Naziler Almanya'da Yahudileri soykırıma tâbi tutup, fırınlarda yakarken, bu canavarca davranış, Hannah Arendt'in "Kötülüğün Sıradanlığı"nda belirttiği gibi, eylemin her aşamasında yer alanlar açısından kendilerine buyurulmuş olan bir görevin gerçekleştirildiği sıradan bir iş olarak sürdürülmekteydi.
Hiç kuşkusuz içlerinde buna tepki gösteren duyarlı insanlar vardı ve onların da sonu, Yahudilerden farklı olmamıştı.
Bu vahşice katliamı gündelik hayatın olağan sıradanlığıyla sürdüren milyonlarca Alman ise belki de yaptıkları işin/eylemin, dahası kötülüğün anlamı üzerinde hiç kafa yormamış, bunu Führer'in hikmetinden sual olunmaz talimatlarından birisi olarak mütalaa etmişlerdi.
Kültürel hafızalarına bu kötücüllüğe karşı kalıtsal bir hınç biriktiren Siyonistler ise başka bir zaman ve zeminde, benzeri bir hissiyatsızlık ve hatta görev duygusu içerisinde Gazze halkını aylardır vahşice bombalamaktalar.
Hem de bunu gündelik hayatlarının olağanlığa içerisinde, en basit insani duyarlılıklarını bile Gazze halkı karşısında bir yana koyarak sürdürmekteler.
Kuşkusuz onların da içlerinde bu kötücüllüğe karşı tepki gösteren ayrıksılar var.
Ama onları da etkisizleştiren ve bu kötücüllüğü sıradanlaştıran ahlaki çifte standart, insanoğlunun en derin çelişkilerinden birisidir.
İnsani ölçekleri hiçe sayan bu canavarlığın, karşıtını insandışı kendisini ise insanüstü varsayan bir tür ideolojik meşrulaştırma olmaksızın sürdürülmesi mümkün değil.
Bu ideolojik meşrulaştırmanın en önemli dayanağı ise ulusalcı ırkçılığın beka söylemi ve ona dair mekanizmalardır.
Ki, Türkiye'de de benzeri belirtiler zaman zaman Kürtlere, Ermenilere veya mültecilere karşı tezahür etmekte.
Bir yandan bu vahşet devam ederken öte yandan gündelik hayatını olağan bir biçimde sürdürebilmek, meseleyi ötekiyle sınırlandıran ve onu kendi insani sorumluluğu ve duyarlılığı çerçevesinde görmeyen bir hissiyatsızlığa bürünmek ise başka bir sorun.
Bir tür kuzuların sessizliği, daha da kötüsü aylardır sürdürülen bu kötücüllüğü çeşitli saiklerle benimseme halleri, kötülüğün bir başka sıradanlaştırılma biçimi.
Gazze'de aylardır süregiden bu katliam karşısında İslam dünyasının sessizliği, dahası lakaytlığı ise daha da vahim.
Her ne kadar Batı dünyasındaki devletlerin birçoğu İsrail'i desteklese de orada hiç değilse halklar, özellikle de üniversiteler, "68" olayları ve Vietnam Savaşı'na verilen tepkiden sonra en büyük tepkiyi bu soykırımcı girişime karşı vermekte.
Neredeyse hiçbir İslam ülkesinde benzeri bir tepki ortaya çıkmadı ve hatta bazı ülkeler İsrail'e destek bile verdiler.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Oysa Norveç, İrlanda, Slovenya ve İspanya gibi Avrupa ülkeleri ve Latin Amerika'nın birçok ülkesi doğrudan Filistin halkını desteklediği gibi, ismini zikrettiğim 4 Avrupa ülkesi bu süreçte Filistin Devletinin BM'ye üyeliğini de kabul etti.
Bunlar çok da arızi veya tepkisel girişimler de değil. Diğer Batılı ülkelerde de bu soykırıma karşı ciddi bir halk tepkisi gözlenmekte ve bu destekten devletlerinin baskılarına rağmen asla vazgeçilmedi.
Oysa İslam dünyasında devletler neredeyse lakayt iken, halklar ise derin bir sessizlik içinde.
Bu, özellikle Türkiye için de geçerli. Gezi olayları ve 15 Temmuz darbe girişimi akabinde Türkiye'de sivil toplum adeta çöktü.
Bir taraf iktidara halel gelmesin diye sokaklardan uzak dururken, öbür taraf da iktidar -hiç de öyle olmadığı halde- Hamasçı diye sokaklardan, protestolardan uzak durmakta.
Dünün sözümona devrimci (İslamcı ya da sol) hareketleri, şimdilerde karşı tarafa bakarak kendilerine rol biçen bir sessizliğe büründü.
Davranışlarını biçimleyen yegâne gerçek yanlarında durdukları iktidar veya muhalefet partisinin/cephesinin çıkarları.
Böylece evrensel bir trajediye yerel politik hesapların, çıkarların veya duyguların altında göz yumulmakta.
Bu arada hakikat ayakların altına alınmış, adalet yerin dibine gömülmüş, umurlarda bile değil. Orada göz göre göre binlerce insan katledilmekte ve toplumun çoğu buna seyirci.
Hem de düne kadar etrafına devrimci ya da hümanist pozlar kesen ideologlar grubu da buna dahil.
Bu durumda geriye seslerini yükselten bir grup sosyalistle İslamcıdan başka kimse kalmamakta.
Oysa özellikle ABD ve Avrupa'da sivil toplum, daha doğrusu insanlar, etraflarında olup bitenlere karşı duyarlı ve sorumluluklarını müdrikler.
İnsanlığın selametine yönelik girişimlerden ve fedakârlıklardan kaçınmadıkları gibi, kendilerine dayatılan haksızlıklara da boyun eğmemekteler.
Sonuçta Gazze olayı ve Filistin halkı kendilerini doğrudan doğruya ilgilendirmediği halde, bu soykırımcı manzara karşısında sessiz kalmıyorlar.
Zira bu, her şeyden önce insani bir duyarlılık ve sorumluluk.
Aslında temel mesele insani değerlerin, insan soyu olarak tüm tarih boyunca edinebildiğimiz değerlerin ayakta tutulabilmesi.
İşte bu nedenle de sorumlulukları ve duyarlılıkları ulusal sınırları aşmakta ve ısrarla "insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değil" diyebilmekteler.
Nitekim II. Dünya Savaşı sırasında da Norveç'teki öğretmenler, Nazi işgali esnasında kendilerine dayatılan faşist kitapları okutmayı reddetmiş, uğradıkları baskı, tehdit ve sürgünlere karşı kararlarında direnmiş ve sonunda kazanan onlar, yani insani değerler olmuştu.1
Allah'a olan iman insani ve toplumsal bir duyarlılığı vecibe kılarken, bunun uygulamaya konulamayışı ise sadece mevcut yönetimlerin baskıcılığıyla ilgili olmayıp, temel toplumsal duyarlılıklara ve vecibelere aldırışsızlıkla, bunların bir sorumluluk olarak üstlenilmeyişiyle ilgili.
O nedenle zulme karşı uzun yılar boyunca biriken toplumsal öfkeler zaman zaman patlasa ve egemen zorbaları yerinden etse de, bu bir toplumsal duyarlılıkla beslenmediği için kalıcı olamıyor ve devrilen bir zorbalığın yerini başka bir zorbalık alarak süreç kaldığı yerden devam ediyor.
Çünkü hiç kimse kendi gücüne inanmadığı gibi, tam anlamıyla Allah'a da inanmıyor.
Yoksa: "Ey Rabbimiz! Bizi zalimlerden kurtarıp özgürlüğe kavuştur ve rahmetinle bize koruyucu ve destek olacak yardımcılar gönder' diye yakaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için neden savaşmıyorsunuz?" gibi ayetler görmezlikten gelinebilir miydi?
İşte bu körlük ve sağırlık nedeniyle değil mi ki en basit zorbalıklar karşısında bile boyun eğiliyor ve genel anlamda da haksızlıklara ve zorbalıklara karşı duyarsız kalınıyor.
Yine bu nedenle de toplumsal eğilimin yönü bir türlü olumluluktan yana bükülemiyor.
Toplumsal sorunlara temel bir insani duyarlılık ve ahlakilik çerçevesinde bakamayan bu toplumlar siyasal süreçlere de katılmıyor, eleştirel bir anlayış geliştirmiyor, denetleme ve uyarı sorumluluğunu üstüne almıyor, zorbalığa karşı direnmiyor...
Sonuçta ise kendisine sağladığı küçük çıkarlar ve tatminlerle yetinerek gündelik hayatın sıradanlığına gömülüyor.
Ve hatta çoğu kez zorbalığa itaati ve boyun eğmeyi bir marifet, ilahi takdir veya vecibe olarak görmekten de çekinmiyor.
Ve üstelik bunu giderek örfi veya dini bir yükümlülük olarak görmeye de başlıyor. Oysa Allah'tan başkasına boyun eğilmemeli, özellikle de zorbalığa karşı eliyle, diliyle, hiç olmazsa kalbiyle direnilmeli değil miydi?
Batılı toplumlar ise son birkaç yüzyıllık çabalarıyla bu tür bir toplumsal duyarlılığı yakaladıklarından, bırakın kendi toplumlarındaki aksamalara karşı tepkileri, Gazze gibi kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen konularda bile meseleye müdahil olarak, insani bir sorumluluk üstlenmekte ve İsrail'i destekleyen iktidarlarına karşı direnişlerini ve tepkilerini, meseleyle doğrudan ilgili olan Müslüman toplumların lakaytlığına rağmen, ortaya koymaktalar.
Elbette ki onların da toplumlarında farklı eğilimler, çıkar çevreleri ve siyasal lobiler var. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık, otoriterleşme eğilimleri, bencillik, ayrımcılık gibi sorunlar onların da sorunları.
Onlar da toplumsal ve insani duyarlılıklarıyla ilgili çoğu zaman ciddi riskler almakta.
Ama bilmekteler ki bu tutumlarıyla aldıkları risklerin bedelleri, lakaytlıkları neticesinde ortaya çıkacak sonuçlara göre çok daha tercih edilebilir, aksi ise daha vahimdir.
İşte bu nedenle de bir duyarlılığı veya sorumluluğu üstlenirken ötekinin ne yaptığına veya ne olduğuna bakmamakta, kendi sorumluluk bilinci çerçevesinde davranabilmekteler.
Bu farkındalık ve bilinç bile, meselenin vicdani ve insani boyutları bir yana, toplumsal sorumluluk alınmasına yetmekte.
Bu bilincin kaybının ortaya çıkaracağı vahim sonuçların idrakinde olmak ise daha da farklı bir duyarlılığı ve hatta imanı gerektirmekte.
Bu ise ancak kesintisiz bir eğitim ve örnekleme ile kazanılabilir: Ailede, okulda, sokakta, iş yerinde, basında, kitaplarda, ibadethanelerde…
20'nci yüzyıldaki o uzun yolculuğunu ateizmden İslam'a doğru sürdüren Roger Garaudy de İslam'a ve Müslümanlara olan sempatisini ilk olarak, faşizme karşı savaştığı II. Dünya Savaşı yıllarında, Cezayir'de tutulduğu kampta, kendisinin de içerisinde olduğu esirlere ateş etmelerini (kurşuna dizmelerini) emreden komutanlarının emrine riayet etmeyen Cezayirli (İbadî) askerlerin davranışlarındaki bu asaletten etkilenerek kazanır.
"Çünkü silahlı bir insanın silahsız bir insana ateş etmesi, güneyin bu Müslüman savaşçılarının şeref ve haysiyetiyle bağdaşmıyor"du.
Kendi hayatlarını tehlikeye atarak gösterilen bu insani duyarlılık, insan olmanın en bariz misali değil mi?
Son sıralarda ise ve maalesef bu tip örnekleri, Gandi'yi, Abdulgaffar Han'ı, Ömer Muhtar'ı, Kutub'u, Şeriati'yi, Aliya'yı... onların erdemli tutumlarını unutmuş gibiyiz.
Bu konularda çeşitli bahanelerle sinik bir tutum izleyen ve hatta toplumu oldukça tuhaf gerekçelerle buna daha bir ikna eden zevat ise ABD üniversitelerinde veya Avrupa sokaklarında her şeye rağmen insan olduklarını ve insana dair hiçbir şeyin kendilerine uzak olmadığını cesaretle ortaya koyan şahsiyetler yanında ne kadar güdük ve ne kadar duyarsız kalmakta.
Öyle ki, bırakın sokak gösterilerini, kitlesel destekleri, bir imza vermekten bile imtina eden bu nemelazımcılık, lakaytlık ve içi boş kibir, Batıdaki duyarlılıkla insani açıdan nasıl da eşölçülemez bir konumda olduğunu bile görememekte ve gündelik hayatı tuhaf bir aldırışsızlıkla sürdürebilmekte.
Bu umursamazlığın insanlık dışılığını göremediği gibi buna dair örneklemeleri de içi boş gerekçelerle, bir zamanlar… veya biz de… diye başlayan cümlelerle ve hatta bir tür aşağılayıcı küçümsemeyle (siniklikle) karşılayabilmekte.
Her neyse; bütün bu tutumlara yönelik eleştirilerim ve örneklemelerim ister Batı hayranlığına yorulsun isterse bu meseleler hakkında klişe komplo teorilerine (modern büyücülük masallarına) başvurularak bir yığın kafa karıştırıcı senaryo üretilsin, hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.
İnsanlığın temel değerleri oldukça açıktır ve bunların ayaklar altında çiğnendiği bir yerde kılını kıpırdatmıyorsan, hiç değilse bari, "yiğidi öldür ama hakkını da yeme!"
1. Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş, Derleme, Vadi Y. s 136.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish