Enformasyon savaşı ve postmodern tarz. Bugün gelinen noktada kelimeleri okumak, günümüz okuryazarları açısından bir hayli kafa karıştırıcı ve zor sayılıyor.
Kamusal ve uluslararası medyada mesaj verilirken bile kelimelerin yerini görselliğin aldığına şahit oluyoruz.
Bu manzara insanda, maalesef, medya tüketicilerinin okuma yazma bilmediği intibaını uyandırıyor.
Buradaki belirleyici faktör şu: Artık, okumak insanlara ketleyici geliyor. Yani mesele kendi halinde bir okurun "yeterli" ya da eleştirel medya okuryazarlığı vasfına haiz olup olmaması değil.
Ukrayna Cumhurbaşkanı'nın eşi First Lady Olena Zelenska'nın Washington'a yaptığı "sansasyonel" ziyaret ve yakın zamanda Vogue dergisi için kamera karşısına geçmiş olması dem vurduğumuz görsellik vasatından payına düşeni fazlasıyla alıyor.
O kadar ki durum, tipik kadın-erkek arasındaki ikili zıtlık veya beylik ataerkil eleştirisinin ötesine geçmemize olanak sağlıyor.
Bu toplumsal cinsiyet etrafında örülen meseleler tabii ki kronik sorun. Ama Vogue'daki fotoğraflara bakınca öne çıkarılması gereken belirgin unsurlardan biri, kaybolmakla yüz yüze olan medya okuryazarlığı karşısında performansın, performatif etkinin, baskın bir hâl alması.
Öte yandan bu yaşanan sıradışı, ekstrem bir durum değil. Görsel imgelerin insan mantığını bertaraf edip doğrudan duyguya hitap etme kapasitesi zaten Aristoteles tarafından belirtilmişti.
Batı (ve aynı zamanda "Doğu"yu da varsayabiliriz) felsefesi, kapitalizmin şafağı sökene dek, görsel imgeler konusunda fevkalâde mütereddit bir konum benimsemiştir. Ve sonrası malûm.
Bugün belki bahse konu tereddüdü tamamen terk etmemiş olabiliriz. Ancak internet çağında ihtiyatı elden bıraktık. Böyle bir dünyada yaşıyoruz ne yazık ki.
Sözcükler ve imgeler arasındaki çatışma, tarih boyunca, çoğunlukla da, put kırıcılık biçiminde karşımıza çıkmıştır. Tabii, periyodik olarak.
Gelgelelim, 21'inci yüzyıl teknolojisi, görüntülerin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde çoğalmasını mümkün kılar.
Bu noktada, değişim değeri etrafında örgütlenen toplumların "doğal olarak" görüntüye öncelik tanıma eğiliminde olduklarını söyleyebiliriz.
Zaten, Tertullian'dan Guy Debord'un "Gösteri Toplumu"na dek uzanan yelpazedeki düşünürler de bu temayülü doğruluyor. Bilhassa postmodern düşünürler.
Postmodern durumdan kastım şu: Görüntülerin göndergesel (yani işaret edilen gerçekliğin kendisi) olmaktan ziyade performatif bir etki olarak kabul gördüğü ideolojik durum veya tarihsel dönem.
Bu bağlamda, performatif bir imaj ne doğrudur ne de yanlıştır; ya başarılıdır ya da başarısızdır. Böyle bir performatif ikiliğe sıkışmışlık ise, en keskin ifadesini, günümüz görsel medyasının tüketim kalıplarında buluyor.
Bu noktada "yazı-imaj" ikili zıtlığına düşmek gibi bir sorun -yani Jacques Derrida'dan mülhem bir tabirle imge-merkezcilik- baş gösterebilir ki bu bağlamda Derrida'nın kadim söz-yazı ikiliği eleştirisi ya da sözün kadim olduğu ve yazıdan önce geldiği iddiası yüzünden söze kökensellik atfedilmesini sorunlaştırdığı sözmerkezcilik tartışması fevkalade yararlı olabilir.
Ancak, burada mevcudiyet metafiziğinin bir varyantı olarak sözmerkezciliğe girmek bu yazının boyutunu aşar. Ancak bu ikili zıtlık sorunundan hareketle oldukça ironik bir noktaya dikkat çekebiliriz.
Yazı okumak ve görsellik arasında karşıtlık kurunca önemli bir noktayı gözden kaçırma riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Zira yazının kendisi de görsel.
Dolayısıyla, tam bu noktada, özellikle görsel olanı yüzeysellikle suçladığımızda, yazı ve görsellik arasındaki ilişki daha da önem kazanıyor. Yazıdan videoya tüm göstergeler aslında "yüzeysel."
Bir diğer deyişle, postyapısalcı düşüncenin az buçuk bize kanıksattığı bir şey varsa o da şudur: Hiçbir gösterge gösterdiğinin kendisi değil, gösterdiğine özdeş değil.
Durum böyle olunca, gösteren ve gösterilen arasında aslolan indirgenemez bir farkın ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Çünkü gösterge veya işaret hep kendisinin öte(ki)sine işaret eder ve neyi işaret ettiği de hep ve ancak başka görsellerle dokuduğu ilişki/fark sayesinde kuruluyor. Ötekilik/fark, ezcümle, işaretlere içkindir.
Aslında burada söz konusu olan şey Jacques Derrida'nın "genelleştirilmiş yazı" kavramıdır. Buradan devam edersek, hani o yüzeyselliğinden şikâyet ettiğimiz "görselleri" veya "imajı" da pekâlâ böylesi yazılan ve okunan yazı unsurları olarak görüp anlayabiliriz.
Geliyoruz en can alıcı kısma: Böylesi yazı eylemleriyle, o "yüzeysel" anlamla, özdeşleştirdiğimiz görsel ya da görseller, esaslı ve derin anlamlı bir yazı/metin olup çıkabiliyor.
Bu yüzden, dert yandığımız yüzeyselliği daha farklı düşünmek, daha bir özgülleştirmek gerek. Yazı ve görsel karşıtlığının iplikleri, yazıda da dikkat çekildiği gibi, bu yükü kaldırmakta yetersiz kalıp çözülüyor gibi sanki.
O halde, First Lady neredeyse kusursuz bir performans insanıdır diyebiliriz. Görünür olmak ve imrenilmekse bu desenin örüldüğü ipliklerdir.
Zelenska, aslında, hayran hayran izlenmek, saygı duyulmak, hatta var olmak için Vogue sayfalarında arzı endam etmişe benziyor.
Konumuzla yakından alakalı bir vesileyle "Olmak, algılanmış olmaktır" diyen İrlandalı filozof George Berkeley'den hareketle Pierre Bourdieu da günümüz insanının kendini göstermek, sırf görünmüş olmak için popüler medyada boy gösterdiğini, başka türlü söylersek, sadece var olarak göründüğünü ortaya koymuştu (Bourdieu, 1997: s. 18).
İşte mevcut haliyle tüm bu olup biten, yani görüntünün veya imajın önceliği, bana insanların ezici bir kısmının okuma yazma bilmediği şu dini Orta Çağ propagandasını anımsatıyor.
Okuryazarlığın kilisenin tekelinde olduğu, kimi imparatorların okuma yazma bilmediği iddia edilen bir Orta Çağ'dan söz ediyoruz.
Kuzey Rönesansı'nın itici gücü olan İmparator Şarlman bile okuma yazma bilmiyordu. Yine de cehaleti, Şarlman'ı hem Kilise'ye hem de devlete hizmet edecek seçkinleri yetiştirmek için temelini eğitimden alan bir kültürel yenilenmeyi hayata geçirmekten alıkoyamadı.
Kilise okuryazar olmayan bir dünyayı kontrol ederken görsellik bir propaganda aracı haline gelmişti. Kuşkusuz bunda Papa Gregory'nin rolü büyüktü.
Örneğin, Kilise okuma yazma bilmeyen halk için dini resimler asardı. Orta Çağ insanı da zaten yabancısı olmadığı Eski Sözleşme ve İncil'den mürekkep temalarla dolu bu resimlerin ne anlama geldiğini yorumlayabilirdi.
Gelin Papa Gregory'e kulak verelim:
Kiliselerde resimsel temsil şu amaçla yapılabilir: Harfleri bilmeyenler, kitaplarda okuyamadıkları şeyleri en azından duvarlara bakarak okuyabilirler. Harfleri bilmeyenler böylece bir tarih ilgisi edinebilirler ve insanlar bir resimsel temsile tapınma günahına hiçbir suretle girmeyebilirler. ...Yazının okurlara sunduğu şeyi bu resimler eğitimsizlere gösterecektir, çünkü en cahil kişi bile bunlarda izlenmesi gereken şeyin ne olduğunu görebilir. Okuryazar olmayanlar bunlar sayesinde okuyabilirler. Bu yüzden ve özellikle uluslara ...okumak yerine resmi tercih etmelerini öneriyorum.
(Burke & Ornstein, 2019: s. 92)
Burada tabii ki Orta Çağ ve modern insan arasında sahte bir analoji kurmak gibi bir niyetim yok. "Orta Çağ'a geri gidiyoruz" gibi mantıksız yansıtmalardan da imtina ediyorum. Çünkü bu arabayı atın önüne koşmak olurdu.
Benim sorun olarak gördüğüm şey imajın okuma edimi karşısında galebe çalması.
Yeri gelmişken okurun dikkatini çekmeden edemeyeceğim bir sorun daha var: PowerPoint.
Üniversiteleri mesken tutmuş PowerPoint programı ve okumaya (hatta teoriye) yönelik düşmanlığın müşterek bir işleve sahip olmalarının yanı sıra, birbirlerine hizmet ediyor olmaları dikkate değer bir ilişki.
Hiç unutmam, bir keresinde, Afrikalı bir üniversite öğrencisi, verdiğim sosyoloji dersinin PowerPoint değil de kitap üzerinden işlendiğini görür görmez, dersi bırakmıştı. Tabii, gitmeden önce akıllı telefonunu sınıfta şarj etmişti. Ne de olsa tüm mesele buydu.
İlerleyen günlerdeyse, dersin birinde okumaları için sınıfı sekiz sayfalık kitap bölümünden sorumlu tuttum. Bir grup öğrenci ise sekiz sayfayı okumak yerine gidip beni şikâyet etti.
Sekiz sayfa kolay kabul gören, rahat anlaşılan, bol görsel materyalden teşekkül PowerPoint materyali ile çatışma içerisinde.
Bence PowerPoint'in eleştirel düşünceyi feci ölçüde törpüleme pahasına bu denli revaçta olmasının sebeplerinden biri bu.
Çünkü dersi sadece PowerPoint notları üzerinden işlediğin vakit aslında belli bir konfor alanının, alışkanlık sisteminin beklentisini yerine getiriyorsun.
PowerPoint'in hayata eleştirel yaklaşarak alternatif düşünebilme yetisini tahrip ettiğini düşünen sadece ben değilim. Mesela, Franck Frommer çekincelerini dile getirirken "PowerPoint bizi aptallaştırıyor" diyor.
Benzer bakış açısına sahip bir diğer kişi de, Yale Üniversitesi'nden Emekli Profesör Edward Tufte. Tufte eğitimdeki vasattan duyduğu rahatsızlığı gayet çarpıcı bir şekilde dillendiriyor:
Güç yozlaştırır ama PowerPoint kesinlikle yozlaştırır.
Tabii, Tufte'nin ifadesinin daha etkili ve daha anlaşılır olması için, Lord Acton'un "İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır" vecizesini anmak sanırım yerinde bir okuma stratejisi olur.
Diyeceğim, son zamanlarda insanların bir köşede oturmuş kitap okuyan kendi halinde birisini gördükleri zaman şahit oldukları manzarayı yadırgamaları, konumuzla bağlantılı moral bozucu bir örnek.
Keza bu tablonun bazı insanları mutlu etmesi, hatta kamusal alanda kitap okuyan bir şahsın neredeyse tropikal bir hayvan muamelesi görmesi de öyle.
İşte bu minval üzere, imaj ekonomisi hüküm sürerken, Instagram'ın bu denli popüler olmasına şaşmamalı. Çünkü artık bedelini ödeyerek öğrendiğimiz gibi, iletişim kurmak veya anlam inşa edip onu iletmek için imajdan medet umuyoruz.Görsellik, tıpkı pop müzik gibi, zihne yöneliyor.
Görünen o ki, birbirleriyle girdikleri gösteriş yarışı içerisindeki influencer'lar ve fenomenler de böylesi bir mediyokrasi ikliminde devreye giriyorlar.
Yazar Mehmet Eroğlu hocamızın da geçenlerde Twitter hesabından paylaştığı gibi:
Seviyesizliği belli bir seviyeye taşıyabilme... Fenomen diye adlandırdığımız birçok kişinin başarısının sırrı, bu paradoksal beceride saklıdır.
Kelimeler, toparlamak gerekirse, görsel materyale, imajın egemenliğine boyun eğiyor. Artık, kelimelerin kendisi, sadece görüntü kabilinden tezahür ediyor. Yazı kendi kendini ortadan kaldırıyor.
Görüldüğü üzere, şahit olduğumuz şey, kelimelerin ilgasının "kör kör parmağım gözüne" misali gözümüze sokulması.
İşte Vogue dergisinin yer verdiği Zelenska, bu malûmun ilamının yakın zamandaki en kahredici örneğidir:
Zelenska'nın Washington ziyareti gerçek sonuçlar getirse de, imaj yaratmanın gücünü hatırlattı. Ve imaj önemlidir.
Bibliyografya ve Okuma Haritası
Konumuzla ilişkili, buraya dahil edilemeyecek sayısız kaynak arasından, birkaçına yer vermek iyi bir fikir olabilir. Bu kaynakçada standart akademik bir referans sistemi izlemedim.
Postmodernite itilaflı, sıklıkla yanlış bilinen ve önyargıyla yaklaşılan bir kavram. Mesele postmodernite olunca, size önerim, her duyduğunuza inanmamanız.
Buna mukabil, postmodernite haddinden fazla geniş bir kavram. Umberto Eco'nun sıra dışı romanı "Gülün Adı"nda şakayla karışık bu durumdan dem vurur: "Postmodernite" der Eco, bu gidişle "Homeros'a gelip dayanacak" kadar "à tout faire" yani her işe yarayan "bir terimdir" (s. 724-725).
Eco'nun postmoderniteyi de söz konusu ettiği metni okumak için romanın sonundaki "Sonrası" adlı yazıya bakabilirsiniz: "Sonrası". İçerisinde "Gülün Adı" (Ş. Karadeniz, Çev.). 27 Baskı. Can Yayınları: 2013, s. 690-732).
Buna ek olarak postmodernite bir iki cümleye indirgenebilecek bir mesele değil. Her ayrıntıyı anlatmadan şu kadarını söyleyeyim, postmodernite, birçok başka şeyin yanı sıra, modernist anlayışın içeriden esaslı bir eleştirisidir.
Misal büyük anlatıların, yani modernitenin -akıllara durgunluk veren zararları yüzünden kredisinin artık tükendiğine veya bilim, medeniyet, ilerleme gibi kavramların duvara tosladığı için- bugün itibarıyla sizi ikna etmediğini düşünüyorsanız postmodern olabilirsiniz.
Aynı biçimde, büyük anlatıları eleştirmek için gündelik nesne ve kurumların bazen biçimsiz, kısmen anlamdan yoksun, kopuk kopuk doğasına, kısacası, modern olanın içindeki ötekiliğe ve farka işaret edebilirsiniz.
20'nci yüzyıl başında modernistler bu parçalanmışlık karşısında hüzne kapılırken, postmodernler bunu bir kutlama vesilesi olarak görür.
Modernite'ye içkin ötekilik ve farklılık konusunda unutulmaması gereken bir diğer problem de postmodernitenin moderniteyi takip eden bir dönem olmadığı.
Bugün tamamen modernist perspektife hapsolmuş durumdayız. Üstelik bu dönemselleştirilmiş zaman algısının bir kavrayış, bir perspektif, şimdiyi merkeze alan etnosantrik bir zihniyet olduğunu bile anlayamıyoruz.
Öte yandan, estetik sebeplerden ötürü ben postmodern duyarlılığa temkinliyim galiba ve estetik duygunun postmoderniteden daha geniş bir kapsamı içerdiğine inanmak istiyorum.
Guy Debord, "Gösteri Toplumu" adlı kitabında, postmodern terimini kullanmasa da az bulunur işlerden bu çalışma, postmodern estetik üzerine iyi bir başlangıç sayılır.
Ayrıca, "Gösteri Toplumu" postmoderniteye ilişkin Marksist görüşü de özetler. Kitabın Türkçe çevirisi mevcut: "Gösteri Toplumu" (A. Ekmekçi & O. Taşkent, Çev). 12. Basım. Metis, 2021).
Debord gibi, Fredric Jameson'ın şu klasiği de söz konusu çerçevede her zaman işe yarar: "Postmodernizm Ya Da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı" (C. Gönenç, Çev.). Alfa, 2022.
Yalnız, Jameson'ın kitap başlığına dikkat ederseniz, onun postmodernite kavramının maalesef artık geride bıraktığımız modern çağdan sonra gelen geç modern çağ ya da geç kapitalizm anlayışı taşıdığını görebilirsiniz.
Söz konusu postmodern duyarlılık olunca, Zygmunt Bauman külliyatı şu anlamda size yüksek ve ince bir okuma sunuyor: İçinde yaşadığımız modernitenin parametreleri her gün değişiyor ve hiçbir sabitesi yok.
Altta yatan bir temel yokluğunun şoke ettiği erken dönem modernistler, Bauman'a göre, bu sarsıcı keşfi takriben, alabildiğine saldırgan bir maceraya girişirler.
Her şeyin kendiliğinden olması fikri modernist anlayışı dehşete düşürdüğü için de modernistler bugün bile "ama hayat boşluk kaldırmıyor" şiarıyla dünyanın bu haline bir düzen getirmeye çalışmaktan vazgeçmezler.
Beatles'ın "Let It Be" şarkısının aksine, modernist refleks, aslında bir zorla "güzellik" macerasıdır.
Bauman'ın çıkış noktası hareket ve belirsizlik çağına ek olarak, Gündüz Vassaf da verimlilik, prosedür ve düzen adına uygulanan modernist şiddet hususunda kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken nefes kesici bir eleştiri sunar. Vassaf'ın tüm kitapları okumaya değer.
Yine bu vesileyle, modernist epistemolojiye içkin kuvvetli ve ikna edici bir analiz için Tuğrul İlter hocamızın akademik külliyatı oldukça yerindedir.
Bilhassa şu makalesi: Tuğrul İlter. 2006. "Modernizm, Postmodernizm, Postkolonyalizm: Ben-Öteki İlişkileri ve Etnosantrizm" Küresel İletişim Dergisi (Global Media Journal Turkish Edition) Cilt 1, Sayı 1, s. 1-14.
Ayrıca, İlter'in İletişim Yayınları'ndan çıkmış "Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark" derlemesindeki her türlü klişeden uzak "Keşfin Beyaz Mitolojisi: 'Yeni Dünya'nın Keşfinden 'Olgu'ların Bulgusu Yoluyla George Bush'un Yeni Dünya Düzen(ler)ine" başlıklı makalesini okumanızı öneririm.
Kaynağın tam referansı şöyle: Tuğrul İlter. "Keşfin Beyaz Mitolojisi: 'Yeni Dünya'nın Keşfinden 'Olgu'ların Bulgusu Yoluyla George Bush'un Yeni Dünya Düzen(ler)ine".
İçerisinde Fuat Keyman, Mahmut Mutman & Meyda Yeğenoğlu [Ed.], "Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark." İletişim, 1996, s. 235-253.
Ne yazık ki bu derleme şu an piyasada yok. Umarım yakın zamanda yeni baskısı yapılır.
Az önce de değindiğim gibi bu sınırları ve kapsamı belli bir deneme olduğundan neyin dahil edilip neyin dışarıda bırakılacağı tartışmaya açık bir konu ve bu kaynakçanın bir sonu yok.
Dolayısıyla tartışılan konuya odaklanma açısından imaj ve postmodernite konusunda Walter Benjamin, Jean Baudrillard veya Slavoj Zizek'e yer vermediğim için itiraz atına binecek okura hak veririm. Dilerseniz bu üç isme de başvurabilirsiniz.
Orta Çağ'da iletişim için James Burke ve Robert Ornstein'in birçok derde deva derlemesinden son derece memnunum. O kadar ki bu kitabı derslerimde kaynak olarak kullanıyorum:
James Burke ve Robert Ornstein. "Orta Çağda İletişim ve İnanç". İçerisinde David Crowley & Paul Heyer [Ed.], "İletişim Tarihi: Taş Devri Sembollerinden Sosyal Medyaya". Beşinci Basım. (B. Ersöz, Çev.). Siyasal Yayın: 2019, s. 91-99.
Yine Orta Çağ eğitimi ve İmparator Şarlman'ın Karolenj Rönesansı'na ilişkin William Jeynes'in yaptığı derlemeye başvurabilirsiniz.
Bu yazıyı yazarken derlemedeki makaleler arasından Fred W. Beuttler tarafından kaleme alınmış "Learned Piety in a Place of Freedom: A Brief History of Liberal Education in Europe, 1200–2000" adlı çalışmaya sık sık müracaat ettim: "Learned Piety in a Place of Freedom: A Brief History of Liberal Education in Europe, 1200–2000".
İçerisinde, William Jeynes [Ed.], The Wiley Handbook of Christianity and Education. Wiley: 2018, s. 297-323.
Medyayı ele geçirmiş içerikten yoksun performans kültürüne dair özgün ve şaşırtıcı bir deneme için şu metni öneririm: Pierre Bourdieu. "Televizyon Üzerine" (T. Ilgaz, Çev.). YKY, 1997.
Yukarıda kısaca bahsettiğim Frommer'ın ufuk açıcı PowerPoint argümanlarına uygun bir giriş olarak şu kitabı biçilmiş kaftandır: How PowerPoint Makes You Stupid: The Faulty Causality, Sloppy Logic, Decontextualized Data, and Seductive Showmanship That Have Taken Over Our Thinking. The New Press, 2012.
Frommer'ın, alışık olduğumuz klişelerin dışındaki bu kitabı hâlâ Türkçeye çevrilmeyi bekliyor.
Popüler bayağılık ve görünürlük ekonomisi üzerine Tayfun Atay hocamızın şu kitabından istifade edebilirsiniz: Görünüyorum O Halde Varım: "Meşhuriyet Çağı"nda Kültür ve İnsan. İkinci basım. Can Yayınları, 2018.
Sözmerkezcilik metafiziği eleştirisi ya da söz-yazı ikiliğinin zihin açıcı bir sorunsalı için Jacques Derrida'nın "Gramatoloji" kitabı kaçınılmaz olduğu kadar zihin açıcıdır. "Gramatoloji" (İ. Birkan, Çev). Bilgesu, 2011.
Daha okuyayım derseniz Derrida'nın "Glas" kitabını öneririm. Glas maalesef -bildiğim kadarıyla- henüz dilimize kazandırılmamış. Yanılıyorsam lütfen beni uyarmaktan çekinmeyin: "Glas". (J. P. Leavey & R. Rand, Çev.). University of Nebraska Press, 1990.
Derrida okumak zor ve maalesef herkese göre değil. Bu yüzden Derrida'ya yönelik olumsuz ve küçümseyici bir önyargı var. Bu yüzden, Niall Lucy'nin harikulade Derrida sözlüğüne kefilim: "Derrida Sözlüğü" (S. Gürses, Çev.). Bilgesu, 2012.
* Bu yazıyı, uyandırdığı fevkalade sarsıcı tartışmadan dolayı Arizona Üniversitesi Öğretim Görevlisi David Hawkes'a ithaf ediyorum. David ve onun tartışma ruhu olmadan bu yazı ortaya çıkmazdı. Ve hatalar tabii ki bana aittir. David Hawkes'ı merak ediyorsanız geniş bir okur yelpazesine hitap eden Ideology adlı kitabını öneririm: Ideology. İkinci baskı. Routledge, 2003.
Yazının ortaya çıkış süresince Tuğrul İlter'e değerli özellikle yazı ve imge ikili zıtlığının yapıbozumu konusundaki önerisi ve yıllardır süren tartışmalarımız için müteşekkirim.
Aynı şekilde, Bekir Azgın hocama, getirdiği eleştiriler ve yaptığı dokunuşlardan ötürü, minnet duyuyorum.
*Dr. İbrahim Beyazoğlu Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ), İletişim Fakültesi'nde Öğretim Görevlisi'dir. Lütfen görüş ve önerileriniz için şu adresten ona ulaşmakta tereddüt etmeyiniz: [email protected]
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish