Karadeniz Bölgesi'ni çok bilmem. Önceki yıllarda gitmişliğim olsa da derinlikli gezme, görme fırsatım hiç olmadı.
Karadeniz'e komşu bazı illeri dolaşmış, kısmen de olsa havasını teneffüs etmiş olmama rağmen Karadeniz'in kentlerini görmemiştim.
Zümrüt yeşilini, denize paralel dağlarını, dalgalı denizini, fındık ve çayını lise yıllarımdaki bilgilerden biliyorum.
Bir de bizim buralardan Karadeniz'e fındık toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerinin anlatımlarından zihnimde oluşan, kitabi bilgilerden öte yaşanmışlıklardan damıtılan, zihin heybemi dolduran, merakımı harlayan reel bir Karadeniz'i biliyorum.
Ne yazık ki uzun yıllar Karadeniz hem uzak, hem yakın bir coğrafya olarak kaldı hayatımda.
Bir türlü dokunamadığım, gezip görmeyi denk getiremediğim için hayıflandığım bir yer olarak varlığını sürdürdü.
Oysa fotografik albenisi ve yeşilin bütün tonlarını barındıran bir coğrafya olduşundan dolayı, hep gitmem gereken yerler arasındaydı.
Karadeniz'e gitme hayalimin nihayet bir kısmını bu yaz gerçekleştirme fırsatım oldu.
Belki enine boyuna bir gezi olmadı ama olanaklarım ölçüsünde zihnimde oluşan Karadeniz'in bir bölümünü gezip, görme şansını yakaladım.
Rotam, bir turizm şirketinin belirlemiş olduğu güzergah değildi. Tarım işçilerinin izlemiş olduğu yollardan Karadeniz'e varmaya çalıştım.
Urfa'dan Adıyaman'a, Malatya ve Sivas'a, oradan da Ordu'ya uzanan bir rota izledim.
Yıllardır iç içe olduğum, yan yana yaşadığım yüzlerce mevsimlik tarım işçisinin kullanmış olduğu yollardan geçerek Karadeniz'e ulaştım.
İşçilerin durduğu tesislerde, çeşme başlarında, ağaç gölgelerinde, derin vadilerde ya da görkemli bir dağ başında mola verdim.
Zaman zaman işçilerle karşılaşmak, aynı güzergâhlarda yolculuk yapmak hatta sohbet etmek mümkün oldu.
Mardin, Batman, Şırnak, Van' ve Urfa'dan geliyor, çoluk çocuk çalışmaya Karadeniz'e gidiyorlardı.
Mezopotamya'nın sarı sıcak iklimi, Sivas'ın kuzeyiyle birlikte yavaş yavaş değişmeye, dağlarda daha fazla yeşil bitki örtüsü görünmeye başlıyor.
Sivas'tan sonra ise artık bambaşka bir coğrafyaya dönüşüyordu.
Yol, Orta Karadeniz'e vardıkça yeşil bitki örtüsü daha çok belirginleşiyor, daha sığ ormana dönüşüyordu.
Yıllardır adını duyduğum Gürgentepe'nin dik yokuşları ve dolambaçlı bozuk yolları anlatıldığı kadar yeşil ve keskin virajlıydı.
Gürgentepe'de bir türlü bitmeyen yol inşaatı nedeniyle kendimi tehlikeli yollar belgeselindeymiş gibi hissediyor; her virajda dişlerimi sıkıyor, rallide yarışıyor gibi oluyordum.
Yer yer derin uçurumlar ve göğe yükselen kayalar insanı ürkütmeye yetiyor artıyordu bile.
Orman, yüksek dağlar ve alabildiğince yeşil tepeler Karadeniz'in eşsiz coğrafyasını işaret ederken, heyelan tehlikesi de her yerde varlığını hissettiriyordu.
Arada bir yola dökülen kayalar, yer yer çöken yol, Karadeniz'de heyelanın ciddi bir sorun olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Gürgentepe'nin yüksek rakımlı noktasında durduğumda denizi görmesem de iç içe geçmiş çam, köknar, gürgen ve menşeini bilmediğim bin bir çeşit bitkinin dik yamaçlardan daha yükseklere doğru genişlediğini gördüğümde, kendi kendime "Artık Karadeniz'deyim" diyerek, hayranlıkla ormanları izlemeye koyuldum.
Yıllardır belgesellerden bildiğim, gidip gelenlerden dinlediğim Karadeniz illerine ayak basmıştım.
Nemli, serin havası, sığ ormanları ve uçurum dolu yollarıyla karşımda duruyordu.
Dolambaçlı yollardan daha aşağılara, Ordu'ya doğru yol aldığımda dağ, taş ağaçtı ve ağaçların çoğunluğu fındık bahçelerinden oluşuyordu.
Oldukça dik yamaçlarda yetiştirilen fındık bahçeleri Karadeniz'in saklı hazinesi gibi duruyordu yüksek rakımlı yamaçlarda.
Artık yol boyunca, dere kenarlarında, uçurum başlarında fındık bahçelerini görmek mümkündü.
Bizim oralardan gelen işçilerin buralarda, dik yamaçlarda çalıştıklarını, fındık topladıklarını zihnimde beliren anlatımlardan biliyor, hissediyordum.
Zihnimde var olan Karadeniz'i, reel olanıyla karşılaştırıp, anı yaşamak ve ortamın oksijenini teneffüs ederek, deniz kıyısına doğru ilerliyordum.
Gerçekten de müthiş bir doğa ve dik yamaçlarda biten harika bitki örtüsü insanı kendine hayran bırakıyor.
Dolayısıyla yolun tehlikesi, insanın stresi dağılıyor, yolların ölüm saçan virajlarını yeşil bütün tonlarıyla örtüyordu.
Gürgentepe'ye çıkmak için önce uzun bir tırmanma, sonra güneş görmeyen inişli virajlarından, bozuk yollardan deniz kıyısında imar edilen Ordu'ya ulaştığımda terden sırılsıklam olmuştum.
İlk şaşkınlığım iklimine dairdi. Ben Ordu'yu daha serin bir yer olarak biliyordum. Sanırım biraz yanılmışım.
Kaldığım birkaç gün boyunca kent merkezi epey sıcak ve nemliydi. Bu belki de benim şansımdı. Kendimle Mezopotamya'nın sarı sıcağını da taşımıştım buralara.
Ordu, deniz kıyısına sıfır batı ve doğu yönünde inşa edilen ve dik yamaçlara doğru genişleyen bir kent.
Biraz Çukurova'yı, Mersin'i andırıyor olsa da kendine özgü bir iklimi var.
En kurak zamanlarda bile yağmur alan bir yer olmasından kaynaklı bitki örtüsü de düşünemediğim kadar canlı ve zümrüt yeşiliydi.
İtiraf etmeliyim ki, ilk defa yeşilin bütün tonlarını bahar dışında bu mevsimde bir arada görüyordum.
Bu da beni fazlasıyla mutlu ederken, nemi ise biraz can sıkıyordu.
Sanırım denizden gelen nem dik yamaçlara çarparak Ordu üzerine çöküyor ve bir iki hafta boyunca sıcaklığın daha fazla hissedilmesine neden oluyordu.
Ordu'nun ılıman iklim avantajını; Karadeniz iklimi ile birleştirmiş olduğu yetişen meyve ve sebze çeşitliliğinden belli oluyordu.
Yetişen meyve, sebze ve tahıllar arasında fındık bütün hayatın merkezine oturmuş, zenginlik katmış bir ürün olduğu açıkça belli oluyor.
Fındık tartışmasız Karadeniz için müthiş bir zenginlik kaynağıdır.
Kentin fındıkla ilişkisi o kadar belirgindi ki, şehir girişinden başlayarak ve yol boyunca güneşe serilen kabuklu fındık sergilerinden anlaşılıyordu.
Kentin ana girişinde bulunan ve sanırım tek düzlük alan olan eski botanik parkın yeri fındık harman yerine dönüşmüş.
Buranın da ayrı bir hikayesi var. Bir süre önce şehir hastanesi yapılmak üzere parktaki ağaçlar sökülmüş ama kısa zamanda karardan dönülerek alan kaderine terk edilmiş.
Anlatılanlara göre, daha önce güzel bir botanik parkmış. Şimdi ise fındık harman yerine dönmüş.
Buradaki fındık hasadı, kurutma sergileri, bana geçmişte Mezopotamya kentlerinin kıyılarında kurulan buğday, arpa ve mercimek harman yerini hatırlattı.
Artık makineleşme ile harman yerleri tarih olsa da benzerlik o günleri hatırlamama neden oldu.
Sadece burası da değil, deniz kıyısında, boş yerlere hatta ana yol kenarlarında bile fındık kurumaya bırakılıyor.
Ara sokaklarda, balkon ve bahçelerde her yerde güneşe serilen fındık sergilerini görmek mümkün.
Fındığın geçmişi M.Ö 10 bininci yıllara dayanıyor olsa da, Ordu fındık ekimi ile yaklaşık 140-150 yıl önce tanışmış.1
Öncesi olsa da Ordu için ekonomik bir değer olması yazılı kaynaklarda 1890 yıllarını gösteriyor.
Kentte önceleri pirinç yetiştiriliyormuş. Çeltik ekimi sivrisinek ve sıtmaya neden olunca pirinç ekimi yasaklanarak, fındığa yönelme başlamış.
O gün, bu gün Ordu fındık üretiminde önemli bir ağırlığa sahip olmuş.
Dik yamaçlarda yapılan fındık yetiştiriciliğinde büyük oranda insan emeğine ihtiyaç duyuluyor ve kentte de bunun için yeterli işçi bulunmayınca, işçiler uzaklardan, Kürt illerinden getirilmeye başlanılmış.
Bugün fındık hasadının yapıldığı ağustos ayında binlerce işçi Karadeniz'e akın ederek, zor koşullarda çalışarak fındık üretimine önemli bir destek sunuyor.
Her yıl kentin belli bölgelerinde Kürt illerinden gelen işçiler için kamp kurma yerleri belirlenir.
Gelenler orada ya çadır açar ya da işveren olan bahçe sahipleri tarafından sağlanan barınma merkezlerinde ve çok az da olsa evde kalınır.
Bu işçilerin zor şartlarda çalıştıkları biliniyor. Sabah yedide iş başı yapıyorlar, akşam yedisinde paydos ediyorlar.
12 saatlik sürede dik yamaçlarda, bazen ağaçtan tek tek fındıkları topluyorlar, bazen ağaçları silkeleyerek yerden topluyorlar.
Çuvallara doldurulan ürün işlenmek üzere yer yer insan sırtında yollara indiriliyor.
Bütün bu zor işleri mevsimlik işçi denilen aslında yarı köle şeklinde çalışan insanlar yapıyor.
Kimi aile çoluk çocuk gelerek çalışıyor, kimisi bir başına ekmek peşinden buralara kadar geliyor.
Zor iş velakin fındık toplama. Karadeniz'in dik yamaçlarının yanında nemi de çalışma sistematiğini olumsuz etkiliyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Mevsimlik tarım işçileri meselesi yıllardır gündemde olsa da ciddi bir sorun olarak görülmüyor Türkiye'de.
Çalışma mevsimlerinde gündeme gelip, sonra unutuluyor. Oysa bu sorun bir asırdan fazla süredir devam ediyor.
Binlerce insan zor koşullarda yollara düşüp, Karadeniz'in dik yamaçlarında fındık toplayarak Türkiye ekonomisine ciddi katkı sunuyor.
Yani üretici kadar, işçi de bu üretimin önemli bir parçası.
Bir yıl Kürt illerinden işçi gelmese fındık bahçede kalır ve üretim zinciri kesintiye uğrar. Biliniyor bilinmesine de bir çözüm üretilmiyor.
Mevsimlik tarım işçilerinin iş güvenliği ve sigortaları yok. Bahçe sahibinin vicdanına kalan bir çalışma yaşamı içindeler.
Kimi bahçe sahibi gelen işçileri için insani çalışma koşulları yaratırken, kimisi de gelenlere köle muamelesi yaparak çalışma koşullarını ağırlaştırıyor.
Sonuçta bununla ilgili bir yasal düzenleme yok. Her bahçe sahibi farklı farklı davranmada serbest.
Mesela bazı işçi grupları çadırlarda kalırken, bazıları evlerde kalıyor. Doğal olarak çadırlarda kalanların insani yaşam standartları çok kötü.
Bürokrasi, güvenlik gibi bağlayıcı kararlar da hayatı bazen çekilmez kılıyor.
Hatta bazı illerde gelen işçileri ötekileştirme politikaları devreye sokuluyor.
Ordu'da olduğum sürede iki üç belgede çadırlarda kalan işçilere rastladım. Kent merkezinde olan kampı ise görme fırsatım olmadı.
Kamp kelimesi bana çok itici geliyor ama maalesef herkes kamp kavramını kullanıyor. Sanki işçiler için bir mültecileştirme, yabancılaştırma süreci işliyor.
Yine de temkinli olmakta fayda var. İşçilerin yaşam koşulları bahçe sahiplerinin insafına bırakılmamalı, gerekirse devlet birçok üretim sürecine destek sunduğu gibi mevsimlik tarım işçilerine de destek sunmalıdır.
Bu mesele ancak bu yöntemlerle çözülür. Her yıl onlarca tarım işçisinin trafik ve iş kazalarında öldüğü ya da sakat kaldığı gerçekliği varken, meseleye kayıtsız kalmak, kayıt dışı bir istidam sürecinin sürmesini sağlamak ne çalışma yasalarına uygundur, ne de uluslararası normlara.
Bu nedenle bu insanların çalışma süreleri mutlaka kayıt altına alınıp, sigortaya sayılmalı diye düşünüyorum.
Herkes biliyor ki alanda çalışmak, fındığı tek tek toplamak öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Börtü böceği, yılanı, çıyanı da cabası.
Benim karşılaştığım gruplar içinde Batman'dan gelen gençler vardı. Çoğu üniversite öğrencisiydi ve bahçe sahipleri onlara ev tutmuştu.
Bir başka grup ise yol kenarında çadır açmışlardı. Onlarda Mardin'den gelen çocuklu ailelerdi.
Ne fotoğraf çekmeme müsaade ettiler, ne de sohbet etme teklifimi kabul ettiler.
Ben Ordu'dan ayrılıp, Trabzon yoluna düştüğümde hava bulutlanmış yağmur döktürmeye başlamıştı.
Biliyorum ki yağmur da olsa işçiler fındık topluyor.
1. Wikipedia
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish