Dayanışma ve kapitalistleşme

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pexels

Toplumsal ilişkilerimizi iki anlayış üzerine inşa etmek mümkün: Toplumcu dayanışma ve bireysel/bireyci kazanım (kapitalistleşme). Bununla birlikte orta yolcu bir tutum izlenerek her iki modelin karması bir yol da tutulabilir.

Hz. Muhammed’in tavsiyesi orta yolcu bir dayanışmadan yanaydı. Bu tutumuyla, birlikte hicret ettiği Mekkeli Müslümanları Medinelilerle kaynaştırarak ve dayanıştırarak dinin ana eksenini ortaya koymuştu. Ancak Osman’dan itibaren sarsılan bu tutum, Ali’nin direnişine rağmen bir kez şirazesinden çıkan toplumun Muaviye ile birlikte bireysel kazanıma dayalı bir topluma dönüşmesine yol açacaktır. Bu ise biçimsel olarak Müslümanlığını koruyan toplumun özsel tutumunu değiştirdiği, toplumculuktan bireyciliğe, istişareden hükümranlığa yöneldiği bir kriz ve kırılma sürecidir. Oysa Ali’ye göre insanlar ya dinde kardeşimiz ya da yaratılışta eşimizdir. Dolayısıyla bu tutum bir tür evrenselci bakışı da sağlamakta, Arapçılığı olduğu kadar Müslüman ırkçılığını da reddetmektedir.

Ama bir kez iman sarsılmasına uğrayan, yani eminlik niteliğini kaybeden, kendisi emin olmadığı gibi başkasından da emin olmayan insanlar, kendilerini kurtarma telaşına ya da güdüsüne kapılarak temel insaniyet ve hakkaniyet kavramlarından uzaklaşacaklardır.

Bizans’ın son döneminde çöküşe uğrayan Anadolu’nun inşasında da insanlara bakışta ayrı gayrı farkını gözetmeyen ahiler ve dervişlerin kardeşliğe ve dayanışmaya dayanan çabaları, Anadolu ve Balkanlardaki yurtlanmanın da asli etkenidir. Ancak zamanla bu dervişler sistemin dışına itildiği gibi ahi ocakları ve loncalar da zaafa düş(ürül)erek etkinliğini yitirdi. Toplum iktidar ve tebaa ikileminde üretici gücünden olduğu kadar dayanışmacı karakteristiğinden de uzaklaştı.

Günümüzde de benzeri bir süreç, köylerden şehirlere doğru sürdürülen bir göç yoluyla sosyolojik bir dönüşümün de itici gücü haline geldi. Bu süreç başlangıçta dinî bir karakteristiğe sahip olmasa da yol boyunca dayanışmacı bir zaruretin öğreticiliğiyle dinsel bir tutuma yöneldi. Ne var ki bu yönelim stratejik bir tutuma dönüşemeyerek, taktik bir tutum olarak kaldı. Sürecin içerisinde elbette ki dayanışmacı bir eğilim de vardı ama şehirlerde ikametle birlikte, bu eğilimin pekinleştirilememesi bir yana, kapitalizmin de baskılarıyla veya yol göstericiliğiyle (yarattığı arzuyla), dayanışmacı eğilim zayıflatılarak yerini bireysel kazanıma dayalı kapitalist tutuma bıraktı.

Aynı dönemde akilane bir stratejiyle hareket eden Alman neoliberalizminin toplumcu yönlerinin farkına varılmazken, Protestan girişimciliğinin bireysel kurtuluşu esas alan yönlerinden etkilenildi. Belki bunu asıl düşünmesi gereken bir devlet aklından da yoksun ve arkada nasıl bir toplumsallık bırakılacağı da düşünülmeksizin, sadece gemisini kurtaran kaptandır şiarının fırsatçılığıyla davranıldı. Oysa aynı dönemde Alman neoliberalizmi, iktisatçı düşünür Wilhelm Röpke ve başbakan Konrad Adenauer öncülüğünde, dünya savaşının yıkımından çıkan geleceğin Almanya’sını kur(tar)acak bir stratejiyi uygulamaya koymaktaydı.  Bu, elbette ki aklı başında bir hazırlığa, düşünmeye, bilmeye ve istişareye dayanan özgün bir çabayı gerektirmekteydi.

Türkiye’de ise aklı başında bir siyasetin ve ahlakiliğin yönlendiriciliğinden yoksun bir süreçte, söylemsel avadanlığını dinî kültürden tedarik eden muhafazakâr bir eğilim, Kemalist jakobenizme karşı giderek kapitalizme evrilecek olan güç metafiziğine dayanan eylemsel bir pratik ortaya koyabildi. Her ne kadar kapitalistleşmeye karşı bir direnç gösterilmeye çalışılsa da sonuçta kazanma ve bireycileşme eğilimlerine, dahası köylülük içgüdülerine yenik düşüldü ve toplumsal kurtuluştansa bireysel kurtuluş yeğlendi. Gerçi köylerde de geleneksel imece yordamı bir tür dayanışmacılık olsa da bu hiçbir zaman kooperatifleşme tarzı modern bir tutuma evrilmedi. Kooperatifleşmeye ve şirketleşmeye dönük çabalar ya başarısızlıkla yahut da birkaç kişinin zenginleşmesiyle sonuçlandı.

Söylemsel olarak dindarlığını sürdüren kitle, bunun nişanesi olarak hayırhahlığını, yardımseverliğini devam ettirdi ama bu konuda da dayanışmacı değil de kazanımcı bir karakteristiğe yöneldi. Şöyle ki, dünyanın birçok ülkesinde yardım faaliyetleri düzenleyen bu tutum, bir yüzüyle karşılıksız yardımları (kurban kesme, yoksullara yardım, su kuyusu açma…) sürdürürken, öte yüzüyle otomobil ve ev alımına dayanan ve aslında bir tür dayanışma yoluyla çözümlenebilecek bir süreci, cari kapitalist örnekleri esas alarak sürdürdü ve bunu da toplumcu söyleminden uzaklaşarak bireysel bir kazanma/kurtuluş stratejisine çevirdi.

Oysa sorumlu bir devlet veya siyaset, daha en başında belli bir işbirliği çerçevesinde, gecekondulaşma ve apartmanlaşma yerine, şehirlerin çevresinde altyapısı hazırlanmış alanlar açarak bu süreci olumlu bir biçimde yönetebilirdi ki Alman neoliberalllerinin çabaları buna bir örnektir: Orta ölçekli şehirler, orta büyüklükte şirketler, müstakil evler, aile ve komşuluğun korunması, kooperatifler, ademi merkeziyetçi politikalar, siyasal katılım ve istişare bu stratejinin en bariz karakteristiğidir.[1]

O zaman belki şehirler bu denli huzursuz ve insanlar da bu kadar hırçın olmayabilirdi. Birlikte düşünme (istişare) ve birlikte eyleme (ortaklaşalık) şiarları o zaman daha akilane yürütülebilirdi. Toplumsal krizler baskı ve şiddetle değil de barışçı ve akilane yollarla çözümlenebilirdi. Çeteleşmiş büyük şirketler yerine orta ölçekli şirketler, dükalaşmış siyaset yerine katılımcı bir siyaset, terk edilmiş köyler yerine kooperatifleşmiş köyler, yaşanamaz hale gelmiş şehirler yerine orta ölçekli şehirler mümkün olabilirdi.

Ama siyasiler kadar cemaatler, şehirliler kadar göçebeler de bu kendiliğinden akışa seyirci kalarak ve hatta birbirlerine hasım gibi davranarak akilane bir tutumu üretemedi. Bu süreç ise geride palazlanmakta olan kapitalizme ucuz işgücü sağlamaktan ve bu kapitalist öğreticiliğin de etkisiyle kendisini kurtarma şiarından başka bir şey bırakmadı. Mevcut şehir kültürü altüst edildiği gibi, yerine olumlu bir değer de ikame edilemedi. Birbirine karşı konumlar olarak cepheleşen muhalif demokratik ve İslamcılık eğilimleri de ortayolcu bir tutumla bu süreci olumlu bir sonuca taşıyamadı. Demokratik çabalar Kemalist otokrasinin, İslamcılık ise geleneksel otoriterliğin baskısı altında mevcut kültürel potansiyellerini olumlu bir senteze ulaştıramadı.

Cemaatlerin dayanışmaya dair ilk girişim ve çabalarının itibarsızlaştırılması kadar birlikteliğe dair o ilk girişimlerin kendi potansiyelini tam olarak anlayıp değerlendirememesi sonucu, deneyimden yoksun bu çabaların heba edilmesiyle, süreç giderek kapitalizmin kazanma şehvetine kapılan bir tutuma, özellikle gurbetçi işçilerin istismar edilmesi ve dayanışma ağlarının çıkar ağlarına dönüşmesi gibi olumsuzluklarla sonuçlanacaktır. Esasında bu, ne İslam ne de kapitalizmdir. Kelimenin tam anlamıyla çıkarcılık, istismar, hoyratlık ve fırsatçılıktır. Bu sürecin sonucunda birçok girişimin içi boş çıkmış, verilen sözlerde durulmamış ama bu süreç birçok bireysel sermayenin veya deneyimin zuhuruyla sonuçlanmıştır. Dayanışmaya olan güvenin sarsılması ise insanları güvensizleştirdiğinden, süreç ister istemez cari eğilime yani kapitalist girişimlerin çıkara dayanan yönüne evrilecektir.

Başlangıçta iyi niyete dayanan girişimlerin birçoğu heba edilirken, yaşanan hayal kırıklıklarının yerini bıraktığı güvensizlik ise kurumsal (Diyanet Teşkilatı ve şimdilerde Kızılay gibi) ve sivil cemaatleri bile giderek dayanışmacı ağlardan kapitalistik kazanmacı girişimlere evriltti. Öyle ki birçok cemaatin önderi adeta kapitalist şirketlerin patronları edasında bir yaşama stiline yöneldi. Önderle cemaat mensupları arasında açılan bu otokratik uçurum ise geleneksel patrimonyal/pederşahi tutumun örnekliğinde, yani padişahla tebaa arasındaki mesafe gibi adeta bir meşruiyet mesafesi olarak açıklanıp benimsendi.  

Siyasetin de bu biçimde örgütlendiği bir zihniyet kayması veya yozlaşma, İslami hareketlerin başlangıcındaki o eşitlikçi, dayanışmacı ve özgürlükçü eğilimleri de bir kenara savurarak marjinalleştirdi. Performansın öğretiye üst geldiği bir gösteri mantığı, kavramsal tartışmaları ve stratejik arayışları boşa çıkararak yerine önderin kutsandığı, dokunulmaz kılındığı ve yatalak bir hale gelse bile önderlik vasfının sürdürüldüğü bir pratiğe yol açtı. Sivil toplumun ve ara kurumların tasfiye edildiği bu eğilimin sonu güçler ayrılığının da tasfiyesiyle sonuçlandı. Otokrasiyi kutsamanın gerisinde yatansa dinî bir öğreti değil, otoriteyi tanrısallaştırmanın ve yüceltmenin, tâbileri acze düşüren ve adeta kullaştıran, özünde dinin temel ilkesi olan Allah’ın birliği ve yüceliğine aykırı bir tutumdur.

Allah ise karşısında özgüvenli, imanını sahihleştirmiş, kendisine yoldaşlar olabilen müminler arar. Yoksa bir ölümlünün bendesi ve kölesi olan, aciz, düşünmekten ve eleştiriden yoksun, cesaretini ve özgüvenini yitirmiş zavallılar veya çıkarlarının kulu olmuş istismarcı ikiyüzlüler değil.

 

[1] M. Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, BÜY. s. 129, 130.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU