Hamaset ile husumet arasında: 'Mısıroğlu modeli tarihçilik' ülkeye hizmet mi, hezimet mi?

Dr. Halim Gençoğlu Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Geçmişimizle barışamamak acaba bir hesaplaşma mı yoksa Türkiye'de rağbet gören bir yönetim metodumu, bu bir muammadır.

1980'lerde dönemin İspanya hükümeti başarısızlıklarını örtbas etmek için halk nezdinde futbolu baş tacı yaparak tüm ülkede dikkatleri bir yere çekmeyi başarmıştı.

1994 yılından bu yana eski ırkçı politikaları terk eden Güney Afrika'nın yeni hükümetleri de eski ırkçı siyaseti terk etmek yerine bunu bir politik argüman olarak kullanarak yolsuzluk ve kötü idarenin gözmezden gelinmesini sağlamıştı.

Ülke ekonomisi batarken halen Apartheid rejiminin kurup kullandığı kurumlarla durumu idare eden hükümet, BEE adıyla maruf terse dönük ırkçı politikalarla günümüze kadar milleti oyalama yoluna gitmiştir. Kaybeden Güney Afrika halkı, kazanan ise sadece siyasi iktidar olmuştur.  

Türkiye Cumhuriyeti, Menderes hükümetinden sonra başlayan modernist-muhafazakar, sağcı-solcu gibi bölünmeleri zamanla siyasi bir malzeme olarak kullanarak ihtilallerle hitam bulacak hazin olaylara gark oldu.

Mesela Menderes döneminde kalem oynatan Necip Fazıl Kısakürek bu mantaliteyle hareket etmiş kalemlerden biri olarak bilinir.

Adnan Menderes bunu bizzat mahkeme kayıtlarında bir videosunda itiraf etmiştir.

Daha sonraki hükümetler de meşrebine göre ya Atatürkçülüğü yahut dini siyasete alet ederek politikaları gereği yazarları desteklemiş ve medyayı kullanmışlardır.

Günümüzde karşımıza çıkan ve muhafazakarlık adı altında halkı kışkırtmaktan ve gündem değiştirmekten başka bir işe yaramayan bu tür eylemleri, benzer algı operasyonlarının bir parçası olarak görmemek elde değil.

Şayet amaç halka hizmetse, dini ya da başka bir değeri siyasete alet etmek etik olmadığı gibi, dürüst bir politika yolu değildir.  

Bu tür sosyal yapılarda en büyük tehdit icraatlarıyla konuşulmak yerine partilerin birbirini yaftalama yoluna giderek gözden düşürme yoluyla ucuz siyaset olacaktır.


Türkiye'de tarihçilik derken

Türkiye'de tarih yazıcılığı denildiğinde Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşu ile başlayan ve başını Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ömer Lütfi Barkan, Şemsettin Günaltay, Enver Ziya Karal, daha niceleri gibi sahasında uluslararası üne sahip ilim adamlarımız çektiği münevverler akla gelir.

O dönemin çevresinde yetişen ve özellikle Köprülü ekolünden etkilenen bir sonraki kuşak tarihçilerden Osman Turan, Mehmet Altay Köymen, Faruk Sümer, Halil İnalcık, Tayyip Gökbilgin, ve İbrahim Kafesoğlu gibi isimler ise Türkiye'de tarihçiliğin daha kurumsal bir zemine oturduğu dönemde çok verimli çalışmalara imza attılar.

Bu zaman diliminde ayrıca Osmanlı devrine ait Naima, Kemalpaşazade, Katip Çelebi, Evliya Çelebi, Piri Reis, Ahmet Cevdet Paşa gibi kaynak olarak addedilen Osmanlı mümevverlerinin eserleri yeni alfabeye tercüme edildiler.

Öte yandan Mustafa Kemal Atatürk'ün irşadlarıyla Ankara'da kurulan Dil Tarih Coğrafya fakültesinde Sümeroloji ve Arkeoloji gibi ihmal edilmiş önemli alanlarda çalışmalar yapıldı.

Muazzez İlmiye Çığ Sümerolojide önemli ilmi çalışmalara imza atarken, Ekrem Akurgal arkeoloji sahasında dünyaca ünlü kazılara ön ayak oldu.  

Kanaatimce Cumhuriyet tarihinde Türk tarihçiliğine en büyük katkının sağlandığı ve verimli çalışmaların ortaya konduğu dönem bu dönemdir.  


1950'lere kadar bu çalışmaların yanında Şevket Süreyya Aydemir, Reşat Ekrem Koçu ve Yılmaz Öztuna gibi isimler popüler tarihçilikte çok verimli eserler ortaya koydular.

Tarihi bir kuşağa sevdiren bu isimlerin kaynaklara dayalı eserleri herkesim tarafından okundu.

1950'lerde Demokrat Parti hükümetinin de desteğini alan Necip Fazıl Kısakürek gibi isimler alternatif tarih arayışından ziyade belli bir ideoloji çerçevesinde ve zaman zaman karalamaya kadar giden yazım tarzıyla tanındılar.

Esasında çok iyi bir şair olan Necip Fazıl, dönemin CHP politikalarını tenkit ederken tarihçiliğe soyunarak belli bir kesim tarafından popülaritesini de kaybetti.

Hukuk mezunu olan Kadir Mısıroğlu ise Osmanlıcılık düşüncesiyle kalem oynatırken Cumhuriyetin değerlerine saldırarak bu çıtayı biraz daha ileri götürdü. 

Şüphe yok ki Osmanlı Devleti dünya tarihinde müstesna bir yeri olan ve adaletli idaresi hakkında ecnebi tarihçilerin dahi ittifak ettiği bir cihan imparatorluğuydu.

Toynbee'nin tarihte Sokrates'in devlet ideasına en yakın teşekkülün Osmanlı Devleti olduğunu söylemesi bu misallerden biridir.

Zira Osmanlıların Balkanlarda veya Mısır'da 400 yıla yakın bir hakimiyet kurmalarının sebebi bu hoşgörülü idaresine dayanmaktadır.

Afrika'nın köylerine kadar okullar açan Osmanlı Devleti'nin sahipsiz kalan yerli halka hizmetleri halen araştırmacıların çalışmalarına konu olmaktadır.

Tüm bunları araştırıp yazmak genç nesillere Türklerin tarihte neler yaptığını göstermek açısından önemlidir.

İşte bu noktada Mısıroğlu tipi tarihçilerin ortaya koyduğu yeni bir araştırma mevcut değildir.

Zira Mısıroğlu hayatında böyle araştırmalara gitmek yerine Cumhuriyet rejimleri ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e hakaretvari yazılarıyla tanındı.

Yersiz ve haddini aşan çıkışlarıyla geride Müslümanlık adına muhalifine atılan iftira, gıybet ve dedikodularla Cumhuriyet devrimlerine düşman, kafası karışık bir kesim bıraktı.
 

-.jpg
Kadir Mısıroğlu / Fotoğraf: kadirmisiroglu.com

 

Mısıroğlu'nun kitapları topluma hizmet mi, hezimet mi?

Mısıroğlu tarih metodolojisine uygun kitaplar kaleme almadığı için çalışmaları tarihçiler tarafından kaynak eser olarak dikkate alınmadı.

Çok önemli bir konu olmasına; hatta önemli bilgiler paylaşmasına rağmen,  mesela Yunan Mezâlimi (Türk'ün Siyah Kitabı, 1967) adlı kitabı Yunan düşmanlığını körükleyici ifadeler içerdiği için tenkit edildi.

Keza kısmen doğru hususlara değinse de Türk İstiklal Savaşı'nın kadrosundan ziyade şeyh ve dervişlere paye biçtiği "Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücâhidler" (1967) adlı kitabı tarihçilerin değil kendi çevresinin ilgisini çekti.

Savaş alanındaki mücadeleyi sarıklı mücahitlere dayandırmakla tarihi hakiketleri gözmezden geldi.

Bu uğurda yapılan karalamalardan nasibini alan sadece Atatürk değil ömrünü tarih ilmine vakfetmiş olan Halil İnalcık gibi tarihçiler de ölümünden sonra Mısıroğlu ve takipçilerinin yersiz tenkitlerine maruz kaldı.

Bu bağlamda günümüzde Halil İnalcık Hoca'nın tarihçiliği hakkındaki gözden düşürme girişimlerinin arkasında yatan onun Atatürkçü bir ilim adamı olmasından ileri gelir.  

Halbuki yurt dışında Osmanlı tarihini tanıtıp sevdiren yüzyılımızın en büyük Türk tarihçisi Halil İnalcık'tır.

Eserleri başta İngilizce olmak üzere neredeyse tüm batı dillerine ve Arapça'ya çevrilmiştir.

Buna rağmen Mısıroğlu modelinde yazan çizen ve son 10 yılda meşhur olan tiplerin hedefinde İnalcık Hoca oldu.

Bu manada İnalcık Hoca gibi bir duayene mesnetsizce atıp tutan bir kafa yapısının kendi halinde yazıp çizen yazarlara neler diyebileceğini siz tahayyül ediniz. 


İdeolojinin girdiği her platformda görülen tarafgirlilik zamanla nahoş bir görüntü alacaktır. Üzücü olan tarih gibi bir ilim dalının buna alet edilmesidir.  

Çok sayıda çalışmaya imza atan Kadir Mısıroğlu sadece ideolojik bakış açısından değil fakat tarih eğitimi almadığı için olacakki tarih metodolojine ters düşen bir üslupla kitaplar kaleme aldı.

Ruh sağlığını yitirdiği yıllarda karaladığı Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım" adlı kitabını 1968 yılında bir propaganda kitabı gibi yayımladı.

Esasında Rıza Nur'un akıl sağlığı yerindeyken yazdığı Türk Tarihi gibi eserleri çok önemli kaynak bilgiler içerir.

Fakat son dönemlerinde hatıratının III. cildinde karısı hakkında sarf ettiği edep dışı sözleri bile onun ruhi problemler içerisinde yazdıklarını hatırat olarak yayımlandığını ortaya koyar.

Mısıroğlu işte böyle bir hatıratı kaynak eser diye topluma tanıttı.
 

 

1964 yılında Sebil Yayınevi'ni kurdu ve "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" kitabının birinci cildini bu yayınevinin ilk kitabı olarak yayımladı.

1970 yılında genişletilmiş ikinci baskısını yayımladığı "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" kitabı 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun'a istinaden toplatıldı ve Mısıroğlu hakkında dava açıldı.

Sanki İstiklal Savaşı'nı kazanan kadronun toprak vermek gibi bir fantezisi varmış gibi saçma sapan iddialarla gerçek bir zafer olan Lozan Muahedesi'ni yersiz isnatlarla yerden yere vurdu.

Bunları yaparken İstiklal Harbi'nin en çetrefilli dönemi 1919'da Sultan Vahdettin'in evlenmesine ve 1922'de Malaya gemisiyle ülkeyi terk etmesine hiçbirşey demedi.

Niyet üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olunca Lozan'ı hezimet diye sunmaktan geri durmadı.


1970 yılının Ocak ayında Millî Türk Talebe Birliği'nde Harf Devrimi ile alakalı verdiği bir konferanstaki sözleri nedeniyle de hakkında dava açıldı, yedi yıl hapis cezası aldı.

Eskişehir Sivil Cezaevi ve İstanbul Sağmalcılar Cezaevi'nin ardından Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde yattı.

Bu sırada Cerrahpaşa Tip Fakültesi Psikiyatri Kliniği'nden bir rapor aldı. Bu raporla bir süre hapisten çıkmayı talep etti ancak bu talep reddedildi.

1974 yılında serbest kaldı, "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" kitabı ile ilgili dava da bu af ile karara varılmadan düştü.
 

t.jpg
Fotoğraf: Twitter


Mısıroğlu daha da ileri giderek "Mustafa Kemal'in hilafeti yıkmak üzere İngiltere ile anlaşması sonucu Anadolu Yunan işgaline uğramıştı!" ve "Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı ne şeriat kaldırılırdı!" gibi asılsız sözlerinin yanı sıra, "Şeriat gelsin de isterse Türkiye batsın, ben razıyım!" demesi ve "Amerika'nın ihtiyacı petrole, benim de ihtiyacım tarihi müesseselerime dönmeye. Bu menfaati mükavelinde bana yardımcı oluyorsa 'Allah razı olsun' derim" ifadeleriyle iddialarına yenilerini ekledi.

Başka bir konuşmasında "Ya Amerika'nın desteğiyle gelen, Amerikan kuklası bir halife gelse? Gelsin de kim gelirse gelsin! Hilafeti geri getirelim. Bunun ispatı nedir, bu iş için Clinton zamanında çalışan heyetten bana da teklif geldi; 'Bu iş nasıl gerçekleşir.' Ben durup dururken bu raporu yazmadım ya!" dedi,

Selahaddin Eyyubi için Eyyubi'yi yetiştiren Nureddin Zengi'nin dul eşini kendisine almasına kızdığı bir söyleşide Eyyubi'ye "hayvan oğlu hayvan ve şerefsiz" diyerek başka bir kesimi küstürdü.

Yine Mehmet Âkif Ersoy için "Yunan ile öç için mi dövüştün? Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl diyorsun İstiklâl Marşı'nda. Bunları hiç düşünmemişler. Seksen sene sonra Yunan'ı hâlâ Sakarya'da mı vehmediyorsun da 'Korkma!' diye başlatıyorsun. Niye korkacağım lan, dünya benden korksun pez.vnk! Mehmet Âkif ... serserinin teki!" demesiyle tepki topladı.

Son zamanlarında şaşırtıcı olarak Necip Fazıl'ın ise ahlaken bir Müslüman olmadığını ifade eden Mısıroğlu, Necip Fazıl'ın bir dolandırıcı olduğunu belirtmiş, "Yaptıklarını anlatsam lağım patladı zannedersiniz!" beyanatıyla kendiyle çelişen tutarsız bir iddiada da bulundu.

Benzer şekilde "Her 10 Kasım saat 9'u beş geçe kenefe gidin" gibi hezeyanlarını takipçilerine miras bırakan bir şahsın değil tarih kitapları bir Müslüman Türk'e yakışmayan sözleri ciddiye alınmayacağı kadar seviyesizdir.

Mısıroğlu, bu açıklamaları dışında örneğin Karl Marx'ın bir cinnî olduğunu ve Das Kapital'i cinlere yazdırdığını; Stalin'in II. Dünya Savaşı sırasında kumlara Ayet el-Kürsi okutup Alman ordusunun üzerine serptirdiğini; bir arkadaşına Atatürk'ün ruhunu çağırtıp onunla konuştuğunu; Temmuz 2016'daki bir televizyon röportajında, Shakespeare'in gerçekte İngiliz olmadığını, "Şeyh Pir" adında gizli bir Müslüman olduğunu iddia ettiği açıklamalarıyla da gündeme gelmiştir.

Bu iddialarıyla değil tarihçiliği akıl sağlığı hakkındaki şüphelerin doğru olduğunu göstermiştir.


Mısıroğlu'nun tarihçiliği ciddiye alınabilir mi?

19'uncu yüzyılın sonunda şimdiki Pakistan sınırları içerisinde olan Kadiyan'da Mirza Gulam Ahmet adında bir Müslüman önce kendini müçtehit olarak tanıtmış ve İslam hakkında birçok neşriyatta bulunmuştu.

Çevresine belli bir takipçi topladıktan sonra ortaya attığı iddialarıyla tanınmıştı.

O dönemde İngiliz işgalinde olan Hindistan'da İngiltere sömürge valisiyle iyi geçinmiş itibar kazanmıştı.

Fakat son zamanlarında bu iddialarında daha ileriye giderek aslında peygamber olduğunu ileri sürmüş ve Muhammed (SAV) peygamberin resul olduğunu kabul etmekle beraber kendisinin de son nebi olduğunu iddia etmiştir.

Günümüzde halifelerinin İngiltere'de yaşadığı ve kendilerini sünni Müslüman olarak addeden takipçileri Kaldiyani' Ahmedi yada Lahori olarak tanınıp birkaç milyona ulaşmışlardır.

Mirza Gulam öleli yüz küsur sene olmasına rağmen ve Pakistan'da baskı görmelerine rağmen onun milyonları bulan takipçileri Kuran'daki ayetlere rağmen Gulam'ın nebi olduğuna inanmaktadırlar. 

İşte Mısıroğlu'nun tarihçiliği de Mirza Gulam Ahmet'in nebiliğine benzer.

Başka bir ifadeyle Mirza Gulam Ahmet ne kadar peygamberse Mısıroğlu da o kadar tarihçidir.

Zira tarihçilik adı altında yapılanlar tarihçilik değil bir nevi tetikçiliktir.

Bu sebeple Mısıroğlu tipi yazarlar tarihçilikte hiçbir zaman bir ekol olarak addedilemezler.

Bu noktada bazı Kemalist yazar-tarihçi kesimin Osmanlı dönemine atıp tutmaları da kendini muhafazakar olarak gören Mısıroğlu takipçilerini tahrik ettiği söylenebilir.

Hatta bu Kemalist kesimden bazı kalemlerin Osmanlı dönemi alimlerini alaya alacak kadar ileri gittiklerini söylemek icap eder.

Ne yazıkki kendini Kemalist olarak tanıtan bu kesimin uç noktasını yaşayanlar Atatürk'ü sevip saymayı İslam ve Osmanlı düşmanlığı ile eşdeğer tutacak kadar ölçüyü kaçırmışlardır.

Ne Atatürk'ün ülkeye hizmetleriyle savunulmaya ne de Osmanlı Devleti'nin 600 küsür yıllık mazisiyle bir övgüye ihtiyacı vardır.

Yahut başka bir ifadeyle ne Osmanlı Devleti'ni tenkit etmekle ne de Atatürk'ü karalamakla hakikatleri değiştirmek gözden düşürmek mümkündür.

Bu nedenle bir tarafın Osmanlı yada İslam düşmanlığı yapması diğer kesimin tarihi hakikatleri tahrif edercesine yazıp çizmesini haklı çıkarmaz.

Atatürk maskesinin arkasına sığınıp Osmanlı düşmanlığı yapan kesimin düştüğü tenakuz, günümüzde Mısıroğlu modeli yazarların bahanesi olamaz.

Tabi Mısıroğlu'nun devrim düşmanlığı yapmaya başladığı dönemdeki argümanlarına direk Lozan'ı küçük düşürecek ithamlarda bulunması günümüzde onu takip eden kesimi baştan yanlışa sürüklemiştir.

Şüphesiz Lozan Muahedesi ve Atatürk de eleştirilebilir fakat Mısıroğlu'nun üslubu ve metodu değil tarihçilik bakımından tasvip edilemeyecek derecede mantık ve hakikat dışı ifadelerle doludur.
 

aa.jpg
Fotoğraf: AA

 

Tarihçilikte temel ölçüt alınan tarafsız bakış açısı ve birinci el kaynaklardır ve Mısıroğlu bu iki hususta da sınıfta kalmaktadır.

Öte yandan bu yaklaşımları yeni nesillere birşey kazandırmadığı gibi kötü örnek olmaktadır.

Halbuki tarihten alınacak ders kindar nesil yetiştirmek değil ahlaklı meraklı hevesli kuşaklar yetiştirmek olmalıdır.

Bu noktadan bakıldığında Mısıroğlunu model alan güruhtan geride kalan dedikodudan başka birşey değildir.

Türkiye Cumhuriyetini kuran Osmanlı askerlerini, gazilerini tenkit ederek Mısıroğlu ve takipçileri bölücülük yaparak bu yaklaşımla vakit kaybetmektedirler.

Onu takip edenlerden birisi  katıldığı konferansta 'Google'ı kullanan, ilk icat eden Sultan Abdülhamid Han'dır' iddiasında bulunarak akıllara "klavuzu karga olanın..." darbı meselini getirmiştir.

Osmanlı kültür mirasına hürmeti olan bir Türk tarihçisi olarak söylemek isterimki, Atatürk düşmanlığı Osmanlı mazisine bir itibar kazandırmayacağı gibi kişiyi İslam ahlakına aykırı gıybet ve iftiraya yöneltecektir.

Gönlünde geçmişine karşı hürmeti olan bir gencin vatana millete faydası olması için kurtulması gereken en büyük şey bu vesvesedir.

Başarı, Selçuklu, Osmanlı buydu, Atatürk şunu yapabildi ben ne yapabilirim diyenlerindir.

Mısıroğlu tipi tarihçiliğin hiç şüphesiz topluma özellikle yeni nesillere hizmeti değil bölücü ve hastalıklı bir hezimeti olacaktır. 


Tarihi şahsiyetlere nasıl bakmalı ?

Tıpkı birkesimde oluşan Atatürk düşmanlığı gibi, Abdülhamid düşmanlığı da hamaset ile husumet arasında bocalayan sakat bir düşüncenin eseridir.

Bu öyle hastalıklı bir hal almışdır ki, bir kesim Atatürk'ün dini mabedleri onardığını kanıtlamaya çalışırken diğer bir kesim Abdülhamid'in içki içnediğine dair kaynak sunmaya çalışmaktadır.

Türkiye'de bir tarafta Ne mutlu Türk'üm diyene sözünden rahatsız olan tipler varken diğer yanda halen başörtüsünden rahatsız olan bir güruh mevcuttur.

Hiçbirşeyin ortasında olmak mümkün değil, zira insanlara taraf olmaya zorlanan bir haleti ruhiye enjekte edilmektedir.

Hal böyle olunca birinin dün Atatürk'le ilgili paylaşımında onu Kemalist diye taşlarlarken diğer günkü Abdülhamid paylaşımımda aynı kişi yobaz Osmanlıcı diye yaftalanabilmektedir.

Bu cahilane tutumlar şüphesiz sadece Türk düşmanlarının ekmeğine yağ sürmektedir.

Dolayısıyla bunları büyük bir keyifle izleyen Türkiye ve yurt dışındaki Türk düşmanları vardır.


Yine yakın zamanda bir kesimde Türk tarihçiliğine hizmet etmiş Halil İnalcık gibi bir tarihçiye saldıran profesör ünvanlı tipler türemişdir.

Bu itibarsızlaştırma kampanyası ahlaki olmadığı gibi aklen ve vicdanen yanlıştır.

Bir başka kesim ise kendini dünyaya kanıtlamış Türk bilim adamı Oktay Sinanoğlu'nun hakkında atıp tutabilmektedir.

Ülkesine ve Türk diline hizmet ederek vefat eden ilim adamı Sinanoğlu'nun tam manasıyla tırnağı olamayanlar vefatından sonra onu itibarsızlaştırma peşine düştüler.

Elbette bu tipin profesörü böyle yapınca öğrencisini tutabilene aşk olsun.

Öncelikle sorulması gereken şudur ki, bu davranış Türk milletine ve gençliğe ne kazandıracaktır?

Bu insanların Ermeni soykırım propagandasıyla geçinen Taner Akçam yada Orhan Pamuk gibi yazarlar hakkında bir kelam dahi etmemeleri, ya ciddi bir cehaletle yada Türkiye'nin hayrına değil başka hesaplara çalışıyor olmalarıyla açıklanabilir.


Șu iyi bilinmelidir ki, Türkiye'de yaşayan eli kalem tutan herkesin bu vatana bir vatandaşlık borcu vardır.

Bu borç halkı birbirine düşüren ve yeni nesillere hiçbir faydası olmayan hezeyanları yaymakla olmaz.

Türkiye'yi siyasi arenada sıkıştıran Batı devletlerinin üzerimize giydirmeye çalıştıkları bir Ermeni soykırım masalı vardır.

Mısıroğlu bu hezeyanlarını bir kenara bırakıp kafayı bu Ermeni yalanlarına taksaydı, belki bu kadar meşhur olamazdı fakat şüphesiz herkesin hürmetini kazanırdı.

Bu noktada benzer sualleri hakkaniyetle karşı tarafa da sormamız icap eder.


Aynı şekilde bilip bilmeden Osmanlı'yı yerden yere vuran, Kanuni Sultan Süleyman'a sal#k diyen, sanki övünülecek bir şeymiş gibi televizyonlarda ateistim diye anons eden Celal Şengör bu tutumuyla arkasında Türk gençliğine ne bırakmayı amaçlamaktadır?

Gazeteci Yılmaz Özdil'in sırf hükümeti tenkit etmek için Birezilya'da tarihe geçen önemli hizmetlere imza atmış olan Osmanlı Ulemasından Abdurrahim Bağdadi hakkında karaladığı istihza içeren yazısından ne hasıl olur?

Horoz dövüşüne dönen bu ikili çekişmeler yeni nesillere ne öğretecektir?

Türk milletinin dün sağcı-solcu kavgaları gibi artık Abdülhamid Han despottu, Atatürk içki içerdi masallarına ayıracak vakti yoktur.

Kaldı ki ne Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'ün ne de Sultan Abdülhamid'in bir övgüye yada savunmaya ihtiyacı vardır.

Tarihte olan tarihte kalmıştır.  Biraz vicdanı olan boş ideolojik söylemlerle vakit kaybetmek yerine Ermeni masalarıyla, Pontus yalanlarıyla Türkiye'yi zor duruma düşüren Batı dünyasına karşı mücadele eder.

İslam'ın da Türklüğün de bize emrettiği budur.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU