Türk edebiyatının milliyetçi yazarı Ömer Seyfettin çoğunlukla vatan-millet temalı öyküleri ile bilinir.
Oysa gerek şiirleri gerekse hikayeleri ile yazar uzun süre şiirde Tevfik Fikret hikayede ise Halit Ziya'nın tesiri alındadır.
Ömer Seyfettin'in kaleme aldığı hikaye sayısı kaynaklarda farklılık gösterir. Bu değişkenliğin temel nedeni araştırmalar sonucu müellifin yeni hikayelerine ulaşılmasıdır.
Ayrıca, söz konusu derlemelerde araştırmacılar kimi zaman tercüme hikayeleri ve mensur şiirleri de müstakil hikayeler olarak değerlendirmesi yazarın hikayelerinin sayısı hakkında kesin bir bilgi verilmesini zor kılar.1
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ömer Seyfettin'in hikayelerini bir araya getirerek yayımlayan Hülya Argunşah ve Nazım Hikmet Polat, eserlerinde farklı sayıda hikayeye yer verir.
Hülya Argunşah'ın yazarın hikayelerini yayımlanma tarihine göre kronolojik olarak derlediği çalışmasında tespit ettiği sayı 165'tir.2
Nazım Hikmet Polat ise son bulgularla beraber bu sayıyı 182 olarak tespit eder.3
Polat, derlemelerini yaparken bu sayıya ulaşma nedeni olarak 'tür' tanımlamasının sınırlarına kendisini mahkûm etmediğini ve metinlerin hacmine göre bir tasnife girişmemesi olarak ifade eder:
Bu yayını hazırlama işlemini bir başkası yapsa idi, muhtemelen benim aldığım bazı metinleri hikaye olarak değerlendirmeyecek veya benim bu türün sınırları dışında gördüğüm bazı metinleri alacaktı. Esasen tür adını çok bağlayıcı biçimde değerlendirmemek lazımdır. Hiçbir türün sınırları –aynı dönem içinde ve hatta aynı yazarın kaleminde bile– kesin değildir/olamaz.
…
Muhtemelen Ömer Seyfettin, hikaye türü için, sadece, anlatılacak bir olay veya durumun bulunmasını yeterli buluyordu. Özellikle ilk hikayeleri, hacim bakımından az oluşlarıyla, çok küçük olay parçacıkları etrafında vücut bulmalarıyla, yazma eyleminden duyulan zevk dolayısıyla yazılmış intibaı uyandırmalarıyla dikkat çekmektedir.Bu itibarla bizim hikayeler içinde gösterdiğimiz 'Kır Sineği', 'Buse-i Mader', 'Bir Refikin Defter-i İhtisasatından', 'Hediye', 'Sahir'e Karşı', 'Sebat', 'Erkek Mektubu', 'İlkbahar', 'Kazık', 'Elma', 'Pervanelerin Ölümü', 'Ay Sonunda', 'Ayın Takdiri', 'Hayırlı Bir Fal', 'Nokta', 'Post Kavgası Kaldırılacak', 'Karmanyolacılar', 'İffet', 'Felsefe' ve 'Muayene' gibi metinler, bir başkasının tasnifinde belki deneme, belki mensure (mensur şiir) diye nitelenebilir. Biz bu tip kalem tecrübelerinin hikayelere yakınlığını, diğer türlere olan yakınlığından daha fazla gördük. 4
Ömer Seyfettin'in bir kitap olarak yayımlanan ilk hikayesi "Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür" (1910) isimli çalışmadır.
Bu eser aynı zamanda yazarın hayatta iken kitap olarak yayımlanan ve ikinci baskısını yapan tek çalışmasıdır.5
Yazarın bir mecmuada yayımlanan ilk hikayesi ise "Tenezzüh" olarak kaynaklarda geçer.
1902 senesinde Sabah gazetesinde yayımlanan "Tenezzüh" eseri, müellifin şiirlerinde olduğu gibi Edebiyat-ı Cedide yazarlarının şiir zevkini yansıtır.
Ömer Seyfettin dönemin önemli hikaye yazarları olarak kabul edilen Halit Ziya Uşaklıgil ve Mehmet Rauf'un etkisiyle sanat yüklü tasvirler, kapalı imgeler ve yoğun şekilde yabancı terkipler kullanır.
Konu seçimi olarak ise bireysel bir tema olan yaşlılığı seçer.
Nazım Hikmet Polat, müellifin hikayeciliğini iki döneme ayırarak inceler. Polat, bu kategorinin başlangıç noktası olarak 1911 yılını esas alır.
Bu tarih, Yeni Lisan çalışmalarının hız kazandığı ve Balkan Bunalımının başlamak üzere olduğu yıldır.
Polat'a göre bu tarihten önce Maupassant tarzı ile kaleme alınmış hikayeler6 nitelik açısından son derece değerli çalışmalar olsa da Ömer Seyfettin'in gerçek kimliğini yansıtmazlar.7
Müellifin tüm hikayeleri ölümünden sonra ilk kez yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem tarafından derlenir ve 1926-1927 yıllarında 3 cilt halinde İkbal Kütüphanesi Yayınlarından okurla buluşur.
1950 yılında Tahir Alangu, yeni çalışmalarla Ömer Seyfettin'in kayıp, farklı rumuzlu ve imzasız öykülerini bir külliyat halinde 11 Cilt olmak üzere "Ömer Seyfettin'in Toplu Eserleri" (1950) ismiyle Refet Zaimler Kitap Evi Yayınlarından çıkarır.8
1911 yılı öncesi yayımlanan hikayelerin genel özellikleri
Ömer Seyfettin'in 1911 öncesi kaleme aldığı hikayelerinin, Edebiyat-ı Cedide sanatçılarının etkisi altında olduğu görülür.
Bu dönemin sanatkarları eserlerinde kendilerinden önceki edebi cereyanlardan olan Tanzimat Dönemi yazarlarından daha süslü ve külfetli bir edebiyat lisanı kullanır.
Arapça ve Farsçadan alınan terkip ve kafiyelerin yanında güçlü bir Batı hayranlığı dönemin eserlerinde öne çıkar.
Ahmet Hamdi Tanpınar; Batıya duyulan güçlü hayranlığa rağmen Halit Ziya Uşaklıgil gibi dönemin önemli isimlerinin dahi nesir alanında Batılı isimlerin gerisinde kaldığını düşünür.
Bu durumun nedenini dönemin edebiyatının çok eski olmasına karşın tesiri kuvvetli bir geleneğin baskısı altında olmasıyla açıklar:
Malherbe sokağı dinledi, Dickens sokağı edebiyata soktu. Puşkin'de de sokağın anahtarı vardı. Bu sihirli anahtar, hiçbir zaman Halid Ziya'nın eline geçmedi. Fakat bu, ne kendisinin, ne de neslinin kabahatidir; bu, bir tarihî zaruretti. Garp kültürüne çok eski, çok kuvvetli bir gelenekle yüklü olarak girmiştik. Bu yüzden kolay adaptasyonlarla işe başladık. Birden-bire bütün bu bağları kırarak denize atılmak için başka türlü bir alet lazımdı.9
Ömer Seyfettin de bu süreçte, Nazım Hikmet Polat'ın ifadesiyle, şiirde olduğu gibi hikayede de gerçek kimliğini henüz bulamamış görünür.
Yazar, bu dönemde güçlü bir şekilde Batılı yazarların ve Edebiyat-ı Cedide sanatçılarının etkisi altındadır.
Ömer Seyfettin, nesrinde Halit Ziya etkisini "mütereddit bir kalemin mukallitliği olarak telakki"10 ettiğini söylerken Batı sahasında Guy de Maupassant'ın etkisini "Asar-ı hakikiye edebiye içinde en basit ve şeffaf Guy de Maupassant'ınkilerdir"11 dizleriyle dile getirir.
Müellif, 1911 öncesi nesrinde (özellikle 1902-1905) tıpkı Edebiyat-ı Cedide yazarları gibi Batı'ya büyük bir hayranlık besliyor, metinlerin biçimsel estetiğini yer yer metnin önüne geçiriyor ve en önemlisi toplumsal sorunları hikayelerinde işlemiyordu.
Edebiyat-ı Cedide tesiri, Ömer Seyfettin'in İrtika'da, 25 Ekim 1902'de yayımladığı ikinci hikayesi olan "Kır Sineği" (1902) çalışmasında da kendisini gösterir.
Ömer Seyfettin'in rumuz olarak kendi ismini kullandığı bu kısa hikaye, bireysel meseleleri ele alan bir temaya sahip olduğu görülür.
Hikayede kullanılan ağdalı dil ve Farsça terkipler biçimsel anlamda dönemin edebiyat havasına uygundur.
Hikayede başkahramanın ismini öğrenemeyiz, bunun yerine kişi zamirleri ile oluşturulan belgisizlikten hikaye edilen konunun müellifin kendi yaşantısından bir anı olduğu kanısı, okur tarafından anlaşılır.
Can sıkıntısı yaşayan bir kişinin kitapları karıştırırken gördüğü bir kır sineğine yüklediği anlam üzerinden hikaye anlatısı gerçekleşir.
Bu bağlamda "Kır Sineği" (1902) biçim ve içerik olarak dönemin edebiyat hareketi olan Edebiyat-ı Cedide tesiri altındadır.
Ömer Seyfettin'in 22 Ocak 1903'te Malumat'ta yayımlanan bir diğer hikayesi olan "Buse-i Mader" (1903) eseri yazarın dönemin etkisini eserlerinde hala güçlü bir şekilde sürdürdüğünü gösterir.
Bu kısa hikayede yazar, "Ç.Kemal" rumuzunu tercih eder. Hikayenin başlığı Ömer Seyfettin'in hikayelerindeki Edebiyat-ı Cedide etkisini ortaya koyar.
"Anne öpücüğü" anlamına gelen Farsça "Buse-i Mader" tamlamasını hikayesine başlık olarak seçer.
Ömer Seyfettin, hikayenin dilini de dönemin şartlarına uygun olarak imgeler ve terkiplerle süsler.
Tıpkı "Kır Sineği" (1902) hikayesinde olduğu gibi kahramanın ismi açıkça belirtilmez.
Hikayedeki kahraman, kız kardeşinin evinde küçük yeğeni ile arasında geçen küçük diyalogdan hareketle anne şefkati ve çocuk masumiyetinin büyüleyici etkisi gibi bireysel bir meseleyi ele alır.
Edebiyat-ı Cedide sanatçılarının etkisinin yoğun bir şekilde gözlemlendiği bir başka Ömer Seyfettin hikayesi, 30 Nisan 1903 tarihinde Musavver Fen ve Edeb'te yayımlanan "Bir Refikin Defter-i İhtisasatından" (1903) olduğu görülür.
Ömer Seyfettin, bu hikayede kullandığı "Fakat niçin, ey yar-ı füsunkar, bu ruh-ı melûl ü sevdakara rûh-ı güzîn-i şiirinle bir lane-i serap bulunmuyor"12 türünden cümlelerle dönemin edebiyat zevkini ve üslubunu hikayesine tam anlamıyla yansıtmayı başarır.
1904 yılına gelindiğinde Ömer Seyfettin, gerek şiirleri gerekse de hikayeleri olmak üzere tüm yönleriyle bir Edebiyat-ı Cedide sanatçısıdır.
1911 yılı öncesi Ömer Seyfettin hikayelerindeki yoğun Edebiyat-ı Cedide sanatçıları etkisi 1905 yılına kadar kaleme aldığı "Hediye" (1904), "Pembe Menekşe" (1904), "Cimnastiğe Dair" (1904) öykülerinde etkili bir şekilde devam eder.
Nazım Hikmet Polat'ın Ömer Seyfettin şiirinde "geçiş dönemi" olarak kabul ettiği, 1905-1909 yılları benzer şekilde Ömer Seyfettin hikayelerinde de (1905-1911 yılları) geçiş dönemi olarak kabul edilebilir.
1905 yılının geçiş döneminin başlangıcı olarak kabul edilmesinin iki nedeni bulunur.
Öncelikle Servet-i Fünun dergisinin 1901 yılında kapatılmasıyla beraber Edebiyat-ı Cedide etkisinin yavaş bir şekilde azalması olarak gösterilebilir.
Edebi cereyanlarda meydana gelen boşluk sonucu diğer genç sanatçıların yaptığı gibi Ömer Seyfettin de yeni arayışlara yönelir.
Bir diğer önemli etken ise Ömer Seyfettin'in 1903 senesinde geldiği İzmir Vilayetindeki edebi ve siyasi faaliyetleridir.13
Ömer Seyfettin İzmir günlerinde Fransızcasını ilerletirken siyasi meselelere de ilgi duymaya başlar.
Dilde sadelik, Türk milliyetçiliği gibi kavramlar ile ilk kez İzmir yıllarında karşılaşır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İzmir devresinde Ömer Seyfettin'in fikri tekamülü ve sadeleştirmeye başladığı hikaye dilini 1920 yılında İkdam gazetesindeki köşesine taşır:
Kendisini bundan on üç, on dört sene evvel (1906) İzmir'de tanıdım. Ben bir mektep çocuğu idim, o genç bir zabitti; fakat askerlikten ziyade fikri ve bedii meselelerle meşguldü ve İzmir'in daracık irfan muhitinde epeyce şöhretli bir muharrirdi. Haftalık bir gazeteye hepimizi hayran eden küçül hikayeler, mensureler, makaleler yazıyor ve her yazısında munis, hoş bir yenilik gösteriyordu. Üslubunda o zamana kadar hepimize meçhul tatlı bir sadelik, hislerine marazi ve acayip olmaksızın müfritleşen bir incelik ve fikirlerinde hepimizi şaşırtan ve sersemleten bir orijinalite vardı.14
Yakup Kadri'nin Ömer Seyfettin'in ölümünden hemen sonra kaleme aldığı yazıda dikkat çektiği "hoş bir yenilik" ve "hepimize meçhul tatlı bir sadelik" ifadeleri müellifin nesirlerinde Edebiyat-ı Cedide yazarlarının etkisinden uzaklaşmaya başladığını gösterir.
Yazarın nesrinde gözle görülebilen değişmeyi başlatan neden İzmir'in zengin bir entelektüel cemiyete sahip olması değildir.
Müellifin yakın arkadaşı Aka Gündüz, 24 Ağustos 1939 tarihinde Vakit gazetesine yaptığı röportajda Ömer Seyfettin'in fikri temayüllerindeki değişimi başlatan ve bunun nesrine de yansımasını sağlayan olay olarak düşünsel fikirleri ile öne çıkan Baha Tevfik ve Türkçü Necip gibi isimlerle tanışması olarak gösterir.
Yukarıda anlatılan bağlam doğrultusunda yazarın geçiş döneminin ilk hikayesi olarak değerlendirilebilecek öyküsü "İlk Namaz" (1905) olarak kabul edilebilir.
Ömer Seyfettin'in hayatından yansımalar ihtiva eden bu hikaye yazarın erken dönem hikayelerinden biridir.
Hikayenin geçiş özelliği taşımasını sağlayan en önemli özellik Müslüman-Türk kadının tipolojisinin dini ve milli bir unsur olarak değerlendirilip yüceltilmesi olduğu söylenebilir.
Hikayede ezan, cami, namaz ve abdest gibi manevi unsurlara yüklenen anlam, müellifin 1905 yılı öncesinde yayımlanan hikayelerinde görülmez.
Hikayede yazar, namazın huzurunu anne şefkati ile ele alır:
Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada en yegane perestiş ettiğim vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum. On beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir bûse-i esîr ü har gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak
- Haydi Ömerciğim kalk, demişti, hadi yavrucuğum. 15
Ömer Seyfettin, "İlk Namaz" (1905) hikayesinde işlenen konu itibariyle bireyin acılarını ve karamsarlığını esas alan Edebiyat-ı Cedide yazarlarının aksine namaz ve anne şefkati gibi manevi temaları esas alan bir içerik seçmesi hikayelerinde başlayan değişimin en mücessem örneği olarak değerlendirilebilir.
Dilin metinlerindeki kullanımında da önemli değişiklikler gözlenir. "Bûse-i esîr ü har" gibi Farsça tamlama ve imgeler kullansa da metnin geneline bakıldığında 1905 yılı öncesinde yazdığı metinlere göre son derece sınırlı sayıda kapalı imgenin olduğu görülür.
Bu bağlamda "İlk Namaz" (1905) metinin geneli anlaşılır ve akıcı bir şekilde okunabilir.
Ömer Seyfettin'in 1905 yılında yayımladığı "Sahir'e Karşı" (1905) ve "Sebat" (1905) hikayelerinde de "İlk Namaz" (1905) hikayesine benzer geçiş özellikleri söz konusudur.
Biçimsel özellikler ve işlenen konular dikkate alındığında Ömer Seyfettin'in hikayelerinde kırılma tarihi 1908 yılı olarak kabul edilebilir.
Ömer Seyfettin, Türk siyasal hayatında dönüm noktalarından birisi olarak kabul edilen İkinci Meşrutiyet'in (23 Temmuz 1908) ilanından yaklaşık beş ay sonra Serbest İzmir gazetesinde "Yaşasın Dolap" (1908) hikayesini yayımlar.
Ömer Seyfettin bu hikayeden önce "Erkek Mektubu" (1908), "Çirkin Bir Hakikat" (1908) ve "Ay Sonunda" (1908) hikayelerini de yayımlar; ancak geçiş özellikleri göstermekle beraber, bu hikayelerin hiçbiri "Yaşasın Dolap" (1908) hikayesi gibi keskin bir tema değişikliği göstermez.
Yukarıda anlatıldığı üzere Ömer Seyfettin'in şiirindeki tema değişikliği "Müvekkile-i Hürriyete" (1908) ve "Yıldıza" (1909) şiirleri ile başlayıp gelişmişti.
Yazarın bu şiirlerinin ortak noktası; birinin İkinci Meşrutiyet'in ilanı bir diğerinin ise Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonraki tarihlere denk gelmesidir.
Ömer Seyfettin, ancak siyasi cereyanlar izin verdiği müddetçe fikirlerini özgür bir şekilde şiirlerine taşır ve Edebiyat-ı Cedide şairlerinin etkisinden uzaklaştığını kanıtlar. Bu durum yazarın hikayelerinde de benzer şekilde gözlemlenir.
Ömer Seyfettin, "Yaşasın Dolap" hikayesinde İkinci Meşrutiyet'in ilanı sonrası Sultan Abdülhamid iktidarında hafiyecilik yapan bir muhbir olan Ahmet Bey'in öyküsünü anlatır.
Ülkenin ekonomik darboğazda olduğu yıllarda dahi Ahmet Bey'in zenginlik içerisinde yaşadığı hayatın gerekçesini hafiyelik olarak gösterir ve Sultan Abdülhamid dönemini eleştirir.
Başkahramanlardan Bihter'in dilinden Ahmet yöneltilen ithamlar yoluyla müellifin sert dönem eleştirileri gözden kaçmaz:
Komiser ya, şüphesiz komiser, gördün mü… Şimdi ne yapacaksın, jurnal ettiğin, denize attırdığın yüzlerce adamı unuttun da hiç telaşa mahal yok diyorsun, gördün mü şimdi? 16
Ömer Seyfettin'in aynı yıl, 19 Aralık 1908, Aşiyan Dergisi'nde yayımlanan "İki Mebus" (1908) hikayesi, "Yaşasın Dolap" hikayesi ile başlattığı biçimsel ve tematik değişiklikleri sürdürdüğünü gösterir.
Yazarın "İki Mebus" hikayesinde biçimsel anlamda son derece akıcı ve anlaşılır bir üslup tercih ettiği söylenemez.
Metin betimlemeleri ve tasvirlerinde yoğun bir Farsça terkip kullandığı görülür; ama 1905 yılı öncesi hikayeleri ile karşılaştırıldığında nazaran bir akıcılık olduğu görülür.
Ayrıca, hikayede seçilen konu politik bir mesele olan İkinci Meşrutiyet'e dair olduğu görülür.
Feylesof isimli eski bir mebus ve Vedit isimli yeni mebusun siyasete, sanata ve hayata bakışları üzerinden yapılan karşılaştırma ile İkinci Meşrutiyet'e dair önemli saptamalar yapılır.
Yazar, bu hikayeleri yayımladığı sırada Haftalık Serbest İzmir gazetesinde kaleme aldığı "Hürriyet ve Edebiyat" (1908) yazısında Türk edebiyatına dair; "Her türlü esbab-ı teali ve terakkiyi vadederken yıllarca men edilmiş edebiyat-ı milliyemiz için yeni bir ümid-i hayat yandırıyor" ve "Çünkü eski edebiyat, eski kitabet asla hürriyetin lisanı olamaz!"17 ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Ömer Seyfettin 1905 yılı öncesi genel eğiliminin aksine edebiyatı milli bir mesele olarak ele almaya başlar.
1909'da Bahçe Dergisi'nde yayımlanan "Elma" bireysel bir temayı ele almakla beraber biçimsel olarak son derece yalın ve anlaşılır bir hikaye olarak okuyucunun karşısına çıkar.
Aynı yıl Teşvik Dergisi'nde yayımlanan "Busenin Şekl-i İptidaisi" (1909) hikayesi ise Ömer Seyfettin'in en tartışmalı öykülerinden birisidir.
Yoğun erotik imge ve tasvirler ile yüklü bu öyküde, bir hayat kadınının tüm namusunu pazarlarken dudaklarını bir namus meselesi olarak ele alıp müşterisi ile paylaşmamasını ama cinsel birliktelik sırasında aşka gelmesi ile dudakları üzerindeki sınırları müşterisi için kaldırmasını konu edinir.
Özellikle 1911 sonrası öykülerinin genel özellikleri dikkate alındığında "Busenin Şekl-i İptidaisi" (1909) hikayesi Ömer Seyfettin'in en aykırı öyküsü olduğu görülür.
Biçimsel anlamda kullanılan dil "Kadınların esir ve velut bir alet-i zevk ü tenessül addeden sadik erkeklerin zevk-i marazisi" 18ifadelerinden de anlaşılacağı üzere 1905 öncesi biçimsel özelliklilerini taşır.
1910 yılında Piyano Dergisi'nde iki bölüm halinde yayımlanan "Beşeriyet ve Köpek" (1910) hikayesi geçiş özelliği gösteren önemli hikayelerden biri olduğu görülür.
Bu hikayede Ömer Seyfettin, köpeğini her şeyden çok seven güzel yabancı bir kadın ve hissi maceralar yaşamak isteyen genç bir adam arasında meydana gelen olaylardan hareketle Doğu-Batı karşılaştırmaları yapar.
Hikayede arzularının peşinde koşan bir adam alafranga hayat süren ecnebi kadının kucağındaki köpeği kıskanarak bu hayvana neden bu denli değer atfettiğini sorar.
Ecnebi kadın, verdiği cevapta bir hayvan üzerinden Batının hayvana atfettiği değerle medeniyet karşılaştırmasına girişir:
Köpek, köpek, dedi. Bugünkü beşeriyetin banisi. Bugünkü medeniyet-i maddiye ve fikriyenin müsebbibi, terakkıyatın, ulûmun, fünûnun, felsefenin, hasılı eski ve yeni, mevcut ve müteali ne görüyorsak hepsinin fail-i teşekkül ve nümüvv-i mabihi'l-vücududur. Bugünkü mütekamil insanlığımızı, bütün mahlûkat ve mevcudat üzerindeki tefevvuk-ı cinsimizi biz köpeğe medyunuz… Ah, eğer köpek olmasaydı…19
"Beşeriyet ve Köpek" (1910) hikayesinde Ecnebi kadın karakteri Doğu'ya sert eleştiriler yöneltir.
Doğu toplumlarını bilimden, sanattan ve hayvan sevgisinden yoksun bir medeniyet olarak ele alır.
Bu öyküde de biçimde 1905 yılı öncesinin izleri olmakla beraber içerik anlamında 1911 yılı sonrası Ömer Seyfettin kimliğine tam bir hazırlık metni olarak ele alınabilir.
Ömer Seyfettin hikayeleri bir kır sineğe bakarak içlenen amaçsız aydından bir köpeğin ihtiva ettiği anlamdan hareket ederek Doğu-Batı karşılaştırmaları yapan karakterlere evirilmiştir.
Bu bağlamda Nazım Hikmet Polat'ın şiir için kullandığı 'Gerçek Kimlik' yaklaşımı benzer şekilde hikaye sanatında da gerçekleşmek üzere olduğu görülür.
Bu öyküden sonra Ömer Seyfettin 1910 yılında peşi sıra Piyano dergisinde; "Apandisit", "Aşk ve Ayak Parmakları", "Tavuklar" ve "Tuğra" hikayelerini yayımladı.
Bu hikayelerin içerisinde "Tuğra" (1910) nihilist bir gencin sorgulamaları üzerinden yer yer geçiş özelliği gösterse de "Beşeriyet ve Köpek" (1910) hikayesindeki gibi tematik bir devrim görülmez ve 1905 öncesi Edebiyat-ı Cedide yazarlarının etkisinin ve özelliklerinin güçlü bir biçimde metne hakim olduğu görülür.
Toplumsal meseleler ve politik tartışmalar bu öykülerde yerini yeniden bireyin acılarına ve şahsi meselelere bırakır.
Ömer Seyfettin yalnızca bir savaş hikayecisi yahut vatan şairi değildir. Onun kaleminde şahsi meseleler ki bunlar erotizme varacak ölçüde yer bulmuştur.
Belki Mehmet Akif'i konuşsak böyle bir tartışma olmaz; ama konu Ömer Seyfettin ise "Ama hangi Ömer Seyfettin?" sorusunu sormadan olmaz…
Kaynaklar:
1. Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı “Ashab-ı Kehfimiz” (1918) ve tamamlayamadığı “Efruz Bey” (1919) romanları küçük hikâye parçalarından oluşması da zaman zaman bu parça hikâyelerin müstakil hikâyeler şeklinde ele alınmasına neden olmuştur. “Ashab-ı Kehfimiz” (1918) romanı “Koleksiyon” ve “Küçük Hikâye” parçalarını ihtiva ederken “Efruz Bey” (1919) romanı “Hürriyete Layık Bir Kahraman”, “Asiller Kulübü”, “Bilgi Bucağında”, “Açık Hava Mektebi”, “Beyaz Serçe” parçalarından oluşmaktadır. Ayrıca yine bu romanın bağlamında ele alınan küçük hikâyecikler; “Gayet Büyük Bir Adam”, “Şimenler” ve “Sivrisinek” olarak karşımıza çıkar.
2. Ömer Seyfettin, Hikâyeler I, haz. Hülya Argunşah (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2020), 47-54.
3. Ömer Seyfettin, Aşk ve Ayak Parmakları, haz. Nazım Hikmet Polat, (İstanbul: Ötüken Yayınları, 2020), 15-25.
4. Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri, haz. Nazım Hikmet Polat (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011), 14-15.
5. Polat, Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri,, 46.
6. Ömer Seyfettin ‘Gerçek Kimliğini’ bulduktan sonra da Maupassant tarzını terk etmemiştir; ancak milli ve manevi konuları merkeze alan eserlerinden önce bu teknikte ustalaşmıştır.
7. Polat, Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, 46.
8. Konuyla ilgili yukarıda da belirtildiği üzere Ömer Seyfettin’in hikâyelerine dair son derlemeleri Hülya Argunşah ve Nazım Hikmet Polat yapar. Bu çalışmaların gerek hacmi gerekse de güncelliği dikkate alındığında Ömer Seyfettin hakkında yapılan çalışmalarda kanon olarak değerlendirilir.
9. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2011), 275-278.
10. Alangu, Ömer Seyfettin Ülkücü Bir Yazarın Romanı, 84.
11. Alangu, Ömer Seyfettin Ülkücü Bir Yazarın Romanı, 84.
12. Polat, Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri, 47.
13. Ömer Seyfettin’in bu süreçte, Edebiyat-ı Cedide sonrası, Fecr-i Ati geleneğine yakın bir çizgi içerisinde bulunmamasının belki de en önemli nedeni İzmir’e gitmiş olmasıdır. Burada kurduğu dostluklar yavaş yavaş gelişmeye başlayan siyasi bilinç, Ömer Seyfettin’in ‘Gerçek Kimliğini’ bulmasına giden yolu açacaktır.
14. Alangu, Ömer Seyfettin Ülkücü Bir Yazarın Romanı, 87-88.
15. Polat, Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri, 60.
16. Ömer Seyfettin, Yaşasın dolap, Hikâyeler 1. Haz: Hülya Argunşah. (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2017a) 94.
17. Polat, Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, 201.
18. Ömer Seyfettin, Hikâyeler 1. Haz: Hülya Argunşah. (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2020a) 136.
19. Polat, Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri, 122.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish