Karacadağ, Diyarbakır, Urfa ve Mardin sınırları içinde yer alan, sönmüş volkanik bir dağ.
Coğrafik şekilleri bildiğimiz yüksek, uçurumlarla kaplı, derin vadileri olan dağlara benzemez. Daha çok yüksek bir yaylayı andırır.
Engebeli arazisi az, taşlık arazisi fazladır. Genel olarak kapladığı alanda orman dokusu ve su kaynakları da göze çarpmaz. Olsa da saklıdır.
Karacadağ bir bozkır ya da çöl de değil. Kendine has ekosistemi olan, yer altı suları açısından zengin bir coğrafik alan.
Dağın geneli düşünüldüğünde yer yer bazı yükseltilerin olduğu görülür. Bu tepeler hem dağın zirveleri hem de bölgesel rakımlı yükseltilerdir.
Yani Karacadağ'da bir zirve değil, birkaç zirve var. Dağın bütün ruhu bu yükseltilerde saklı.
Zozan dediğimiz, yüksek yaylalar aynı zamanda geniş otlaklarla kaplıdır. Özellikle baharda zozanlar taze ot ve endemik bitkiler açısından zengindir.
Karacadağ'ın yeryüzü şekilleri diğer dağlardan farklı olarak dikine değil, kendi çevresinde yatay olarak genişleyen devasa bir alanı kaplar.
Binlerce yıl öncesinde oluşan şekli bilinen yanardağlardan farklı olarak geniş bir alanda hamur kütlesi gibi kabarmış, harekete geçince lavlarını dört yöne püskürterek, hatta ovalara doğru akıtarak volkanik hareketini tamamlamış olduğu düşünülür.
Yer bilimciler bu olayın 100 bin yıl önce gerçekleştiği tahmin eder. Bu nedenle Karacadağ birdenbire yükselmez, özellikle batı kısmından başlayarak, doğuya doğru kademe kademe yükselir. En yüksek noktalarında rakım 1950 metredir.
Uzaktan bir dağ silueti vermeyen, daha çok kendi çevresinde genişleyen, yayılan coğrafik yapısı dağ görünümünü gölgeler.
Uçsuz bucaksız taşlık alanın denizden yüksekliği ise dağ için yeterli nedendir.
Üç kadim kentte hayat veren, buralara ruhuna üfleyen Karacadağ aynı zamanda devrimlerin anası sayılan ilk tarım faaliyetlerinin yaşandığı yerdir de.
Bu nedenle üç kentin nefesi her daim Karacadağ kokar. Kışın ayrı, bahar da ayrı. Bu nefes insanına biraz asi, biraz isyankâr ve sert bir karakter kazandırsa da şiirsel bir ritim kazandırır.
Hem sadece insanlarına değil, kapladığı alanda bulunan kentlerinin mimari dokusuna da ruhunu üflemiştir.
Taşın baş eğmez ruhu imar edilen kentlerin sokaklarında, sur duvarlarında ve tarihi evlerin avlularında hayat bulmuştur.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Yakın bir tarihe kadar Karacadağ, Koçerlerle* anılır, kışın karla kaplanırdı.
Bahar aylarına doğru eteklerinde hareketlilik başlar, binlerle ifade edilen koyun sürüleri sıcaklık bastırmadan zirvelerine doğru yol almaya, kıl çadırlar kurulurdu.
Bu açıdan Karacadağ koçer yurdudur. Koçer yurduna ilk seyahatim lise yıllarına denk gelir. Birkaç araştırmacıyla birlikte koçerlerin hayatını fotoğraflamak, buradaki yaşamı yerinde görmek için gitmiştim.
Gidenlere eşlik etmek için gitti, o günden sonra Karacadağ'a büyük bir aşkla bağlanmıştım.
En büyük hayalim bir kış günü Karacadağ zirvelerinde zaman geçirmek, rüzgârın sesini dinleyip, kardaki yaşamın fotoğraflarını çekmekti.
Yıllar içinde bir denemem olsa da hazinle sonuçlandı. Başarılı olamadım. Karla kaplı bir ortamda Karacadağ'a vardığımda dışarda durmak neredeyse imkansızdı.
Köylülerin deyimi ile buz yağıyor, ortalık sise boğuluyordu. Hava şartlarının kötü gidişi nedeniyle o gün planladıklarımı gerçekleştirememiş, üstelik fena üşütmüştüm.
Ben hayatımda öyle bir soğuk görmemiştim. İnsanın yüzünü kesen ve nefessiz bırakan bir soğuktu.
Planın karda kaybolunca ben daha çok baharda gidişlerimi örgütlemeye, zaman zaman gidip gelmeye başladım.
Çünkü Karacadağ'da mevsimlerin en güzeli bahardır. Hem yeşil örtüsü hem de tazelik kokan havası insana zindelik katar.
Yemyeşil otlakların dingin ortamında doğa reyhan kokar ve her türlü endemik bitki topraktan fışkırır. Bahar da en çok da kenger kaplar toprak yüzeyini.
Karacadağ'da gittiğim her bölgesi bir taş deniziydi. Taş öylesine çoktu ki bütün tanımlamalar ve hikayeler kara taşlara çıkıyordu.
Ayrıca, ağaçsız oluşu ise içime adeta dert olmuştu. Anlamıyordum, dağın ağaçsız oluşunu çözemiyordum. Bu nedenle Karacadağ'ı daha çok ağaçsız, bazalt taşlarla kaplı arazisini tanır, bilir, öyle değerlendirirdim.
Hatta dağın genel olarak ağaçsız oluşunu geçmiş yıllarda Radikal ekinde yayımlanan bir yazı ile gündeme getirmiş, koca dağı ağaçsız ilan etmiştim.
Hala aynı durum devam ediyor. Kapladığı alan göz önüne alındığında ağaçlık alanı devede kulak bile değil. Bu zaten çıplak gözle de görülür.
Uzun süredir gitmediğim koçer yurduna geçen yılın son günlerinde çok bilinmeyen, gündeme çok gelmeyen bir köşesine, her yanardağda olan lav çukurlarına birkaç arkadaşla birlikte ziyaret ettim.
Diyarbakır'a bağlı Çınar ilçe sınırları içinde yer alan Burusk ve Xîç köylerine yaptığım ziyarete Karacadağ'ın henüz bilmediğim, birçok coğrafik özelliğinin olduğunun farkına vardım.
Çok gidip geldiğim dağın bambaşka bir yüzünün olduğunu öğrendim. Bu ziyaretten sonra Karacadağ hakkında düşüncelerim hem değişti hem de derinleşti.
Daha doğrusu dağın ağaçsız olmadığı, ancak insan eliyle zamanla yok edildiği düşüncem pekişti.
Bazı alanlarda halen asırlardır ayakta olan meşe ağaçlarının varlığı dağın gerçek dokusunun meşelik olduğunun kanıtı gibiydi.
Dağ antik çağın bitki ve ağaçlarıyla kaplı iken birkaç asır içinde koca alanın çıplak hale geldiği, Burusk, Xîç, Mir Badin bölgesinin ağaçlarından anlaşılıyordu.
Yanık taşlar arasında yetişen asırlık ağaçları görünce, Evliya Çelebi'nin Karacadağ'ın meşe ormanlarıyla kaplı olduğu notlarının doğruluğu aklıma düşüyordu.
Lav Çukurlarına ulaşmak için izlediğimiz rota üzerinde olan özel alanlarda tanık olduğum manzara geçmiş yıllarda bildiğim Karacadağ algısını kısmen de olsa değiştirdi.
Rotamız günün ilk ışıklarıyla Urfa Viranşehir üzerinden Karacadağ'ın binlerce yıl önce lav çıkışlarının yaşandığı alana doğruydu.
Yıllarca gidip geldiğim Viranşehir Karacadağ, Diyarbakır karayolunda biraz daha araç trafiği artmış. 7 yıldır uzak kalmışım bu yollardan.
Kış mevsimi olması itibarıyla normalde havanın soğuk olması gerekirken tam bir bahar havası hâkim.
Birçok çoban havaların sıcak geçmesinden dolayı sürülerini otlatmaya devam ediyordu.
Birkaç gün önce yağan yağmur ortalığı yeşillendirmiş, yeşil örtü taşlardan belli olmasa da koyunlar için taze ot ziyafeti çobanları fazlasıyla memnun etmiş durumdaydı...
Önceki yıllara göre havalar çok sıcak geçtiği için yağmur sonrası kısa zamanda doğa uyanmıştı.
Burada yol kıvrılarak Karacadağ'ın içlerine doğru ilerler. Son birkaç yıldır Viranşehir sınırlarında kalan yükseltilerde meşe ormanı yetiştirme çabası var.
Orman hala göze gelecek kadar büyümemiş olsa da geniş bir alanda ağaçlandırılmış arazi göze çarpıyor.
Geçmiş asırlarda buraların ormanla kaplı olduğu ve zamanla çıplak tepelere döndüğü gerçekliği yeniden ağaçlandırmayla belki ters yüz olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Yolu hızlıca giderken Karacadağ'ın zirvelerine doğru ağaçlandırma alanında "Bal Ormanı" tabelası gözüme ilişiyor.
Buralarda orman kelimesi bile tek başına insana heyecan ve sevinç katıyor. Henüz gerçek anlamda orman yok ama en azından yeşeren, giderek boy veren meşe ve badem ağaçları göze çarpıyor.
Korunur ve ağaçlandırma devam ederse buralarda cidden orman dokusu tekrar ortaya çıkabilir. Bu iyi bir girişim.
Desteklenmesi, güçlendirmesi gereken bir proje diye düşünüyorum.
Viranşehir Diyarbakır Karayolunda ilerlerken, planda yokken daha iç kısımlarında yer alan Mir Badin Bölgesini ziyaret etme fikri gelişiyor.
Rotamız değişiyor ve daha batıya, Karacadağ'ın bilinmeyen yüzüne doğru ilerliyoruz. Bu bölgenin daha fazla yağmur aldığı yer yer su birikintilerinden belli oluyor.
Koçerlerin kaldığı alanları, yeni yeni terk ettikleri anlaşılıyor. Bazı sürüler halen bölgede. Kalabalık koyun Keçi sürülerini görünce birazcık duruyoruz.
Çobanların dağ başında yalnızlığı ve doğanın ıssızlığı bizi tedirgin etse de ortamı görmek istiyoruz.
Sürüyü koruyan köpekler yabancılığımıza karşı harekete geçseler de, çobanların kararlı seslenmeleriyle duruyorlar.
Burası Mir Badin olarak bilinen bölgesinin en yüksek rakımlı yeri. Oldukça geniş bir zozan. Suyu bol. Birkaç adımda bir kuyu var.
Üzerleri hayvanlar düşmesin diye şekilsiz ağaç dallarıyla kapatılmış. Çevre yemyeşil taze otla kaplı. Sanki bahar.
Önceki yıllarda bu tarihlerde burası karla kaplı olurdu. Ama artık öyle değil. Son birkaç yıldır kar hem az hem de geç yağıyor.
Mir Badin'e varmadan yol boyunca bazı ilginç kayalar dikkatimizi çekiyor. İnsan yapımı tepeler mi yoksa doğal oluşumlar mı karar veremiyoruz.
Taşlar lahit gibi duruyor. Sanki gözetleme kuleleri inşa edilmiş ya da başka bir amaçla korunaklı yerler yapılmış gibi duruyor.
Taşlar arasında harç yok ve her şey doğallığı çağrıştırıyor. Biraz zorlasam taş devrini çağrıştıran yapılar diye bir tez ortaya atabilirim ama bunu yapmıyor, işi uzmanlarına bırakıyorum.
Mir Badin bölgesinin içlerine doğru yola devam ederken yeryüzü şekilleri de giderek değişiyor. Kayalıklar artarken tek tük ağaç da göze çarpmaya, görülmeye başlıyor.
Yüksek tepeler ve derelerde oldukça fazla ağacın varlığı dikkatlerimizden kaçmıyor. Buradaki ağaçlar oldukça görkemli ve gövdeleri bayağı kalın.
Burası unutulmuş bir meşe ormanı olabilir mi diye düşünmeye başlıyorum. Önceki yıllarda alana yakın Girê Bedro ve Siverek çevresinde bulunan Çiyayê Reş bölgesinde de aynı kalınlıkta ve sığlıkta ağaçlar görmüştüm.
Yaşlı meşe ağaçları arasından ilerleyerek Mir Badin Türbesinin bulunduğu alana varıyoruz. Ortam oldukça ıssız. Türbeye yakın birkaç kişi adak adamaya gelmiş.
Bunun dışında her şey ıssızlığın egemenliğinde. Mir Badin Türbesi meşe ağaçları arasında adeta gizlenmiş.
Türbe yakın bir zamanda bazalt taşlardan bir anıt mezar haline getirilmiş. Çevresinde sadece mezar taşları kalan çok sayıda kabir var.
Burada bulunan yapılı mezarda yatan kişi kimdir, neyin nesidir çok bilinmiyor. Söylenenlere göre çok sayıda askeri ya da müridi ile burada hayatını kaybeden bir savaşçı.
Mezar taşında "Komutan Mir Badin" yazılı. Bu ıssız dağın başında gömüldüğüne göre çok bilinen bir ölüm şekli olmadığı anlaşılıyor.
Bu mezarların hangi dönemden kaldıklarına dair bir kitabe ya da levhaya da denk gelmiyoruz.
Mezarların dört çevresi yaşlı meşeliklerle kaplı. Burada ki ağaçların kocaman gövdeleri Afrika'da bulunan ağaçların gövdelerine benziyor.
Tümü bildiğimiz meşe. Alabildiğince özgür yayılmışlar. Eğri büğrü ve çevresine yayılarak kendilerini var etmişler.
Asırlık meşe ağaçların arasında kısa bir gezinti yaptığımda Evliya Çelebi aklıma geliyor. Bahsettiği ağaçlar bunlar olmalı diye düşünüyor, çevreyi gözlemliyorum.
Evliya Çelebi Urfa'dan Diyarbakır'a seyahat ederken, yol boyunca ağaçlardan güneşi göremediklerini seyahat notlarında yazmış.
Bu ağaçların varlıkları Evliya Çelebi'nin yazdıklarını doğruluyor. Ağaçların gövdeleri adeta taşa dönmüş durumda. Bu ağaçlar için bir koruma programı var mı yok mu bilmiyorum.
Bir koruma planı olmalı ve buralarda anıt ağaç olabilecek yüzlerce ağaç tespit edilerek gerekli çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum içimden.
Günün kısalığını da göze alarak, ağaçları, Mir Badin Türbesini ıssızlığıyla baş başa bırakarak Karacadağ'ın ateş çukurlarını görmek için bozuk yoldan geri dönüp, rotamıza devam ediyoruz.
Yol artık tümden Karacadağ'ın dokusunu yansıtıyor. Bir taş denizi demek belki de doğru. Nereye baksan taş. Toprak neredeyse yok denilecek kadar az.
Engebeli arazi de giderek artıyor. Ana yolda birkaç köyden sonra Lav Yolu levhasını görünce hepimiz birden "Ha, aradığımız yer burası" diyoruz.
Ana yola sağa saparak hedefimize biraz daha yaklaştığımızı çevrede değişen yer yüzü şekillerden anlaşılıyor. Artık doğanın değiştiğini, taşların daha sık ve sanki yanmış olduğunu görüyoruz.
Burası göz alabildiğince taş olsa da meşe ağaçlar soğuyan lavlar arasından boy vermiş. Çok kalın ağaçlar yok ama alan meşeliklerle kaplı.
Lav çukurlarına varmadan yol üstündeki ilk köy Burusk Köyü. Adına yakışır mevsimler yaşıyor her yıl. Yağmur şimşeklerle geliyor (Burusk, Kürtçede şimşek anlamında).
Köyün içinde yanlış yöne gitmemek için, lav çukurlarına giden yolu tekrardan soruyoruz. Köylüler yoldan ayrılmadan ilerleyin diyorlar. Köy evlerinin duvarları adeta yanmış taşlardan örülmüş olduğu göze çarpıyor.
Buradaki taşlar bazalt ama yanmış olanlardan. Hem hafif hem de rengi daha çok toprak rengini çağrıştırıyor. Biraz daha ilerlediğimizde yeryüzü şekilleri tamamıyla değişiyor.
Taşlar kömür rengine dönerken yol kenarlarında yer yer xîç dediğimiz malzemeyle karşılaşıyoruz. Bu malzeme aslında yanan taşlardan oluşan sert bir malzeme.
Küçük mucur gibi ama mucur değil. Suya dayanıklı ve çamur olmuyor. Bu nedenle belediye ya da karayolları ekipleri çamurlu yolları bu malzemeyle kapatıyor.
Bu noktalarda kayaların eğilip büküldüğü, yandığı iyice anlaşılıyor. Kimi yerde devasa çukurlar var ve içi simsiyah çakıl malzeme ile dolu.
Yol yapımı için buralardan malzeme götürüldüğü belli oluyor. Nereye baksan simsiyah xiç ve soğuyan lav artıkları. En tepeye vardığımızda artık lav çukurlarının merkezindeyiz. Çevreye hâkim bir tepe.
Burası Karadacağ'ın en yüksek tepesi olmalı diye düşünsem de batı yönünde ufuk çizgisinde görünen başka tepeler düşüncemi dağıtıyor.
Ortalık ıssız, müthiş bir sessizlik var. Kış olmasına rağmen hava ılıman, hatta sıcak bile demek mümkün. Bizim dışımızda başka ziyaretçi de yok. Simsiyah taşlardan, çakıl ve xiçten oluşan bir tepenin üzerindeyiz.
Toprak örtüsü o kadar az ki bastığımız yerde yanmış kömür artıklarına benzer milyonlarca küçük taş var. Bu taşlar arasında bazı meşe ve dardağan ağaçları filizlenmiş. Aralığın son günleri olmasına rağmen ağaçlar halen yaprak dökmemiş.
Bu durum normal değil. Bu mevsimde buralarda kar olurdu diye düşünerek küresel ısınma tezleri aklıma geliyor. Devasa çanağa benzeyen tepenin çevresinde oldukça geniş bir alan var.
4 yönde soğuyan lavlar olağanüstü şekiller oluşturmuş. Tepede siyah küçük taşlardan oluşan devasa yükseltiler varken, aşağılarda ise çöküntüler oluşmuş.
Bu çöküntülerin içinde ise ekosistem oluşmuş. Yeşeren ağaçlar ışığa doğru uzarken, mağaralar yemyeşil yosunlarla kaplı olduğuna tanık oluyoruz. Çevrede lavların soğuyarak kayalara, taşlara dönüştüğü görülüyor.
Çevrede bulunan xîç tepeleri yol inşaatı yapan kurumlar için çok değerli. Burayı keşfettiklerinde hemen çalışmalara başlamışlar.
Kısa zamanda birçok tepe kaşla göz arasında erimiş. Alandan yol yapımları için malzeme taşınmaya başlanınca Diyarbakır'da bulunan gönüllü çevrecilerin eylem ve girişimleri sonucu ocaklardan taşıma işi durmuş ve burası jeopark ilan edilmiş.
Burada toprak yok, su yok ve doku alabildiğince ateşten arınmış kömür karası taşlardan oluşuyor. Karacadağ'ın en özel bölgesi.
Hem engebeli bir araziye sahip hem de çok sayıda lav çukuru olması nedeniyle diğer alanlardan ayrılıyor. En önemlisi halen dokusunu koruyor, volkanik kimliğini açığa vuruyor.
Taş denizin ortasında tonlarca lav artığı malzeme ve yekpare bazalt taşlar dikkatleri çekiyor.
Lav çukurların birkaçında biraz zaman geçirdikten sonra karanlık basmadan geri dönmek üzere yeniden yollara düşüyoruz. Oysa bulunduğumuz yükseltinin doğu kısmında daha fazla lav çukuru var.
Bazıları devasa görünüyor. Bu çukurları görmeden geri dönmek durumunda kalıyoruz. Aşağıya inip, çukurlara varmak çok zaman alacağından ziyaretimizi başka bir zamanda tamamlamak üzere ziyaretimizi noktalıyoruz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish