Halid-i Bağdadi, Nakşibendiliğin son yüzyıllardaki en önemli temsilcisi kabul edilir. Kendisi Irak Kürdistanı'nın Süleymaniye kentinde yaşamış bir Nakşi şeyhidir.
Tam adı Ebu'l-Behâ Ziyâüddîn Hâlid b. Ahmed b. Hüseyn eş-Şehrezûrî el-Kürdî'dir (1779-1827) lakin özellikle sufi çevrelerde Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî adıyla anılır.
Bağdadi'yi yakın tarih açısından önemli kılan özelliği Türkiye'deki Nakşibendiliğin kurucu ismi olmasından kaynaklanır. Sağ kesimde pek çok sanatçı, siyasetçi Hâlidî'dir.
Peki, Bağdadî hakkında ne biliyoruz?
Henüz hayattayken tartışmaların odağına yerleşen Şehrezûrî 1805'e kadar medrese hocasıdır. 1805'te hac yolculuğuna çıktığında tasavvufla ilgilenmeye başlar.
Nakşilerin resmi tarih anlatısına göre Medine'de karşılaştığı "Yemenli meçhul biri" Halid'e Mekke'ye gittiğinde İslam'a aykırı davranan biri görürse şaşırmamasını tavsiye eder.
Anlatıya göre Mekke'de Kabe'ye sırtını dönmüş biriyle karşılaşır. Bu meçhul kişiye "bağlanmak" istese de o kişi kendisinin Hindistan'a gitmesini söyler. Halid aynı yıl Süleymaniye'ye döner.
1809'da Hindistanlı Şah Gulam Ali Abdullah Dihlevi'nin temsilcisi Mirza Rahîmullah Azîmâbâdî Süleymaniye'ye gelir ve Bağdadi'yi Delhi'ye davet eder.
Yaklaşık 1 yılda İran ve Afganistan üzerinden Hindistan'a varır. Delhi'de Dihlevi'nin sıkı eğitiminden geçer. Bu eğitim 5 ay ila 11 ay sürdü.
İsterseniz 1 yıla yakın Hindistan'da neler yaptığına geçmeden önce Halid-i Bağdadi'nin içine girdiği ortamı tanıyalım.
Elbette karşımıza önemli bir figür olarak Baba Ferid namlı Şeyh Feriduddin Şakar Ganj (1173-1265) çıkmakta.
Baba Ferid tüm Hindistan'ın en güçlü tarikatı olan Çişti tarikatının da kurucusu sayılır.
Aynı zamanda İslam ve Hinduizmi sentezleyen Sihlerin lideri Guru Nanak da 300 yıl sonra Baba Ferid'in beyitlerini kendi kutsal kitabı Adi Granth'a alacaktı.
Halk arasında Hazreti Mian Mir olarak bilinen Mir Muhammed Muayyinul İslam (1550-1635), Lahor'da özellikle Begampura kasabasında (bugünkü Pakistan'da) ikamet eden ünlü bir Müslüman Sufi şeyhiydi.
Kadirî tarikatına mensuptu. Beşinci Sih gurusu Padşah Guru Arjun Dev Ji'nin yakın arkadaşıydı.
Mian Mir'in Türbesinin bugünkü temsilcisi Kadiri Şeyhi Mahdum Seyyid Can Pir Kadri, bugün de Hinduizm, İslam ve Sihizm arasında bir fark olmadığını savunuyor.
1630'lardan Halid-i Bağdadi'nin intisap ettiği Gulam Ali'nin Şeyhi Mirzā Mazhar Cân-ı Canan'a (1699-1780) geldiğimizde kendisi bölgedeki en büyük Nakşibendi otoriteydi.
Vedaların Allah'ın kitabı olduğunu düşündüğünden Hindulara Ehl-i Kitap diyordu (Şemsu'r Rahman, Kai Chand the Sar-e-Aasman / Güzelliğin Aynası).
En yakın öğrencisi Gulam Ali Dehlevi'nin derlediği Makamât-ı Mazharî'de bir çok veda metnini şerh eden Mazhar Cân-ı Canan'a göre Hindular Arap müşriklerine benzetilemez.
Şöyle yazar Nakşi Şeyhi;
Hinduların putlarına secdesi esasen ‘Secde-i Tahiyyat'tır (saygı ve hürmet için secdedir), ‘Secde-i-Ubudiyyet' (ibadet maksadıyla secde) değildir. Yani Hindular putlarına saygı gösterirler. Anne babalar, ruhani öğretmenler ve öğretmenler de selam yerine secde ederek saygılarını gösterirler. Aynı şekilde, Hinduların Awagaman (yeniden doğuş döngüsü) doktrinine olan inancı da küfre benzemez. Hinduizm'deki tüm düşünce okulları, Allah'ın Birliği üzerinde icma ile hemfikirdir ve hepsi dünyayı Allah'ın eseri olarak kabul eder. İyi veya kötü işlerin mükâfatı veya cezası olarak Karma kanunu ve ahirette yeniden dirilme ve hesap verme bunların arasında yaygın inanışlardır. Sözlü aktarımlar ve ilmi gelenekler, bağlılık ve arabuluculuk, perhizler, aydınlanmalar (Maarif) ve ilahi keşifler (Mükaşefe) hakkında derin bir kavrayışa sahiptirler.
(Mektup No. 14, Makamat-i Mazhari,
Sayfa No. 258, Yayıncı: Shah Abu Al-Khair, Academy, Delhi)
Mazhar Cân-ı Canan ayrıca daha sonra Hindu Avatarvad ve Peygamberlik inancının temel özelliklerine İslami bir bakış açısıyla tevil eder.
MahaMukt gibi diğer Hindu inançları ve doktrinleri ve amaçları da açıklanmıştır.
Hamid Algar Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'ne yazdığı Mazhar Cân-ı Canan maddesinde şu bilgileri veriyor:
Mazhar'ın Hinduizm hakkındaki değerlendirmesi İmâm-ı Rabbânî'nin görüşlerinden önemli ölçüde farklılık arz eder. Hinduizm'in altı temel ilkesinin (darshana) çıktığını söylediği Vedalar'ı ilâhî bir kaynağa atfeden Mazhar bütün Hindular'ın Allah'ın birliği konusunda Müslümanlarla aynı görüşte olduğunu, dünyanın ebedî olmayıp yaratıldığını kabul ettiklerini, âhirette dirilmeye, ceza ve mükâfata inandıklarını belirtmiştir.
Ona göre Ramachandra ve Krişna uyarıcı (nezir) ve müjdeleyici (beşir) olarak gönderilmiştir; bunların peygamber ya da velî olması muhtemeldir. Mirza Mazhar, Hindular'ın bu kişilerle irtibat kurmayı kolaylaştırmak için onların heykellerini yapmalarının ve önlerinde eğilmelerinin bir sûfînin, özellikle de zihninde şeyhin fizikî şeklini canlandırarak onunla râbıta kuran Nakşibendî dervişinin davranışına benzediğini söyler.
Bu mânada sûfîlerle Hindular arasındaki tek fark sûfîlerin şeyhlerinin heykellerini yapmamalarıdır. Hindular'ın heykeller önündeki secdeleri ibadet değil bir çeşit selâmlama biçiminden ibarettir. Mirza Mazhar, Hinduizm'i tasavvufla telif etme çabasını Ramachandra'ya sülûk ve Krişna'ya cezbe atfedecek dereceye kadar götürmüştür (Kelimât-ı Ṭayyibât, s. 24-30; Abdullah ed-Dihlevî, s. 127-129).
Onun zikir halkasına Hindular'ı da kabul etmiş olabileceği ileri sürülmektedir (Dahnhardt, s. 29). Hindular'ın son zamanlara kadar Mazhar'ın türbesini ziyaret etmeleri de bu görüşü desteklemektedir (Şah Ebü'l-Hasan Zeyd Fârûkī, s. 223). Nakşibendî-Müceddidî tarikatının kendisine nisbet edilen Mazhariyye kolunun bir Hindu şubesinin, Şah Fazl Ahmed Han'ın Hinduizm'i terk ederek İslâm'ı kabul etmesini yasakladığı halifesi Mahatma Ramchandraji himayesinde ortaya çıkması da tesadüfî değildir (Dahnhardt, s. 78-79).
Sonuç olarak Cân-ı Canan, Hindistan'daki Müslümanların Hindistan topraklarını ve Hindu topluluğunu teolojik bir bakış açısıyla nasıl görmeleri gerektiğini şöyle açıklıyor: "Hint topraklarında, Peygamberler ve Elçiler Allah tarafından gönderildi. Anlattıkları kitaplarında kayıtlıdır ve diğer bazı işaretler ve göstergeler bize Hindu halkının [inanç ve maneviyatta] yüksek doruklara ulaştığını söyler. Allah'ın rahmeti bu uçsuz bucaksız toprakları ve halkını ve onların durumunu unutmadı. Söylemeye gerek yok ki, Peygamber Efendimiz (sav)'den önce her ümmete bir Peygamber bahşedilmişti ve her ümmetin başkasına değil de kendi Peygamberine tabi olmaya hakkı vardı (Mektup No. 14, Makamat-i Mazhari, Sayfa No. 259, Yayıncı: Shah Abu Al-Khair, Academy, Delhi).
Nakşi Şeyhi sadece Hinduizmin aslının ilahi olduğundan ve sonra dejenere olduğundan değil açıkça bugün yaşanan Hinduizm'in de inanç ve maneviyatta yüksek doruklarda olduğunu savunur.
Halid-i Bağdadi'nin Gulam Ali Dihlevi ve Mazhar Cân-ı Canan'a kayıtsız şartsız bağlılığı sebebiyle ve aksini reddiye şeklinde ifade etmediklerinden yukarıda ifadesini bulan senkretik görüşlere de katıldığını ifade edebiliriz.
1810'da Bağdadi'nin tarikat formasyonundan geçtiği coğrafya Sih devletinin egemen olduğu ortamdır. Sihler de Mazhar Cân-ı Canan'a benzer biçimde mevcut Hindu inanç ve pratikleriyle İslami inanç ve pratikleri sentezlemekteler.
Bu sentezlerden biri de meditasyon tekniğidir. İslam-Hindu bağdaştırmacılığına göre Gurular Allah'ın yeryüzünde tecessüm etmiş halleridirler.
Dolayısıyla onları aracı kılarak yapılan yoga da Allah'a ulaşma yöntemidir.
Halid-i Bağdadi bu anlayış ve yöntemlerin gayrimeşru görülmediği aksine desteklendiği bir ortamda 1 yıla yakın eğitim aldıktan sonra Kādirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çiştî tarikatlarından da irşad yetkisi aldı.
Bağdadi'nin hayatını anlatan Menâkıb-ı Şemsi'ş-Şumûs der hakk-ı hazret-i Mevlânâ Hâlidi'l-‘arûs adlı Osmanlıca kitap Hâlidiyye mensuplarından Hacı Hasan Şükrü'ye aittir.
Doç. Dr. Yakup Çiçek tarafından 1987'de Şemsü'ş-Şümus (Güneşler Güneşi) adıyla sadeleştirilerek basılmıştır. Bu eserde Halid-i Bağdadi'nin Delhi'de tarikat eğitimini bitirdikten sonra şeyhinin talimatıyla bir kente uğradığı şöyle anlatılır:
Ey Hâlid git! Her istediğini sana verdim. Yolculuk esnasında Hindistan'ın falan şehrinde Allah'u Teâla'nın (C.C) dostlarından iki seneden beri yemez içmez ve konuşmaz Allah Teâla'ya (C.C.) yönelmiş ölü gibi, hareket etmeyen, hakkı düşünmekle meşgul istiğrak halinde, şerefli, kâmil ve mükemmel bir veli vardır. Ona selamımı söyle, elini öp hayır duasını al. Komşuları kutsal celâlinin nisbetiyle harap ve perişan olmuş, kendilerinden başka kimse kalmamıştır.
Büyük Şah efendimiz hazretleri bütün halife, mürid ve arkadaşlarıyla beraber dört mil mesafeye kadar Mevlânâ Hâlid'i uğurlayarak buyurdular ki; 'Hâlid aldı.'Mevlânâ Hâlid, gidecekleri işaret edilen yere varmak için yola koyuldular. İsmi geçen veliyi araştırdıklarında onun yerini uzaktan işaret ettiler. Bunun üzerine Mevlânâ Hâlid (K.S.) onun tarafına doğru gitmeye başladı. Yakınına gelince adı geçen velinin heybetinden bir korku duyarak oldukları yerde ayakta kaldılar. Bunun üzerine hemen büyük Şah'a rabıta ederek korkuları hemen kayboldu. Velinin huzuruna vardılar. Muhterem şeyhlerinin selamını Farsça olarak kendilerine arz ettiler, 'Sana ve ona selam olsun' buyurdular. Daha sonra 'Ey Hâlid, manevi fethin ve hakkı yayman Bağdad havalisinde olacaktır' diye ilâve ettiler. Bundan sonra yine murakabeye daldılar.
Mevlânâ Hâlid (K.S.) veli hazretlerini Muhammedi nisbet deryasına dalmış, dostun feyizlerinin nurlarına batmış, müşahede sahibi ve Hakk'ın cemal ve murakebesinden hiç ayrılmaz görünce hayret ederek Bender adlı kasabaya gelinceye kadar elli-altmış gün hiç bir şey, yemediler ve içmediler. Daha sonra Şiraz'a vardılar (8. Menkıbe).
Halid-i Bağdadi'nin "iki seneden beri yemez içmez ve konuşmaz Allah'a yönelmiş ölü gibi, hareket etmeyen, hakkı düşünmekle meşgul istiğrak halinde olan" kişi muhtemelen Delhi ile Jaipur arasında adını bilmediğimiz bir yerde Sih tarzı yoga yapan biridir. 1811'de bugünkü Pakistan ve İran üzerinden
Süleymaniye'ye geri dönen Halid-i Bağdadi Hindistan'daki İslam-Hinduizm sentezine yabancı olan Ortadoğu coğrafyasına ithal ettiği yeni görüş ve teknikler, ritüeller sebebiyle büyük tepki çeker.
Hâlid'e karşı oluşan muhalefet cephesinde, ilmiye sınıfından Kadirî tarîkatı ağırlıklı sûfîlere, yerel yöneticilerden bazı Osmanlı devlet ricaline kadar farklı görev ve konumları olan şahsiyetlerin yer aldığını görüyoruz.
Bu zevat içerisinde Şeyh Ma'rûf el-Berzencî gibi bu işi organizeli ve planlı olarak yürütenler olduğu kadar, Molla Mustafa gibi herhangi bir tarikatla ilgisi bulunmayan kişiler de bulunmaktaydı.
Yine muhalefette bulunanların büyük çoğunluğu tarîkat dışından olmakla beraber Abdülvehhab es-Sûsî gibi tarîkat içinden muhalefet edenler de vardı.
Mevlânâ Hâlid'e karşı ilk tepkiler Süleymaniye'ye dönüşünden birkaç ay sonra başlamıştır. İlk tepki gösteren kişi ise Süleymaniye ve çevresinde Kadirî tarîkatının en güçlü temsilcisi olduğu ifade edilen 812 Şeyh Ma'rûf en-Nûdehî el-Berzencî olmuştur.
Şeyh Ma'rûf'un Mevlânâ Hâlid'in aleyhinde yazılı ve sözlü olarak başlattığı bu kampanya için Süleymaniye'deki tüm Kadirî mensuplarını seferber etti.
Musul, Kerkük ve İmadiye bölgesindeki Kadirî şeyhlerinin de zamanla dahil oldukları bu kampanyanın, kısa sürede sonuç verdiği, Mevlânâ Hâlid'in memleketi Süleymaniye'de irşada başladığı ikinci yılın sonunda orayı terk etmek zorunda kalışından anlaşılmaktadır.
Şeyh Ma'rûf'un açtığı bu muhalefet cephesine Musul'dan Osman b. Süleyman el-Celîlî (ö.1245/1829) ve Mahmud b. Abdilcelil el-Mavsilî (ö.1253/1837) ile İmadiye bölgesinden Şeyh Nureddin Birifkanî (ö.1268/1851) katılmıştır.
Mevlânâ Hâlid ve Nakşbendîlik aleyhinde ortaya atılan iddialar ise şu başlıklar altında toplanabilir:
- Nakşibendî tarîkatı Hindistan'da ortaya çıkan din dışı bazı uygulamaları içermektedir.
- Tarîkat'a intisabı olmayanlar zikir ve hatmelere alınmamaktadırlar. Bu da tarîkatın bazı gizli faaliyetlerin içinde olduğunu göstermektedir.
- Mevlânâ Hâlid tarîkatlarda uygulanagelen seyr ü sülûk metodlarını terk etmiştir.
- Hâlid din ve dünya liderliği peşinde koşmaktadır.
- Hâlid ve halifeleri, devlet adamlarına yakın olup onların kazandığı haram malları alıp kullanmaktadırlar.
- Hâlid ve halifeleri başka tarîkatları küçümsemek suretiyle kibir ve gurura kapılmışlardır.
- Mevlânâ Hâlid'in cinlerle ilişkisi bulumakta olup sahip olduğu sihir ve gizli güçlerle insanları saptırmaktadır.
Süleymaniyeli tanınmış Kadiri şeyhi seyyid Ma'ruf en-Nûdehî el-Berzencî (ö.1254/1839) Halid-i Bağdadi'ye en sert muhalefeti yapan alimdir.
"Tahriru'l-hitâb fi'r-reddi alâ Hâlidi'l-kezzâb" (Yalancı Halid'in reddi ile hitabın kurtuluşu) adlı bir risale kaleme almıştır.
"Dînullahi'l-ğâlib alâ külli münkirin mubtedi'in kâzib" adlı eseri kaleme alan Musullu Ebû Said Osman el-Celîlî'yi de (ö.1245/1829) anmak gerekir.
Tüm bu eleştiri dalgası sonucu Halid önce Süleymaniye'den Bağdat'a oradan da 1822'de Şam'a göç etmek zorunda kaldı.
Tüm eleştirilere rağmen Bağdadi, Osmanlı coğrafyasındaki tasavvuf camiasını ikiye bölmeyi ve popüler bir hareket başlatmayı başarmıştı.
Halid-i Bağdadi tüm Ortadoğu'da ve Anadolu'da temsilcilikler açarak Nakşibendiliğin hakim kolu olmayı başardı. Onun Hindistan'dan getirdiği Patanjali Yoga Sutraları'na dayanan "Râbıta" bugün Türkiye'deki tüm Nakşilerde zorunlu bir uygulama.
Peki nedir bu yoga çeşidi?
Swami Prabhavananda Patajali Yoga Sutraları'nı şerh ederken şöyle diyor:
Kendimizi ideal öğretmenimize adayarak ve onun hayatı üstüne meditasyon yaparak yavaş yavaş insanın içindeki ruhu anlamaya başlarız; ve böylece kaba fenomenler seviyesinden ince ya da ruhsal seviyeye geçeriz. Bir İsa'ya veya bir Ramakrişna'ya zaman içindeki insanlar olarak hayran olmayız artık, onlara ebedi, ruhsal varlıklar olarak ibadet ederiz. Onlar ilahi çehreleriyle biliriz bu ikinci aşamadır.
(Swami Prabhavananda, Patajali'nin Yoga Sutraları,
Okyanus Yay. Çev. Nur Yener, Sf.54)
Bağdadi de Rabıta etiketiyle aynı yöntemi Nakşibendiliğe ithal eder. Allah kendisinden Hz. Muhammed'i ve onun soyunu taşırmıştır. Sonra da bu İlahi özden tüm kainatı aşama aşama hiyerarşik olarak açığa çıkartmıştır.
Allah'a ulaşabilmemiz için ontolojik olarak Allah'ın bu evrendeki yansımaları/avatarları olan Şeyhlerin yüzlerine odaklanmalı böylece şeyhin iki kaşının ortasındaki üçüncü gözünden kendi kalbimize Allah'ın nurunun aktığını hayal etmemiz gerekir.
Allah'a ancak böyle bir aracılıkla ulaşılabilir. Bu aracı koyma ritüeline rabıta denir.
Yoga ve meditasyon kendi doğduğu kültürel dini havzadaki felsefi içeriğinden soyutlanarak tamamen spor, zihinsel huzur için bir yöntem olarak uygulanması başka bir hususken Sihlerin ve Halidilerin yaptığı gibi doğrudan teolojik bir felsefe doğrultusunda "Allah'a ulaşma-aracı kılma" ritüeli olarak uygulanması dinler tarihi açısından iki dinin sentezlenmesi/senkretizm demektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish