerikan Yönetimi için 2021 yılında iklim değişliğinin çok boyutlu sonuçları ve bunun küresel göçlere etkileri hususunda sunulan raporda şu tip öngörülere rastlanıyor: “Dayanıksız, zayıf ve kırılgan toplumların bünyesinde büyük sarsıntılar meydana gelecektir. Kaynak kıtlığına bağlı olarak siyasi gerginlikler ve çatışmalar yaşanacaktır.” (6)

Dünya Bankası verilerine göre: İklim göçmeni sayısı 2050 yılında 216 milyon kişiyi bulacaktır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ise bu sayının 2060 yılında 1 milyar 500 milyon olacağını tahmin ediyor. (7)

Daha şimdiden medyada iklim krizine bağlı ama onun da ötesine geçen Armageddon (mitolojide Melhâme-i Kübrâ veya Kıyamet Savaşı) , dini kaynaklarda Dünya’nın sonu geldiğinde yaşanılacağı söylenen büyük kıyamet savaşına dair senaryolardan bahsedilmektedir. (8)

“İklim krizi denilince sanki uzaklarda, dışarıda, oralarda bir yerde olan bir şeymiş gibi düşünülüyor. Oysaki iklim krizi kendi içimizde oluyor! Çünkü bizim sağlığımızı her şeyden çok etkiliyor, sayısız hastalığa sebep oluyor. Bu yüzden iklim krizi aslında bir sağlık krizidir!”

Verda Özer yazıyor:

“Bu sözler, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde İç Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı olan Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver’e ait. 20 yıldır bulaşıcı ve kronik hastalıklar üzerine çalışan Mine Hanım, ‘zaman içinde iç hastalıkların iklimle ne kadar bağlantılı olduğunu fark ettiğini’ söylüyor.

Her şeyden önce iklim krizi yıllık ortalama hava sıcaklığının ve yıl içinde ‘çok sıcak’ geçen gün sayısının artmasına, kuraklığa, yağışın azalmasına, aşırı yağışla gelen seller gibi doğal afetlerin artmasına, tüm bunların getirdiği gıda sıkıntısına (gıdayı saklamada sorunlar, gıdaya ulaşmada yaşanan sıkıntılar, tarımda ve tarım arazilerinde bozulmalar) sebep oluyor. ‘İşte tüm bunlar da hastalıkların, enfeksiyonların artmasına sebep oluyor. İklim krizi doğrudan kişisel hayatlarımızı ve toplumsal hayatı muazzam etkiliyor’ diyor Prof. Mine Durusu Tanrıöver.”

Devamında şu tespitlerini aktarıyor Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver’in:

“Mesela yükselen su sıcaklığı nedeniyle ortaya birçok bulaşıcı hastalık çıkıyor. ‘Vektör’ denilen taşıyıcı hayvanlardan bulaşan enfeksiyonlar da cabası. ‘Örneğin sivrisineklerle, keneyle vs. bulaşan birçok hastalık var.

Hava sıcaklığı yükselince hayvanlar buna uyum sağlıyor, bu da onların direncini ve gücünü arttırıyor. Her türlü döngüleri hızlanıyor. Böylelikle bizim üzerimizdeki etkileri çok daha artıyor. Suyla bulaşan kolera gibi hastalıklar da deniz suyunun ısınmasıyla daha da etkin hale geliyor.

Sıcaklık artışıyla alerjilerde de muazzam artış gözleniyor. Sıcak geçen mevsimler uzadıkça polenler artıyor; yoğunluklarından dolayı astım hastaları başta olmak üzere alerjilerde yükselme oluyor.

Havanın ısınmasıyla artan nem de aynı şekilde sonuçlara sebep oluyor. Sıcak çarpması gibi doğrudan etkiler ise zaten aşikâr.

Ruh sağlığımız da yüksek sıcaklıktan ciddi etkileniyor. İntihar vakalarında artış gözleniyor. Bir kere birçok ilaç yüksek sıcaklıkla olumsuz etkileşime giriyor.

Ayrıca bazı ilaçlar insanların sıcaklığa uyum mekanizmasını zayıflatıyor. Çok sıcak havada su kaybının çok olması da kronik hastalıkları tetikliyor.” (9)

Prof. Dr. Mine Durusu Tanrıöver’in değindiği sosyal ve tıbbi sorunları Hindistanlı düşünür ve hak savunucusu Arundhati Roy da sıkça dile getiriyor. (10) Daha fazlasını ise Sınır Tanımayan Doktorlar isimli uluslararası kuruluşun raporlarında ayrıntılarıyla bulmak mümkün.(11)

İklim göçmenleri ve mültecileri

Konu başlığımıza sadık kalmak için toprak kaybı, kuraklık, çölleşme, sel, deprem gibi doğal felaketlere bağlı olarak giderek artan iklim göçmenleri meselesini irdeleyeceğiz.

Medyada ve çevre bilimcileri arasında yaygın olarak kullanılan “İklim göçmenleri” kavramı, kimi siyasi çevreler ile insan hakları kuruluşları tarafından “çevre sığınmacıları” yahut “çevre göçleri” olarak tanımlanmaktadır.

Kısacası çölleşme, kuraklık, orman yangınları” gibi çevresel felaketler yüzünden yaşadığı yeri terk ederek başka bir diyara göçenlere “iklim göçmenleri” denilmektedir. Eğer göç, aynı ülkenin bir yerinden diğerine doğru yaşanıyorsa “iç göçmen” diye adlandırılır. Sınır ötesi ve kıtalar arası göç olayına katılanlara ise “iklim/çevre sığınmacıları” yahut “iklim mültecileri” adı verilir.

Tarımsal veya sanayi tarımı denilen alanlarda ikamet eden ve geçimi tümüyle bu alanlarda elde edilen ürünlere bağlı olan ağırlıklı olarak da kırsal kesim insanları için kullanılan bu deyimin tipik örneklerine daha çok şu bölgelerde rastlanmaktadır:

Afrika’daki Sahra ve Sahraaltı denilen devasa coğrafya ile savaş, açlık, kuraklık ve hastalığın kol gezdiği Sudan, aşırı sıcaklarla su kıtlığının neden olduğu ölümler diyarı Hindistan.

Söz gelimi Hintli film yönetmeni Rahul Jain, 2021 yılında Sundance Film Festivali’nde gösterime giren Görünmez Şeytanlar (Invisible Demons) belgesiyle iklim krizinin ülkesine özellikle başkent New Delhi’deki çevre ve topluma olumsuz etkilerini anlatıyor.

Hindistanlı yazar, düşünür ve hak savunucusu Arundhati Roy ise ülkesinin iklim krizinden nasıl etkilendiğini şu cümlelerle anlatıyor:

“Bugün tanık olduğumuz şey, bazı insanların her şeyi sahiplenmek istediği bir dünyanın enkazıdır-toprak, su, hava, ormanlar, nehirler, dağlar ve hatta ruhlarımız. Bu tür bir açgözlülük, bizi iklim felaketi eşiğine sürüklüyor. İklim krizi, Hindistan’da büyük ölçüde yoksulları etkiliyor ve toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor.” (12)

Her durumda, bu kavramlar hem görecelidir hem de farklı siyasi tutumlar nedeniyle üzerinde mutabakat sağlanmayacak kadar tartışmalı. Öyle ki, “iklim göçmeni” veya “mültecileri” hakkında makul sayılabilecek kanuni bir tanım ve düzenleme henüz yoktur.

Bu hususta Dr. François Gemenne (Hugo Gözlemevi Liege Üniversitesi), Sosyal bilimci Hugo Gözlemevi Liege Üniversitesinden Dr. Caroline Zickgraf ve Dr. Yvonne Su (York Üniversitesi) iklim göçmenlerinin mülteci veya sığınmacı sayılıp sayılamayacağı konusunda tartışmalarını kamuoyuyla paylaşabiliyorlar. (13)

BM’in ilgili kuruluşu UNHCR ise 2007 yılında iklim değişikliğine bağlı yer değiştirmeleri “İklim göçmenleri” şeklinde tanımlamıştı.

Bu tanıma göre: Aniden meydana gelen, aşamalı biçimde gerçekleşen, daimi veya geçici iklim değişiklikleri nedeniyle yerini yurdunu bırakıp başka mıntıka ya da ülkelere gitmek zorunda kalan birey, grup veya yığınlar iklim göçmeni sayılmaktadır.

TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, 17 Haziran 2024’te “Dünyada Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü” münasebetiyle şu açıklamayı yapmıştı:

“İnsan faaliyetlerinin neden olduğu orman ve çayır-mera arazilerinin tahribatı, erozyon, kirlilik, tuzlanma ve asitleşme gibi sorunlar sebebiyle toprak bozulumu artıyor. Yaşam kaynağımız olan doğal varlıklar tükenirken, var olanların da üretkenliği azalıyor.

Küresel ısınmayı 1.5°C ile sınırlandırmamız gerekiyor. Ancak Dünya şimdiden 1.2°C’den fazla ısınmış durumda. Kuraklıkların, sel ve taşkınların artması, toprak üretkenliğinin ve su kaynaklarının azalması ile biyolojik çeşitlilik kaybı, insan yaşamını derinden etkiliyor.”

D. Ataç, konuşmasının devamında değineceğimiz konuya dair de bilgiler sunuyor:

“Çölleşme, arazi bozulumları ve kuraklık nedeniyle dünya genelindeki tüm arazi alanlarının %40’ı tahrip olmuş durumda ve bu durum dünya nüfusunun %25’ini olumsuz etkilemektedir.

Sağlıklı toprak, gıdamızın %95’ini sağlarken aynı zamanda önemli bir iş ve geçim kaynağıdır. Ancak her yıl 100 milyon hektar arazi vahşi madencilik, şehirleşme ve kirlilik gibi nedenlerle tahrip ediliyor. Bu da dünyada her saniye 4 futbol sahası büyüklüğünde sağlıklı arazinin yok olması anlamına geliyor.

Tahribatın %80’i yeni tarım arazileri elde etmek için yapılıyor ve bu da biyolojik çeşitliliğin yok olmasına neden oluyor. Mevcut tarım arazilerinde ise sürdürülebilir olmayan uygulamalar nedeniyle toprak bozuluyor. Erozyon, kimyasal gübrelerin suyu kirletmesi ve pestisit kullanımı tarım arazilerinin verimliliğini azaltıyor, insan ve toprak sağlığını bozuyor.

Çölleşme ve kuraklık, zorunlu göçün de itici güçleri arasında yer aldığı için her yıl 3.2 milyon insanın yaşamını tehdit ediyor. Artan nüfusun gıda ihtiyacını karşılamak için tarıma daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Bugün, 750 milyondan fazla insan açlık çekerken, 2050 yılında 10 milyarlık nüfusun gıda ihtiyacını karşılayabilmek için toprağa olan ihtiyacın daha da artacağı açık bir şekilde görülüyor.” (14)

Doğanın baş tahripçisi konumundaki kapitalist sistemin vahşetine karşı bilimden olduğu kadar politikadan ve bilhassa insandan yararlanmadan; bilinçli, örgütlü ve öngörülü bir mücadele vermeden bu felaketlerle başa çıkılamaz.

Salt çevreci mücadele asla yeterli değildir, keza salt siyasi uğraşı da yetersiz kalacaktır. Bu mesele vicdani, insani, kültürel, toplumsal olduğu kadar sınıfsal bir zemine de oturtulmalıdır. Çünkü iklim krizinin asıl kurbanları hep en alttakilerdir.

Son Fransa seçimlerinde sol ittifak Yeni Halk Cephesi’nin (“Nouveau Front Populaire” - NFP) lideri Jean-Luc Mélenchon’un teorik bir tespitiyle sözü bitirelim:

“Marx yanılmamıştı; kapitalizm, zamanı kullanarak mekânı fethetmeye çalışıyor. Bu sarsılış bizi ilgilendiriyor. Yanıtı ise ekolojik planlamada yatıyor.” (15)

Kaynakça:

1-) https://www.bbc.com/turkce/articles/cx88r7g5020o, 13 Haziran 2024.

2-) Vikipedi Türkçe ansiklopedide “biyosfer”, “yerküre”, “atmosfer”, “hidrosfer”, “kriyosfer”, “litosfer” maddeleri.

3-) Vikipedi Türkçe ve İngilizce, “James Ephraim Lovelock” maddesi.

4-) https://evrimagaci.org/gaia-hipotezi-nedir-. https://tr.wikipedia.org/wiki/Gaia_hipotezi.

5-) https://www.posta.com.tr/yazarlar/verda-ozer/iklim-degisti-bir-sen-degismedin-2725145, 12 Haziran 2024.

6-7-) هجرة بسبب المناخ – ويكيبيديا.

8-) https://www.independentarabia.com/node/596371/, 10 Temmuz 2024.

“ هرمجدون” إيكولوجية تدق أبواب الكرة الأرضية.

9-) https://www.posta.com.tr/yazarlar/verda-ozer/iklim-krizi-degil-saglik-krizi-2726204, 17 Haziran 2024.

10-) Tuğçe Yılmaz, Hindistan’ı artık Tanrı bile kurtaramaz” başlıklı makale, bianet internet gazetesi, 13 Temmuz 2024.

11-) https://www.msf.org/ar. تقارير4 مايو/أيار 2022.

https://www.msf.org/ar/. الأزمة المناخية - أزمة صحية - التغير المناخي, 9 Kasım 2021.

12-) Tuğçe Yılmaz, Hindistan’ı artık Tanrı bile kurtaramaz” başlıklı makale, bianet internet gazetesi, 13 Temmuz 2024.

13-) https://sharingperspectivesfoundation.com/ar/video-lecture/what-can-cities-do-to-protect-climate-migrants/, Migration Matters (2020)

14-) https://www.gazeteduvar.com.tr/temadan-toprak-icin-bir-olalim-cagrisi-haber-1698578, Didem Mercan, 14 Haziran 2024.

15-) https://laborans.org/Article/Details/80, Hakan Özbilen, 23 Ocak 2024.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU