FETÖ'cülerin yurttaşlarımızın tepesine bomba yağdırdığı gecenin ardından yaşanan kriz ortamında iktidar, FETÖ'cü tehdit algısına dayanarak demokrasiyi bertaraf etti.
Aslında kriz anları, demokrasinin aranmayacağı değil, aksine kişinin/kurumun demokrat olup olmadığının netleşeceği anlardır.
İktidar ise 15 Temmuz'un ardından ülkeyi demokrasiye adapte etmek yerine, demokrasiyi kendi ülke tahayyülüne adapte etti.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi dediğimiz şey, tam da bu adaptasyonun ürünüdür.
Bundan neyi kastediyorum? Aslında iktidarın 15 Temmuz öncesinde de yaptığı şeyi yeni argümanlarla ikame etmesinden bahsediyorum.
Peki, iktidar 15 Temmuz'a kadar ne yaptı da demokrasiyi demokrasi zırhıyla anti-demokratikleştirdi?
İktidar bunu, demokrasiyi yalnızca sandığa indirgeyen ve onun kurallarını da yapboza çeviren; toplumu kültür kampları üzerinden kutuplaştırmaya odaklı bir siyasetle arkasındaki kitleyi karşısındakine karşı sürekli reaktif tutan ve karşıdakinin kafasında her an patlamaya hazır bu öfkeyle demokrasiyi kuşa çeviren; sandığa indirgediği demokrasinin en temel ilkelerinden olan hesap verebilirlik, şeffaflık ve güçler ayrılığı gibi ilkeleri hayata geçirmek için faaliyet gösteren ve tıpkı kendisi gibi gücünü anayasadan alan kurumları vesayete odağı gören; kendisini ve kitlesini muğlak bir "bizim medeniyetimiz"in değerleri üzerinden yine muğlak bir "dava"ya çağırıp, modern çağa ortak olmak isteyenleri "bu milletin değerlerine" yabancı olan, adeta "potansiyel Batı ajanları" olarak gören ve bu "medeniyet"in gerçek temsilcisi olarak kendi attığı her adımı niteliğinden bağımsız, doğası gereği demokrat, karşısındakinin yaptığını da doğası gereği "bizim medeniyetimiz"e aykırı ve dolayısıyla vesayetçi gören bir stratejiyle yaptı.
Öyle ki, kendisi gibi düşünmeyen herkesi "Kemalist vesayeti özlemek"le suçlamanın kendisini bir vesayet hâline getirdi.
Çünkü bunun arkasına saklanıp karşınızdakini doğası gereği anti-demokrat ilan etmek asimetrik bir ilişki yaratır.
Bu ilişki, iktidarın argümanlarını tartışmadan bağışık bir biçimde meşru görürken, diğer tüm görüşleri ise gayrimeşrulaştırır.
Ayrıca, farklılıkları yok ederek, öyle olmamasına rağmen, alternatifleri siyah ve beyaza indirgeyerek aradaki farklı renklerin görünür olmasının da önüne geçer ve iktidar için iyi olan kamunun ortak iyisini böylece boğar.
Günlük-sıradan olayları bile siyah ve beyaz arasında bir referanduma indirgeyen bu anlayıştan tartışma da argüman da çıkmaz.
2015'te çözüm sürecinin gün geceden sabah dönmeden bitirilmesinin ardından yoğun bir milli güvenlik siyasetine yaslanan ve MHP'yi de yanına almasıyla birlikte devlet zırhının arkasından siyaset yapan iktidar partisi ve ortağı, karşısında konumlanan bloğu ise "teröristlerle iş tutmak"la suçlamaktan geri durmadı.
2016'daki darbe girişiminin ardından bu buyurganlık hâli olağanlaştı ve "FETÖ'nün siyasi ayağı Kılıçdaroğlu'dur" gibi distopik bir noktaya kadar uzandı.
Öyle ki, bir yandan "medeniyetimize düşman muhalefet"in, HDP'yle yaptığı adı konulmamış işbirliğiyle belediyeleri kazanması durumunda "su faturalarını PKK'lılar dağıtacak" şeklinde patalojinin alanına giren bir söyleme yaslanılırken, diğer yandan yine aynı seçimler için Öcalan'ın iktidar lehine yazdığı bir mektuptan medet uman bir hâl bu.
Yani kendine illegal olanla ilişkiyi bile meşru görürken, muhalefetin legal sınırlarını bile gayrimeşrulaştırma çabası bu.
Muhalefete ceberrut, kendisine ise cart curt olan ve iktidarın iktidar gücünü elinde tutmaya devam etmesi için tamamen araçsallaşmış bir rejim.
Ya da yıllarca 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in anayasanın kendisine verdiği veto yetkisini kullanınca "vesayet" diye kıyameti koparanlar, bugüne gelindiğinde, Cumhurbaşkanının Boğaziçi geleneklerine aykırı biçimde rektör atamasından sonra "Cumhurbaşkanının yetkisinin sorgulanması sağlıklı değil" biçiminde açıklama yapabiliyorlar.
Çünkü "medeniyetimizin yegane temsilcisi" ve dolayısıyla "doğası gereği demokrat" olan iktidar ve onun lideri biçimindeki algı, iktidara yaptığı her şeyde bir keramet aranması konforunu sağlarken; "değerlerimize düşman" muhalefetin de fiillerden bağımsız olarak "vesayetçi"den "terör seviciliğe" kadar geniş bir skalada marjinalize edilmesine sebep oluyor.
Demokrasi literatürü bizlere, seçimle işbaşına gelen ve kendisine oy vermeyenlere karşı kendi seçmenini biricikleştiren yönetimlerin daha zalim olabileceğini gösterir.
Mesela Philippin, "İkiyüz başlı bir Sezarizm tek başlı bir istibdattan daha korkunçtur" der.
Toplumun kültürkampları üzerinden ayrıştırılarak bu konfor sayesinde iktidarın attığı tüm adımları tartışılmaz kılan anlayış hem demokrasimizi hiç olmadığı kadar tahrip etti hem de toplumun geniş kesimlerini açlık ve yoksulluk sınırının altına iterken bir avuç oligarkı ise kamu kaynaklarıyla zenginleştirdi.
Bu da vesayeti "ikiyüz başlı" bir hâle getirdi. Dolayısıyla bugün yaşadığımız bu derin yoksulluk ve sosyal adaletsizlikte demokrasiden sapmamızın rolünün büyük olduğunu unutmamalıyız.
Muğlak bir "medeniyetimiz" vurgusunun peşine takılmak yerine, evrensel demokrasinin peşine düşmeliyiz.
Çünkü vesayet, kimin elinde olduğuna bağlı olarak iyi ya da kötü değildir, kategorik olarak kötüdür.
Bu zihniyeti egemen kılmanın yolu ise evrensel demokratik normları işimize geldiği biçimde "medeniyetimize" uydurmak değil, "medeniyetimizi" onlara uygun hâle getirmektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish