Bitmeyen tartışma: Mescit mi, tiyatro mu?

Mehmed Mazlum Çelik, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: X

Rumelihisarı’nın içinde bulunan ve 2013’te restorasyonu başladığı günden beri hakkında şayiaların bitmediği bir mescit var: Boğazkesen Mescidi…

Hemen dibinde tiyatro basamaklarının olması nedeniyle mütemadiyen sosyal medyada Ak Parti hükümetlerinin tiyatro ortasına mescit diktiği gibi ithamlara neden oluyor.

Bazı yorumlar ise korkunç, tiyatronun antik bir tiyatro olduğunu ve hükümetin İBB’yi elinde tutarken binlerce yıllık tarihi katlettiği gibi ifadelerle dahi karşılaşıyoruz.

Siyasi tutumlarımız bizi vicdanlı kararlar almaktan alı koymamalıdır.

Boğazkesen Mescidi 1884’te tamamen yıkılına kadar yaklaşık 500 sene İstanbul fethinin sembol mescitlerinden olurken hemen yukarısındaki şehitlik ile o civar, İstanbul’un en muteber semtlerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor.

Sultan İkinci Mahmut ve İkinci Abdülhamit’in böylesi bir mescidin restorasyonlarını devirlerinde gündeme gelmesine ve ulemanın ısrarına rağmen ihmal etmiş olması büyük talihsizlik.

Lakin oradaki tiyatroyu tarihin üzerine inşa ederek fethin sembolü bir yapıyı hunharca katleden iktidar Demokrat Parti’dir. Yalnızca 1453’te inşa edilen Boğazkesen mescidi değil, İstanbul’daki birçok değerli cami Demokrat Parti’nin gadrine uğramıştı. CHP’liler bazı cami ve dini merkezleri ideolojik nedenlerle kapatırken iktidara gelen Demokrat Parti cami, tekke ve hatta türbe dinlemeyerek şehirleşme ve modernleşme adına şehri gözü kara bir şekilde tıraşlamıştı.

İşin tuhafı şudur; Demokrat Parti’nin bu dini yapıların yıkımına en çok karşı çıkan da CHP, özel de Halk Partisi’nin mebusluğunu da yapan Ahmet Hamdi Tanpınar idi. Bugün Hisar’daki Boğazkesen Mescidi ile alakalı kara propaganda ve yalanları yayanların çoğu da kendisini CHP’li olarak tanımlıyor olması tarihin cilvesi olsa gerek.

Meseleyi deşmeden evvel İstanbul’da tartışma konusu olan bazı yapılarda doğru ve yanlış politikalarımızı kısaca tekrar hatırlayalım.

Biz tarihi yapılarımıza sahip çıkan bir millet değiliz

Ege’den başlayarak Anadolu’nun her köşesinde fışkıran antik yapıları şöyle bir gezin bugün dahi ortalarda öylece sürünmektedirler. Bereket versin artık vatandaş evinin duvarı için iki bin yıllık sütunu parçalayıp götürmüyor artık; ama birçok yapının başında bekçi dahi olmadan öylece yatıyor.

İngilizlerin, Fransızların ve Almanların müzeleri ülkemizden çaldıkları eserlerle dolup taşıyor.  Osmanlı döneminde ‘âsâr-ı atîka’ olarak isimlendirilen tarihi ve doğal miras; Fransa, Almanya ve İngiltere tarafından acımasızca yağmalanmıştır. Bu eserler şu anda British Museum, Louvre Museum ve Berlin Museum’da en nadide eserler olarak sergilenmektedir.

Çoğu âsâr-ı atîka; tüccar, seyyah ve arkeolog kılığında gelen yabancılar tarafından Osmanlı topraklarından çalındı. Bazı eserler çok küçük bedeller ve rüşvetlerle yurt dışına çıkartıldı. Osmanlı’nın tarihi değerini geç de olsa anladığı eserleri koruma teşebbüsü ise büyük devletlerin siyasi baskısı karşısında çoğu zaman Osmanlı’nın geri adım atmasıyla neticelendi.

Bergama’dan çalınan Zeus Sunağı bu politik zorbalığın en mücessem örneğiydi. En acısı bu devasa yapının 10 sene boyunca sandıklar içerisinde Berlin’e götürülmesi oldu. Alman Büyükelçileri ve siyasiler İstanbul hükümetinin bu tahliyeye karışmaması için satın alma, rüşvet ve siyasi baskı dâhil olmak üzere her yolu kullanmıştı.

Osman Hamdi Bey, Almanların Bergama’daki son eserleri de sandıklar içerisinde taşıması hadisesini İstanbul’a şöyle bildirecekti;

…Almanyalıların mukaddemâ istihsal etmiş oldukları [önceden aldıkları] ruhsat mucebince Berlin’e nakletmiş oldukları asârın [Pergamon Sunağı’nın parçalar hâlinde taşınmasının] enkaz ve eczası olarak muahharan[eserden geriye kalan yıkıntı ve parçaların son defa olarak] bulup yetmiş[70] sandık derununa [içine]vaz’ etmiş oldukları[koydukları]bin dokuz yüz on yedi [1917] parçanın dahi Berlin’e irsali[ulaştırılması] iltimasında bulunmuşlardır. iltimas olunmuş, ve eğer çi [eğer ki] evvelce verilen mezuniyetin [önceden verilen kazı araştırması izninin] müddet-i münkaziye olması hasebiyle [sürenin sona ermiş olması nedeniyle]ecza-yı mezkûrenin [kazıda elde edilen söz konusu parçaların] nakline selâhiyetleri yok ise de [yetkileri bulunmamakla birlikte], bunların Almanya müzesince ehemmiyeti hâiz olduğu ve Müze-yi Hümâyûnca işe yarar şeyler bulunmadığı[Sadrazamın ve bürokratlarının görüşüne göre, Osmanlı müzesince önemi yok muydu acaba?!]…

Osmanlı topraklarındaki tarihi eserler acımasızca yağmalanırken Halil Edhem Osmanlı’daki birçok kişinin konuya bakışını ve kavgasını şöyle betimleyecekti;

Evvela şunu söyleyeyim ki, Avrupa’da bazı kimseler vardır ki, müzelerin göreceği vazife ve hizmet bitmiş olduğundan artık onlara lüzum olmadığını iddia ederler. Hatta müze kelimesini bile artık işitmeğe tahammül edemezler. Bizde ise bu akılda adamlar maalesef el’an az değildir. ‘Bu kırık taşları bu kadar masrafla toplamakta ne mana vardır. Bunlar hükümete büyük yük oluyor. Bunları satıp başımızdan def etmeliyiz’ diyerek, acizlerine[bana] bu işlerin başında olduğum sırada hitap edenler çok olmuştur. Hattâ Balkan Harbi’nde, müzemizin en kıymetli parçaları bir ecnebi hükümdara bir milyon liraya resmen terhin edilmek[rehin verilmek] tehlikesine bile girmişti.

Zeus Sunağı’nın yalnızca 20.000 Mark gibi komik denilecek bir rakamla Osmanlı’dan Berlin’e taşınmasına İstanbul Hükümeti tarafından izin verilmişti. Bu işleme direnen bazı devlet adamları olsa da çoğu cahil bürokratın telkini ve Almanların siyasi ağırlığı bu satışın gerçekleşmesine neden oldu.

Yapılarımızın önüne AVM diktik

Dönemin önemli Ermeni Mimarı Krikor Amira Balyan tarafından büyük bir hassasiyetle inşa edilen Nusretiye Camisi, dini bir manadan çok politik bir simgeydi. Osmanoğulları hanedanlığının hala devletin başında olduğunu ve Devlet-i Ali Osmaniye’nin henüz yıkılmadığının nişanesiydi.

Osmanlı İmparatorluğunun unsurlarından temsilleri içerisinde barındıran caminin taşıdığı incelikleri Özlem Oral Patacı şöyle betimlemektedir;

Minber külâhı kaburgalı ve dalgalı formuyla Barok etkiyi yansıtsa da, gerek köşk korkuluğundaki akant yaprağından iki yana sarkan çan biçimindeki çiçeklerden oluşan büyük kabartma süsleme, gerekse külâhın oturduğu ayaklar arasına düzenlenmiş üç boyutlu askı girlandlar, külâhın oturduğu tabla kenarlarındaki üç boyutlu palmetler ve yumurta biçimli altın yaldız akroterler Ampir süsleme yorumlarıdır.

Hünkâr Mahfili’nin harime açılan loca kısmı, kahverengi mermerden dört ince paye ile desteklenen yekpare altın varaklı pirinç kafes ile kapatılmıştır. Panolara ayrılmış olan kafes örtüdeki ajurlu stilize tavus kuşu motifi, antik çağlarda ve erken Hristiyanlık döneminde dini yapılarda kullanılan ve ölümsüzlüğü temsil eden bir süsleme olarak sembolik içeriğiyle Ampir yorumlardandır. Kafesin altın varak perde motifli korniş süslemesi, uçları kıvrık palmet ve yumurta motifi dizisinden oluşan yüksek kabartma ve altın varak tepelik süslemesi ile kafesin mermer korkuluğundaki rozetli askı girlandlar ve akant yapraklı vazo biçimli pilastrlar Ampir etkili süslemelerdir. Harimin doğu duvarında düzenlenmiş olan, kaburgalı ve geniş ağızlı küçük bir mermer konsoldan yükselerek genişleyen vaiz kürsüsü, dalgalı ve dilimli formuyla kuruluş olarak Barok tarzdadır. Silmelerle yatay olarak ikiye bölünmüş olan vaiz kürsüsü panoları, sivri yapraklı büyük akantus yaprakları ve akantus yapraklarıyla oluşturulmuş lale formunda büyük çiçek kompozisyonu ile dolgulanmıştır.”(Ampir Uslübunda bir Sultan Camisi: Nusretiye Camisi)

Böylesi bir yapının önüne ne yazık ki avm diktik. Nusretiye Camisi’nin başına gelenler kültür varlıklarına karşı ilk hodbin ve habis ruhlu yaklaşım değil. Özellikle restorasyonun inceliklerini bilmeyen mimar ve müteahhitlerin tarihi binaları restore etme girişimi kente ve tarihi dokuya büyük bir ihanetin ortaya çıkmasına neden oluyor. Semavi Eyice restorasyon konusundaki en büyük sorunun işten anlamayan kişilerin işe kalkışması olarak açıklamakta. Oysa restorasyonda restoratörün işin ehli olması gerekiyor;

“Efendim, bir kere restoratörün eski eserleri çok iyi tanıması lazım. Ve sonra o devrin diğer eserleriyle olan benzerliklerini anlaması lazım. Ona göre de projelendirmesi lazım. Fakat o projeleri tasdik edecek bir makam artık yok. Kırk sene Anıtlarda çalıştım, zaman zaman başkanlık da yaptım ve sonunda bir gün sağduyuma, bilgime, tecrübeme uymayan kararlar alındığından istifa ettim, dedim.(Restorasyon Yıllığı Dergisi)

Kız Kulesi bir restorasyon şaheseridir

Bazıları ideolojik ve romantik safsatalarla uzun süre Kız Kulesi restorasyonuna hücum etti.

Bir Yunan komutan olan Alkhibiades, M.Ö 410 senesinde Karadeniz’den gelen gemileri durdurmak ve kontrol etmek amacıyla bir kale inşa etti. Bu kale, bugünkü Üsküdar sahilinden yaklaşık 200 metre açıkta minik bir kayalık üzerine inşa edildi.

Biz bu yapıyı bilinen ilk ve gerçeğe en yakın Kız Kulesi inşası olarak kabul ediyoruz.

Bizans dönemine geldiğimizde Boğaz’a zincir çekerek kapatılması için I.Manuel Komnenos’un Kız Kulesi’ni askeri amaçlarla kullandığını görüyoruz. Yine Bizans zamanında bir hapishane ve sürgün yeri olarak da tercih edilmişti. Bilhassa siyasi suçluları toplumdan uzak bir yerde hapsetmek ikin Kız Kulesi çok ideal bir noktaydı.

Osmanlı zamanına geldiğimizde Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra ilk iş olarak Kız Kulesi’ni bembeyaz sıvalarla boyattı. Kız Kulesi’nin bu şekilde beyaza boyanması ona hem görüntü olarak bambaşka bir hüviyet kazandırdı hem de şairlere harikulade bir malzeme vermiş oldu. Bu hadiseyi İsmet Özel bir şiirinde şu dizelerle imgeleştirir:

Kızkulesi beyaz iken

Ümitgilde biz ikimiz

Kurabiye yiyor idik

Sütlü çayın yanında

Sahili çitiliyordu

Sürü sürü yunuslar

Kumrulardı homur homur

Manastırın camında

Kızkulesi beyaz iken

Ne ayıptı söylemesi

Ümitgilde ikimizdik

Birbirine tutulan

Çorabımız yamalıydı

Kopçalıydı yakamız

Kimseden kopya almadık

Bahanelerimiz talan.

Kızkulesi beyaz iken

Hemşehriler seslenince

Terbiyemiz yettiğince

Baktığımız taraf başka

Kol ağızları kolalı

Ağırdı çok bilet parası

Azımsayıp yanaşmadık

Bir pişirimlik aşka.

Osmanlı tarihçilerinden Tursun Bey de Osmanlıların Kız Kulesi’ni evvela bir koruma merkezi olarak kullandığını belirtir:

İstanbul ağzına mukabil, Anatolı yakasında deniz içinde dökündi taş arasında muhkem bir kal’a yaptırdı ve toplar va’z eyledi ki atuldukça liman içinde gemi turgurmaz.

Seyyahımız Evliya Çelebi ise Kız Kulesi’nin tarihini Battal Gazi ile başlatır:

Battal Gazi tam yedi sene Salacak’da konaklar, buraları imar eder. Sonra Şam seferine çıkar. Bunu fırsat bilen Üsküdar Tekfuru hazinesini ve kızını evvelce yaptırmış olduğu bu kuleye kaçırır. Şam’dan zaferle dönen Battal Gazi 100 askeriyle Üsküdar’ı basar ve Tekfur’un kızıyla hazineye el koyar.

Osmanlılar, Kız Kulesi’ne Kulle-i Bahriye ya da Kulle-i Duhter ismini vermişti. Askeri misyonlarının yanı sıra salgın hastalıklar zamanında Kız Kulesi bir karantina hastanesi olarak da kullanılıyordu.

Takvim-i Vekayi’de yer alan bir haberden şu sözlerle öğreniyoruz:

Üsküdar pîşegâhında (yakınında) kâin Kız Kulesi, deniz ile çevrili ve civarı açık olduğundan Asâkir-i Hâssa-i Şâhâne hastaları beyninde (arasında) şüpheli ve mat’ûn (vebalı) olanlara karargâh olmak üzere tahsis ve bu vakte değin vuku bulan 5 nefer mahâll-i mezkûrda ikaamet ile timar ve tedâvi olarak 2 neferi vefat edip 3 neferi sıhhat bulmuştur.

İbrahim Hakkı Konyalı’dan yapının Cumhuriyet dönemindeki fiziki özelliklerini ise şöyle öğreniyoruz:

Bugün gördüğümüz kulenin temelleri ve alt katın mühim kısımları Fatih devri yapısıdır. Kapısı mermer çerçevelidir. Üstünde madalyon şeklindeki mermer levhada sultan II.Mahmud’un Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 M. ve (Adlî) tavsifli tuğrası vardır. Kulenin birinci katında içi çe iki oda, bir depo vardır. Buradan sekiz basamaklı bir merdivenle asıl kulenin kapısına çıkılır. Buradan on dört basamaklı bir merdivenle üçüncü kata çıkılır. Dört köşe olan bu kattan dışarıya sekiz pencere açılır. Burada demir parmaklıklarla çevrilmiş gezinti yeri vardır. Bir üst kata tekrar on üç basamakla çıkılır. Üst tabakada iki kat halindedir.

Cumhuriyet döneminde dahi kulenin askeri amaçlarla kullanılmıştır. 1994 yılında orduya devredilene kadar Kız Kulesi bir siyanür deposu olarak kullanıyordu. Yapı, 2000 yılında turistik amaçlarda kullanılmak üzere bir şirkete devredilmişti.

Kız Kulesi romantik nedenlerle inşa edilmedi. Önce bir askeri karakol olarak kuruldu ve bunun yanında gümrük merkezi, hastane ve hatta hapishane olarak kullanıldı. Bugünkü soğuk ve kasvetli gelen restorasyonu beğenmeyebilirsiniz; ama gerçeğe en yakın işlerden biri olmuş. Hatta güzel sanatlar fakültelerinde örnek olarak okutulacak düzeyde başarılı bir yapı.

Bu örnekleri doğruya doğru yanlışa yanlış demenin verdiği meşru gücü ifade edebilmek için sıraladık. Rumelihisarı’nda bir tiyatronun ortasına mescit dikilmedi. Mescidin üzerine barbarca bir tiyatro inşa edildi. 1958 yılında tamamlanan bu günahın sahibi cami ve mescitlerle husumeti olan CHP değil de Demokrat Parti idi.

Hele bazılarının yazdığı gibi oradaki tiyatro asla antik bir yapı değildir. Kültür Bakanlığı üç beş kendisini bilmezin tweetlerinden daha fazla çekinmeden oradaki tarihi yapıya zarar veren basamakları biran evvel tıraşlamak için neyi beklemektedir?

İstanbul’un iyi bir Kültür Müdürü var. Coşkun Yılmaz Bey güçlü bir tarih ve kültür birikimine sahip, bu sürecin uzaması eminim kendisinin de vicdanını sızlatıyordur.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU