Bizler 70'li yılların gençliğiydik. Dinamizmimiz ve ataklığımız, kurulu düzene adapte olamayışımız gibi özelliklerimizle gelişime ve yeniliğe en açık kesimdik.
Genç olmamızdan gelen nedenlerle ideolojik-politik ve örgütsel birikimimiz yeterli değildi. Her açıdan belli bir toyluğu, acemiliği ve amatörlüğü yaşıyorduk.
"Bu böyledir" diye, egemen sınıflar "Bunlar henüz gençler, üzerlerine fazla gitmeyelim, gelişmelerini tamamlasınlar" demediler.
Tam aksine tasarladıkları "Karanlık Türkiye" çerçevesinde bizleri stratejik bir engel olarak gördüler.
CIA ve NATO odaklı yabancı güçlerle iş birliği yaparak bizleri tasfiye etmenin en haince planlarını hazırladılar, komplolarını kurdular.
Uygulamada ise son derece acımasız ve vahşi davrandılar.
Egemen sınıfların, toplumsal uyanışa ve gençliğe yönelik sert tutumu 12 Mart 1971 askeri darbesinde apaçık ortaya çıkmıştı.
Geniş gençlik ve devrimci demokrat kesimleri baskı ve terör politikasıyla sindirme ve iradesizleştirme tercih edilmişti.
Bu politika, 12 Eylül sonrasında 12 Mart süreciyle kıyaslanamaz bir biçimde yaygınlaştırıldı.
Yüz binlerce genç adeta kırıma uğratıldı. Yılgınlığa ve umutsuzluğa sürükleyici politikalar sürekli ve sistemli bir şekilde uygulandı.
Sonuç olarak 1970'li yılların gençliğine karşı egemen sınıfların tutumu son derece katı, uzlaşmaz ve saptırıcı oldu.
Gençliği ''evcilleştiriciler''
Batı'da 68 gençliğinin yönelimi kapitalist statükoya ve köhneleşmişliklerine karşı başkaldırıydı!
68'in bıraktığı miras, gençliğin idealleri ve özgürlüğü uğruna başkaldırı ruhuydu!
60'lı yıllar dünya çapında bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin yükseldiği yıllardı.
68 gençliği Vietnam Devrimi başta olmak üzere, hemen bütün bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerini destekledi.
Emperyalist burjuvazi bunun intikamını ve önlemini süratle aldı.
68 sürecini devrimci bir perspektifle geliştirmek isteyen öncülerin bir kısmı öldürüldü, bir kısmı hücrelerde irade kırılmasına yatırıldı, bir kısım karizmatik öncüler ise bir şekilde evcilleştirildi.
Batı burjuvazisi böylece hem 68 ruhundan kurtulmuş oldu, hem de 68 kuşağının yaratıcılığını kendi düzenini yenileme yönünde kullanmış oldu.
Gençliği "kıyıcılar"
Türkiye'deki gelişme çok farklı oldu.
68 Hareketi, Batı'da bir bakıma ani bir başkaldırı şeklinde ortaya çıkıp, pek de uzun olmayan bir süre sonra yumuşatılıp düzenin yenilenmesinin harcı olurken, Türkiye'de 1971'e doğru doruklanan sürekli bir devrimci mücadele biçiminde yaşandı.
68 Hareketi Batı'da Herbert Marcuse gibi, Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa'daki yeni sol hareketin destekçisi ve savunucusu olan özgürlükçü filozofların düşünsel etkisi altında kalırken, Türkiye'de Marks, Engels, Lenin'in, Mao ve Che'nin ideolojik-düşünsel etkisi altında, bilimsel sosyalizme ve işçi-emekçi sınıflara yönelme biçiminde ortaya çıktı.
Türk egemen sınıfların yöntemleri de son derece kıyıcı oldu.
1960'lı yıllardan süzülerek gelen en yetenekli ve en gözü pek devrimciler hunharca katledildi.
İşkence ve terör sonuna kadar dayatıldı. Öndersiz kalan sol potansiyel bir şekilde düzene entegre edildi.
Hemen akabinde gelişen devrimci mücadeleye öncülük eden Devrimci Gençlik, 1971 öncesi gençlikle kıyaslanması bile mümkün olmayan sert uygulamalara maruz kaldı.
Dünyanın hiçbir ülkesinin egemen sınıfı kendi gençliğine bu denli düşmanlık gütmedi.
Egemen sınıfların bu denli 'sert' davranması gerekiyor muydu?
Gerçekten vaaz ettikleri gibi neredeyse "devlet yıkılacak", "ülke elden gidecek" miydi, yoksa devlete yeni bir nizam vermek, ülkeyi emperyalizmin jeostratejik çıkarlarının ve açık pazar ekonomisi isteğinin uzantısı haline getirmenin koşullarını olgunlaştırmak için bazı şeyler abartıldı mı?
Bugünden baktığımızda ikinci noktanın gerçeği yansıttığı çok daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Kendimiz de o yılları hayatın hemen her alanında yaşadık, deneyimimizle biliyoruz; bir kez 1980 öncesi devrimci hareketlerin somut yaşamda toplumsal-siyasal karşılığını bulan bir iktidar perspektifi ve örgütlenmesi yoktu.
Devrimin ve devrimci mücadelenin stratejik sorunlarını anlama, çözümleme, on yıl sonrasını düşünerek adım atma kapasitesi yoktu ya da son derece zayıftı.
Durum bu haldeyken devlet nasıl yıkılacak, "ihtiyar kurt" Celal Bayar'ın uluduğu gibi 'her kış beklenen komünizm' nasıl gelecekti?
12 Eylül sonrası gelişmeler bu görüşün doğruluğunu ziyadesiyle kanıtlamıştır.
'Devrim karşı devrimi örgütlerdi' ama 12 Eylül öncesi devrimci mücadele, bu denli militarize olmuş ve azmanlaşmış bir karşı devrimi aşma gücünden uzaktı.
Buna rağmen egemen sınıflar, hayatın her alanını adeta mayın tarlasına dönüştürerek karşıya geçişi olanaksız kıldılar.
Tam bir irade kırılması, teslimiyet hatta ihanet dayatıldı.
"Anarşist", "terörist" diye lanetledikleri gençleri ezilmiş, sindirilmiş halleriyle topluma sunarken, işte bunlar bir dönem gençtiler, toydular, şimdi devrim mücadelesinin çıkmaz bir yol olduğunu gördüler, akıllandılar bilincini vermeye çalıştılar.
Bu tür olumsuz emsalleri kullanarak yeni nesillerde ve toplumda inançsızlığı geliştirmeye, umudu karanlıklara gömmeye çalıştılar.
Umut yaşamaktır!..
Umudu öldürülmüş bir toplumun direnme dinamiklerinin süratle çökeceğini ve toplumu 'sürüleştirmenin' yolunun yeniden açılacağını gayet iyi biliyorlardı.
Çok zalim, çok gaddar ve çok hainlerdi...
78'lilerin toyluğundan ve gençliğinden bahsediyorlardı; ama onlara hakaret ederken, onları zindana atarken, hatta onları öldürürken "daha toylar, gençler, fazla yüklenmeyelim" düşüncesini akıllarına bile getirmiyorlardı.
Aksine "yılanın başını küçükken ezelim, analarından doğduklarına pişman edelim, öyle yapalım ki rezil rüsva olsunlar, bir daha ayağa kalkamaz hale getirelim" diyorlardı.
"Teslimiyet", "pişmanlık", "ihanet" diyor; başka bir şey demiyorlardı.
Bazıları, istendiği şekilde alçaklığın son sınırına vardı. Her fırsatta geçmişi lanetleme ve fanatik bir saldırganlık kaçınılmaz oldu.
Ruh, boyun eğişin ezikliğiyle, pişmanlığın arsızlığı arasında salındı.
Egemen sınıflar, kişiliği paramparça olan adeta insan müsveddesine dönen bu tip unsurların ne kendilerine ne ülkeye ne de topluma yararlı olamayacağını gayet iyi biliyorlardı.
Zaten yeterince var olan yaralı ve kırık ruhlara yenilerinin katılacağını görmek istemiyorlar, toplumun hastalıklı bünyesinin kangrenleşeceğinin üstünde bile durmuyorlardı.
Onların tüm derdi ne olursa olsun, neye mal olursa olsun farklılıkları ezmek ve yok etmekti.
Çünkü amaçları, örgütsüz ve iradesiz bir toplum yaratmaktı. Baskının insan doğasını yıpratıcı, bozucu ve yıkıcı sonuçları, bu amaçların daha kolay gerçekleşmesine hizmet ederdi.
İnsana hareket sahası tanımıyorlardı. Umudu yok etmek, insanı insani değerlere yabancılaştırmak, hiçleştirmek, özgür gelişme yolunu kapatmak istiyorlardı.
Sözün özü:
1970'lerin gençliği üzerinden silindir gibi geçen "kadr-i mutlak iktidar ve itaat" anlayışı ya da kutsallık atfedilen Türk tarzı devlet yönetim geleneği denilen musibet bu idi işte!..
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish