Özet
Türkiye'de kapitalist sistemin gelişimi ve sermayenin dönemsel olarak el değiştirmesi, aktörlerin farklılaşması siyasal iktidarın kimliğine göre olmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan 1940'lı yılların sonuna kadarki dönemde üretim nitelikleri ve kapasiteleri, piyasa tercihleri değişmekle birlikte devlet otoritesine ve dolayısıyla kurucu siyasal doktrine yaslanan bir sermaye şekillenişi vardır.
1950'li yılların başından itibaren iktidarın el değiştirmesi sıradan bir iktidar muhalefet yer değiştirmesi olarak görülmemektedir. Muhalefetini kendi içinden çıkaran sistemin kurucu aklı aynı zamanda sistemin sahibi gibi görünen elitistlerin yenilgisini de kabullenmiş oldu.
Demokrat Parti iktidarıyla birlikte -ilk zamanlar zengin zümrenin niteliğinde köklü değişiklikler olmadı ancak- zamanla sermaye el değiştirme sürecine girdi. 70'li yıllarda kurucu devlet aklının gardırobu niteliğindeki İstanbul merkezli sermeye sistem içinde kendi özgün örgütlülüğünü inşa edip iktidara doğrudan nüfuz etmeye başlayınca Anadolu'da itirazların oluşmasına neden oldu. Bu itirazlar zamanla -darbelere rağmen- sistemin kurucu aklına karşı mücadele niteliğini taşıdı.
Adalet Partisi'nin ilk iktidar yıllarından itibaren Türkiye'de muhafazakâr/mütedeyyin zümre üretim araçlarına hükmettikçe, bu hükmediş aynı zamanda dini bir kimlik tanımına yol açtı. Anadolu'da gelişim gösteren yeni sermaye grubunun örgütlü yapısı, İstanbul sermayesinin dışında gelişti. Farklı örgütlü duruş oluşturan bu sermaye yapısı, rant alanının paylaşımına karşı itiraz olarak okunmuyor. Daha çok siyasal itiraz olarak algılandığı için yeni bir kimlik tanımı içinde ele alınmaktadır.
Anadolu sermayesi olarak güçlenen yeni aktörün 'yeşil sermaye' olarak tanımlanması iki yönlü olarak siyasal düzen kurucuların işine geldiğinden tanımlanmaya itiraz edilmiyor. Nitekim birbirini besleyen ve aynı zamanda oluşan iki kutupluluktan yarar karşılıklı yarar sağlayan bir yeni durum oluştu.
Sermaye sınıfının kendi içinde kimliksel ayrışımı aynı zamanda emek grubu üzerinde de 'kendi sermayedarına sahip çıkma' hissiyatı yarattı. Üretim gücü olarak emekçilerin içinde bulunduğu koşullara itiraz etmesini tali plana iten bu tabloda karşıt görünen her iki kutup da kar elde etmektedir. Diğer önemli bir husus ise sermaye gelişiminin devletin zor aygıtı etkin kılınarak da kanalize edilmesidir.
Anahtar kelimeler: Kapitalist sistem, sermaye, iktidar, muhalefet, otorite, kimlik
Abstract
The development of the capitalist system in Turkey and the periodic handover of the capital and the differentiation of actors have been in accordance with the identity of political rulership. From the early years of the Republic to the end of the 1940s, though production qualities and capacities, market preferences had changed, there was a capital formation based on state authority and therefore on the founding political doctrine. Since the early 1950s, the power handover has not been seen as an ordinary ruling party and the opposition displacement. The founding mind of the system, which extracted its opposition from within itself, also accepted the defeat of the elitists who appeared as owner of the system. With the rule of the Democratic Party - there were no radical changes in the nature of the wealthy faction at first – the capital handover has occurred in a certain process. In the 70s, when the Istanbul-based capital, which is the wardrobe of the founding state mind, began to build its own original organization within the system and directly penetrate the power, it began to cause objections in Anatolia. Over time, these objections - despite the military coups- became a struggle against the founding mind of the system. As the Conservative faction dominated the production tools in Turkey from the first years of the Justice Party rulership, that rule also led to a definition of a religious identity. The organized structure of the new capital group, which developed in Anatolia, developed outside the capital of Istanbul. This capital structure, which creates a different organized stance, is not read as an objection against the sharing of the rent area. Since it is perceived as a political objection, it is handled within a new definition of identity. The definition of the new actor as 'islamic capital', which has become stronger as Anatolian capital, since it is in the interest of the founders of the political order in two ways. As a matter of fact, a new situation has emerged that feeds each other and benefits from the bipolarity that has formed at the same time. The identity separation of the capitalist class within itself also created a feeling of "owning its own capitalist" on the labor group. In this picture, which pushes the objection of the workers to the conditions they are in as a production power, to a secondary plan, both poles that seem to be opposite are making a profit. Another important issue is that the capital development is also channeled by making the state's coercive apparatus active.
Key words: Capitalist system, capital, opposition, authority, identity
Giriş
Kapitalist sistem dediğimizde salt iktisadi yaşamın düzenlenişinden söz etmiş olmuyoruz. Üretim ilişkilerini de içeren toplumsal yönetişimden söz etmekteyiz. Sistemin tanımı üretim ilişkilerini tekelinde bulunduran sınıfın egemenliğe dayanır. Bir farkla egemen sınıfın nüfuz aracı segmenter toplumlardaki egemenlik araçlardan ayrışır.
Segmenter toplumlarda egemenlik tamamıyla kolektivite ve zor aygıtlarının sahipliğine göre belirlenirken kapitalist sistemde zor aygıtlarına hükmeden daha güçlü bir araç vardır: sermaye. Kapitalist sistemde sermaye egemenliğin en etkin aracıdır. Düzenleyen ve koruyan bir işleve sahiptir. Sistemin sürdürülebilirliği kâr döngüsünün sistemin temel paradigmasıyla uyumlu işlemesiyle doğru orantılıdır.
Otoritenin işlerliği otoriteyi şekillendiren yapısal işleyişle uyumluluğuna bağlıdır. Sistemin inşası hükmedici mekanizmanın statü ve rolüne bağlı olarak şekillenir. Kurucu akıl inşanın ruhuna hükmünü koyar. Bir yasallık durumu söz konusu ise yasallığın paradigması başlangıçtan itibaren var demektir. Liberalizm bir kurucu doktrin olarak aydınlanma döneminden itibaren Batı'da bir merkez halka oluşturarak yayılım göstermiştir.
Toplumsal yönetişimin yeni şekillenişinde köklü değişimlerle yeni bir egemenlik alanı yaratmıştır. "Liberalizm yasanın ne olması gerektiğine ilişkin bir doktrin; demokrasi de yasanın ne olacağını belirleme tarzına ilişkin bir doktrindir" (Hayek 2013: 171). Bu belirleme liberalizmin ruhunu ele vermekle birlikte toplumsal yaşama ve dolayısıyla egemen sınıfın inşa ettiği aklı da açıklar. Kendi içinde sınıfsallığı barındıran liberalizmin şekillendirdiği demokrasinin sınırlarını etki eden faktör(ler)e göre belirleyecektir.
Batı'daki köklü değişimlerin gerisinden gelerek ona ayak uydurmaya çalışan genç Türkiye Cumhuriyeti kendi ulus-devletini inşa ederken ruhunu liberalizmden almıştır. Yeni devletin yapısal kimlik tanımı liberalizm üzerine temellenen Batı merkezciliğe göre yapılmıştır.
Cumhuriyetin inşa sürecine ilişkin değerlendirmenin inşaya şekil veren ruhtan arındırılarak yapılması sıkça başvurulan yöntemdir. Batı pozitivizminden bağımsız yapılan bu değerlendirmelere göre inşadan sonraki aşamada sistem kimlik kazanmaya başlamıştır. Değerlendirmeye kaynaklık eden argüman kurucu unsurun sınıf mensubiyetinin belirsizliğidir. Cumhuriyet Halk Fırkası örgütlü bir yapı olarak inşa sürecini temellendirirken yazılı bir programdan yoksundu (Koçak, 1994: 113).
Anti-emperyalist, toplumun farklı katmanlarından birleşik bir yapı olan kurucu akıl (Ahmad, 2014: 68) ağırlıklı olarak asker-sivil bürokrasi bileşiminden oluşmaktaydı. Bu nedenle kurucu unsurun sınıfsal kimliği amorftur. Bu birleşim "korporatizm veya menfaatlerin temsili (mesleki temsil) ise, toplum içinde çeşitli meslek zümrelerinin birbirinden farklı menfaatleri olduğunu, her özel menfaat sahibi grubun mecliste ayrı ayrı temsil edilmesi gerektiği" (Özbudun: 1989) fikrine göre şekillenmiştir.
Öncesizlik gibi bir yanılgıyla başlayan bu değerlendirmeler yeni iktidar oluşumunun bir iç çelişki ve çatışmasının söz konusu olamayacağı varsayımına dayanır. Anti-emperyalist kurtuluşçu reaksiyoner tutuma ilişkin ideolojik bir tanımlama yapmak gereksizdir. Kurucu aklı oluşturan askeri-sivil bürokrasiyi sermaye dinamiğinden bağımsız değerlendiren bu yaklaşım inşa sürecini sıfır başlangıc'a indirger.
Öncesizlik algısı yeni sistem inşasında özgün dinamikleri yok saydığı için --toplum bilim alanında gelenekçiliğe önem vermekle birlikte- tam Batı merkeziyetçi bir kulvara oturtuldu. Bu çalışma kapsamında iktidar değişimlerine göre el değiştiren veya farklılaşan Türkiye burjuvazisinin kimlik yapısına bakılmaktadır.
Sermayenin kimlik tanımı neye göre yapılabilir? Üretim araçlarını tekelinde bulunduran ve artı-değeri kâr hanesine yazdıran zümrenin zenginlik dışında tanımlanacağı başka bir kimliği söz konusu olabilir mi? Kimlik tanımından kasıt sınıf kimliği değilse eğer, sermaye başka ne gibi özelliklerle tanımlanabilir? İktidar değişimleriyle söz konusu olan el değiştirmeler farklı bir sermaye kimliği tanımı yapmamıza olanak veriyor mu? Yaygın söylemle 'İslami/yeşil sermaye' ayrı bir sermaye yapısı olarak var mıdır? Sermaye sınıfının iç çatışmalarının sükalarizm-şeriat ikiliğine göre gerçekleşip gerçekleşmediğine bakılmaktadır.
Kurucu aklın dayandığı dinamikler
Türkiye iktisadi sisteminin Batı'yla ilişkisi cumhuriyetin ilanıyla birlikte başlamıyor. 19'uncu yüzyılın başından itibaren başlayan bir ilişki var ve bu ilişki önce Osmanlı iktisadi yapısına devamla genç cumhuriyetin kurucu ruhuna işledi. 1838'de İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması aynı zamanda imparatorluğun iktisat politikalarında reform niteliğindedir.
Batı ile sözleşmelere dayalı ticari ilişkilenme beraberinde yerli tüccarların rekabet gücü oluşturabilmeleri için yeni gereksinmeleri dayattı. Nitekim III. Selim ve II. Mahmut, Osmanlı tüccar ve zanaatkârları Batılı rakiplerine karşı korumak için çaba sarf etme ihtiyacı duydular (Ahmed, 2014: 39). Ancak o dönemde yekpare bir iktisat politikasının oluşturulmasının güçlükleri vardı.
Bütünlüklü bir idari yapı bulunmadığı gibi kültür ve dini farklılıklar açısından da tüccar ve zanaatkârların imparatorluğa aidiyetleri sorgulanıyordu. Tüccar ve zanaatkârlar çoğunlukla Yahudi ve Hıristiyan tebaadan geliyordu (Yankaya, 2014: 21). Müslüman tebaada ise değişken uygulamalar söz konusuydu.
Tımar, zeamet ve haslar dışında bir de uçbeyleri, nüfuzlu bölgesel beyler iktisat yaşamının içinde olmakla birlikte tarım ve hayvancılık dışında imparatorluk ekonomisinde etken olabilecek üretim faaliyetleri yoktu (Yerasimos, 2000: 249). Halil İnalcık bu hususla ilgili şöyle bir belirlemede bulunmuştur:
Osmanlı İmparatorluğu bilhassa çiftçi kitlelere dayandığından kudret ve hayatiyeti bilhassa onlara bağlı bulunduğundan, tımar sisteminin ve münasebattar olarak arazi rejiminin uğradığı değişiklikler böyle hususi bir ehemmiyet kazanmaktadır (İnalcık, 2014: 39).
19'uncu yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Osmanlı İmparatorluğu Batı'daki iktisadi ve siyasal gelişmelerin etkisini hissetmiştir. Çokkültürlü, çok dinli ve değişken idari yapılı imparatorluk Batı'da ivme kazanan ulus-devlet(ler) rüzgârını kırmak ve iç farklılıkları bir arada tutmak için siyasal hamleler yapma ihtiyacı duydu.
III. Selim'le başlayan yenileşme arayışları Reşit Paşa'nın İngiltere'de Dışişleri Bakanı Palmerston ile yaptığı görüşme zabıtlarında kayda geçmiştir (Mardin, 2014: 149). Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Tanzimat fermanı ve nihayetinde 1876'da ilan edilen ilk anayasa aynı arayışın ürünüdürler.
1839'da başlayan süreç Saraya Babıâli paşalarının hükmetmesini sağladı. 1908'e kadar devam eden bu süreç başlangıçtaki amacından uzaklaştı. Nitekim Reşit Paşa'nın öngördüğü çerçevede 'istibdat rejimini esnetip, imparatorluğu ayakta tutma' gayesi Babıâli Paşalarının etkisiyle ulus-devlete doğru kaydı.
1876 Anayasası'na göre oluşturulan Yasama Meclisi ve Meclisi Ayan'a seçilen temsilciler nüfuzlu zümre ve Batı normlarına göre eğitim almış paşalardan oluşuyordu. Ayrıca dinsel ve etnik gruplar yeni tablo içinde kendilerine temsil olanağı bulabilecekleri umuduyla hoşnutlardı.
İmparatorluk içindeki demografik ve maddi güçleriyle orantılı olarak hem kabinede hem de mecliste siyasal iktidarı paylaşmayı umuyorlardı (Ahmad, 2014: 46).
1876-1908 arası dönem iktisadi ve siyasal yaşama dair dönemin sosyologlarının yürüttüğü tartışmalar 20'inci yüzyılın tamamına etki etmiştir. Abdulhamid 1877'de Yasama Meclisi'ni askıya aldıktan sonra ilk karşı tepki Prens Sabahattin'den geldi ve Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi toplanması için girişimler başladı.
Ülke dışında -özellikle İngiltere, Mısır, İtalya, Romanya ve İsveç'e sürgün gidenler- yaşamak durumunda bırakılan Türk, Ermeni, Arap, Arnavut ve Musevi delegelerin katılımıyla kongre toplandı. Kongrede sonraki dönemin tamamına damga vuracak bir tartışma yaşandı. Prens Sabahattin âdemi merkeziyetçi bir çizgide ısrar ederken, Ahmet Rıza ve daha sonra Ziya Gökalp ile fikir birliği içinde 'İttihat ve Terakki Cemiyeti' şemsiyesi altında homojen yapılı bir toplum inşasını savundu (Kongar, 2016: 88).
Sosyologların üzerinde yoğunlaştıkları temel kavramlar, toplumsal yönetişim kurumlarına dairdir. İki ekolün de temsilcileri Batı merkezli tartışmaların etkisinde kalarak toplumsal kurumsallaşmaya dair fikirler öne sürerler. Prens Sabahattin, Gülhane Hatt-ı Hümayunu ruhuna yakın fikirlerle toplumsal kurumsallaşmanın âdemi merkeziyetçi bir yapıda olmasını savunurken; Ziya Gökalp ulus-merkezci bir yapı önermiştir:
Müessese ve zümrelerin kendi ferdlerine tav'an yahut cebren kabul ettirdiği idrâk yahut amel tarzlarıdır: Dini itikad ve âyinler, hukuk ve ahlaki düsturlar, lisani ve bediî kaideler, iktisadi tarzlar, fenni usuller gibi. İhtiva ettikleri zümreler ve müesseseler itibarıyla birbirine benzeyen kavimler, hayvan, nebat âlemlerinde olduğu gibi, cinslere ve nev'ilere irca edilebilir (aktaran Kongar, 2016: 35).
Durkheim'dan etkilenen Gökalp'ın toplumsal işlevselci yaklaşımı 20'nci yüzyılın başından itibaren vücut bulan toplumsal kurumsallaşmaya doğrudan etki ettiği için önemlidir. Ancak Gökalp'e gelene kadar 19'uncu yüzyılın son çeyreğinde düşünce akımları ağırlıklı olarak anayasacı ve liberal bir çerçevede birleşiyorlardı (Ahmad, 2014: 46).
İmparatorluktan ulus-devlete dönüşte tartışmaların seyrettiği güzergâhlar iktisat politikaları dışındaki alanlarda farklılık gösterdi. Başlangıçta -Jön Türkler içindeki tartışmalar- geniş çeper içinde âdemi merkeziyetçi bir yaklaşımla biraradalık ile dar çeper içinde ulus-devletçi bir homojenlik şeklinde ayrıştı. Bu tartışma beraberinde liberalizmden kısmi uzaklaşmayı da getirdi.
İçe kapanmacı ve homojenlik arzulayan akıma karşı 'liberal birlik' anlamına gelen Ahrar Firkası adlı oluşum İttihat ve Terakki içinden çıkarak örgütlendi. Ancak İngiltere'nin izinde yürümek isteyen bu akım Saray ve kabinede hâkim olan Prusyacı liberal-reformcu elitist zümre -Sadrazam Mehmet Kamil Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Sait Halim Paşa başta olmak üzere- toplumsal örüntünün dönüşümünü gerçekleştirmekte başarısız olunca hâkimiyet tümden Gökalp'in temellendirdiği ulus-merkeziyetçi akıma geçti.
II. Meşrutiyetin ilanından itibaren kapitalist sistemin kökleşebilmesi için öznel ve nesnel koşulların olgunlaştırılması gerektiği fikri ön plana çıktı. Milli sanayi ve burjuvazinin yetiştirilmesine dönük korumacı kapitalist politikalar geliştirildi. Korumacı kapitalist kuramının savunucuları Alman tarihçi okulunun doktrininden esinlenmişlerdir (Boratav, 2018: 29).
Ancak burada tam olarak kimin ne savunduğunu veya iktisat ekolleri ile iç örgütsel bağlantıların paralellik oluşturduğunu söylemek mümkün değildir. Aktörlerin iktisat ekollerine bağlılıklarından ziyade iç örgütsel bağlantıların esas alındığına tanıklık edilmiştir.
İttihatçıların baskısı sonucu II. Meşrutiyeti ilan eden ve meclisin yeniden oluşmasını kabul eden Sultan II. Abdulhamid, taviz olarak da "Almancı (Avonyalı) Ferit Paşayı azlederek yerine İngilizci (Küçük) Sait Paşayı sadarete getirmiştir" (Tuncay, 1997: 30).
Eğer yazar aktörlerin ekol bağlantılarını karıştırmış değilse ortada ciddi bir paradoks var demektir. Nitekim İngiliz iktisat ekolünü (liberalizm) savunanlar aynı zamanda mandacılıkla suçlanmışlardır. Korumacı kapitalist politikaların esas alınmasında etkili olan daha başka faktörler de söyleyebilmekle birlikte üzerinde yoğunlaştığımız sorunsal egemenlik alanıyla ilgilidir.
Yönetici sınıfın kendi içindeki çatışmaları ayrı bir bahsin konusu olarak değerlendirmek mümkün olabilir ancak 'millilik' duruşu içinde oluşturulan beklenti sermaye birikimlerinin kanalize edildiği mecra diğer soruları ikinci plana itmektedir. Zira konuyu ele alış boyutları sosyal bilimin değerlendirme ölçütleri içinde görüldüğünden rafine edilmiş bir iktisadi okumanın ötesindedir.
İlk dönem kimlik bunalımı
19'uncu yüzyıl boyunca imparatorluk bünyesinde devam eden tartışmalar, esas itibarıyla iki ana eksen üzerinde yürüyordu. İngiltere'den esinlenen liberal akım -içlerinde Almancı ekolcüler olmakla birlikte- idari yapının de merkezileşmesine karşı bir duruş sahibiydiler.
Ancak bu tutumu destekleyen ekonomik altyapı yoktu. Değişken uygulamalı imparatorluk iktisat politikası vergi ve sarayın mücavir alanı kabul edilen bölgelerden elde tımar uygulamasına dayalıydı. Tarım dışı üretim ekonomisi kısmı zanaatlar haricinde yok gibiydi. Tablo böyle olunca liberal doktrin etrafında gelişen tartışmalar zemin bulmakta güçlük çekti.
Öte yandan İttihat ve Terakkicilerin gündemleştirdiği millileşme -bu çerçevede homojenleştirme- politikaları taraftar bulmakta zorluk çekmedi. 1908'de ittihatçıların egemenliğinde ilan edilen meşrutiyet otoritesinin ilk yasal çalışmalarından biri Teşvik-i Sanayi Kanunu olmuştur. Bu kanunla amaç yerli burjuva sınıfının oluşumunu mümkün kılmak olmuştur.
1908'i takip eden yıllar -dönemsel olarak kurtuluş savaşı bitimine kadarki süreç olarak kabul edilir- Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Tekin Alp gibi- ulus-merkezci entelektüellerin etkisinde şekillendi. Bu dönemde sürdürülen tartışmalarda kapitalist üretim ilişkileri ve ekonomi kategorileri varmış gibi davranıldığı görülmektedir.
Özellikle Rusya'daki gelişmelerin iktisatçılar arasında yeni dönemin iktisadi ruhuna ilişkin tartışmaları somutlaştırdığı görülmektedir. Yusuf Akçura bu tartışmalara dair, dönemin ulus-merkezci yaklaşımın düşünce kodlarını açıklayan şu değerlendirmede bulunmuştur:
Eğer Türkler Avrupa kapitalizminden yararlanarak kendi içlerinde bir burjuva sınıfı çıkarmayı başaramazlarsa, sadece köylülerden ve memurlardan oluşan bir toplumun yaşama şansı çok zayıf olur... Modern devletin temeli burjuva sınıfıdır. Çağdaş refah devletleri, burjuvazinin, işadamları ve bankerlerin omuzları üzerinde var olur. Türkiye'deki ulusal uyanış Türk burjuvazisinin doğuşunun başlangıcıdır (aktaran Ahmad, 2014: 59).
Korkut Boratav dönemin karakterine ilişkin yaptığı belirlemede 'paradoks' kavramını tercih etmiştir (Boratav, 2018: 27). Genel görünüm itibarıyla idari yapının şekillenişine ilişkin çatışmalı bir durum söz konusu ise de iktisat politikalarında Batı merkezli serbest teşebbüsçü bir yaklaşım vardır. Aradaki fark ulusal kapitalizm ve serbest piyasacı liberalizm şeklinde olmuştur.
Bu tartışma ağırlıklı olarak iktisatçılar ile sosyologlar arasındaki paradoksa işaret etmektedir. Nitekim Sakızlı Orhanes Paşa ile M. Cavit Bey Fransız iktisatçıların etkisinde kalarak serbest piyasa ekonomisini savundular. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve aynı paralelde düşünen ittihatçılar ulusal kapitalizmi savunmuşlardır. Her iki akımda toplumsal örüntünün örgütlü yapıya dönüştürülmesi hususunda Batı düşünce akımlarından esinlendikleri iktisat politikalarında birleşmemişlerdir.
İktisat tarihçileri paradoksun ana nedeni konusunda bir fikir ileri sürmekten kaçınmışlardır. Toplumsal örüntüdeki bozulma ve yenileşme ihtiyacı yeni dönemin idari yapısının şekillenişine etki ediyordu. Öznel ve nesnel koşullar Osmanlı idari yapısının toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak olduğunu ortaya çıkarmıştı, ancak yerine neyin ikame edileceği konusunda belirsizlik hâkimdi.
19'uncu yüzyılın neredeyse tamamına nüfuz eden tartışmada Batı orijinli yeni toplumsal örgütlenme ve idari yapıların şekillenişine ilişkin dış etken içerdeki tartışmaların özünü oluşturdu. İki kutuplu bir tartışma görülmektedir. Burada liberal akım olarak tanımlanan grubun önde gelenleri Kamil Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Sait Halim Paşa ümmetçi bir yaklaşıma sahiplerdi.
Onlara göre idari yapıda gerçekleştirilecek reformlar ile iktisat politikalarındaki serbestleşme hem imparatorluğu bir arada tutacak hem de ihtiyaç duyulan yeni bütünleşme argümanları temin edilmiş olacaktır. Bunların karşısındaki ulus-merkezci yaklaşım ise reformların yeterli kalmayacağı, devrim niteliğinde değişimlerin gerekliliği üzerine şekillendi. 31 Mart Vakası bu ayırımın vesikası olarak ortada durmaktadır (Ahmad, 2014: 49).
İttihad-ı Muhamedi grubunun organize ettiği 31 Mart vakasının esasında tam olarak neye hizmet ettiğini dönemin dış faktörlerinin etkisine bakarak okumak gerekir. Zira öylesine meşrutiyetçilere karşı gerici bir kalkışma olarak görülemez. Ulus-merkeziyetçi bir yönelim içine giren ittihatçı hükümet, sadece saltanatla ilişkili kesimlerin tepkisini çekmiyordu.
Aynı şekilde liberal ekonomi politikalarını ticari ilişkileri açısından daha yararlı gören tüccarlar grubu da bu gidişattan rahatsızlık duyuyordu. Sina Akşin'in doktora tezine atıfta bulunan Zürcher' göre "çok büyük olasılıkla, ayaklanmayı ilk kışkırtan liberal muhalefet olmuştu" (Zürcher, 2014: 153).
Bu olaydan sonra İttihatçılar yabancı sermayenin ülkeye girişini mümkün kılmak için bir dizi düzenleme yapma ihtiyacı duydu. 1911 tarihli arazi yasası ve 1913 tarihli miras yasasıyla ticaret ve sanayinin gelişmesi için yasal güvenceler sağlamaya çalıştı. Maliye Bakanı Mehmet Cavit Bey yabancı yatırımcı ve iş deneyimlerinin ülkeye gelmesi için güven telakki eden isim olarak tercih edilmişti.
Bunun yanı sıra vergi yasalarında da düzenlemeler yapıldığı halde yeni ittihatçı rejime yabancı sermaye itibar etmedi. Dönem itibarıyla Osmanlı dış borçlanma konusunda Fransa'yı tercih etmekteydi. Fransa kapitülasyonların yarattığı güvenceyle Osmanlıya borç para veriyordu.
Artan ordu giderleri nedeniyle Cavit Bey borç için Fransa'nın kapısını çaldı, ancak Fransa 'milliyetçilik eğilimleri' gerekçesiyle borç vermeyi reddetti. Fransa'nın kapısından dönen Cavit beye Almanya'dan gelen sürpriz borç teklifi enteresandır. İçerdeki 'millileştirici' ekonomi politikalarını destekleyenler arasında bir gruba Zürcher dikkat çekiyor:
Osmanlı İmparatorluğu'nun yarı sömürge durumuna ve Jön Türk ekonomi politikalarının toyluğuna dikkat çeken ve çok daha milliyetçi bir ekonominin savunuculuğunu yapan birkaç kişi vardı. Bunların da başında, Parvus takma adıyla bilinen Alexander Helphand geliyordu. Helphand, gençken Almanya'ya göç etmiş ve orada sosyalist harekete katılmış olan bir Rus Yahudisiydi... 1912'den sonra İstanbul'a yerleşen, gazeteciliği, Alman ajanlığı, silah tacirliğini ve Marxist düşünürlüğü birlikte yürütüyordu (Zürcher, 2014: 190).
Nitekim gerek 1909 olaylarında olsun gerek sonraki dönemlerde gayri-Müslimlere karşı vuku bulan olaylarda Ermeni ve Rum ticaret erbabı hedef alınırken Türkiye'de yerleşik Yahudilere pek dokunulmadığı gerçeğini not etmek gerekir. Adana ve İzmir'de gayrimüslim tüccarlara yönelik uygulamalar yeni dönemin ekonomi politikalarını şekillendirirken, etkileri cumhuriyet tarihi boyunca da hissedilecektir. İzmir'deki korkutma ve sindirme politikalarının mimarı olarak bilinen dönemin İttihat ve Terakki Cemiyeti İzmir Şube Sekreteri Mahmut Celal Bayar, cumhuriyetin ilanından sonra liberal ekonomi politikalarına yön veren kişi olacaktır.
Cumhuriyetin ilanından çok partili döneme kadarki iktisat politikası: Milli İktisat Okulu
İttihatçıların öncülük ettiği ulus-devletin temel parametresi 'milli'liktir. Toplumsal örüntüdeki bozulmalar sıfır başlangıç kabulüne dayandırılarak bir nevi 'köksüz' bir yapının inşasına ilişkin toplumsal mühendislik politikaları devreye girdi. Toplumun ekonomi-politiği yeni dönemde inşa edilmek istenen tekilliğe göre şekillendirildi.
Buradaki 'tekillik' esasında bir 'tikel'liğin 'tekil' haline getirilmesi çabasını içermektedir. Çokkültürlü, çok dinli ve çok etnili imparatorluk bakiyesi tümden yok sayılarak 'tikel' olan bir kimliğin 'tekil' haline dönüştürülmesi 'kök'süzlük üzerine inşa edildi.
Kemalizmin miladi söylemi, sadece bu kaotik ortamdan değil, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün mirasından mutlak bir kopuşu, tertemiz bir 'kurtuluşu' ve modernleşme başlangıcını işaretler (Bora, 2017: 24).
İdari yönden ulus-merkeziyetçi yapının düzeneği tam olarak 1924 Anayasasıyla oluşturuldu. Zira 1921-1924 arası Meclis Hükümeti dönemi temsil ve anayasal yapı bakımından tam olarak ulus-merkezci bir yapıda değildi. Kısmi âdemi merkeziyetçi atıfların olduğu 1921 Anayasası 1924'te ilga edilerek ittihatçıların tam olarak arzuladıkları yapının temelleri atılmış oldu. İdari yapıya ilişkin reorganizasyon süreci tamamlandıktan sonra iktisadi politikalar şekil kazanmaya başladı.
Genç cumhuriyetin iktisat politikası, öznel ve nesnel verilerin yoksunluğu nedeniyle amorftur. 20'nci yüzyılın ilk çeyreğinde tespit edilen sanayi istatistikleri 1915 itibarıyla nüfusu 15 milyon olarak kayıtlara geçen Türkiye'de 14 bin işçi istihdam eden 182 sanayi kuruluşu mevcuttu (Ahmad, 2014: 93).
Boratav'ın verdiği verilere göre ise "(K)uruluş tarihleri belli olan ve 1915 sayımınca kapsanan sanayi işletmelerinin sayısı 255'ti ve bunların 72'si, yani yüzde 28'i 1908 sonrası kurulmuştu" (Boratav, 2018: 36). Bu tablo 1924'e gelindiğinde düzelmiş değildi. Ağır savaş koşulları nedeniyle özellikle erkek işgücüne dayanan günün sanayi işletmeleri ve tarım-hayvancılık istatistiklerinde geriye gidiş yaşanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki tablo Akçura'nın işaret ettiği iktisat politikalarına meyletti. Kendi burjuvazisini yaratan bir iktisadi politika izlendi. 1924'e gelindiğinde genç cumhuriyetin kurucu aklı iki önemli muhalefet unsurunu ortadan kaldırdı. 3 Mart 1924'de hilafet kaldırıldı, Sultan Abdulmecid son halife unvanıyla birlikte tüm hanedan mensuplarıyla beraber sürgüne gönderildi. Aynı gün Başvekile bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu (Koçak, 1997: 94). Sultan Abdulmecid'in sürgüne gönderilmesiyle birlikte Ankara merkezli genç cumhuriyet iktidarının alternatifi ortadan kaldırılmış oldu.
Şubat 1923'te toplanan İzmir İktisat Kongresi geçmişe dönük sorgulamaların ışığında ekonominin dayanaklarını oluşturma hususunda önemli bir adımdır. İktisat kongresiyle birlikte ithal ürünlere karşı yerli üretimin gerekliliği bilince çıkarıldı. Ahmad'ın bu atılımla ilgili değerlendirmesi mevcut burjuvazi ile hükümetin paralel düşünmediği şeklindedir:
Kemalistler Türkiye'nin Batı'nın bir ekonomik sömürgesi olarak kalmasını istemiyorlar, ancak siyasal ve ekonomik kısıtlamalar olmaksızın geldiği sürece yabancı sermayeyi memnunlukla karşılıyorlardı. Savaşın tahrip ettiği, sermayeden yoksun bir Türkiye'nin modern bir ekonomik temel oluşturmak için dış yatırım kullanmak zorunda olduğunu anlayacak kadar gerçekçiydiler (Ahmad, 2014: 116).
1924'te İş Bankası'nın kurulması modern ekonomik temel oluşturmanın önemli bir hamlesidir. İzmir'de Latife hanımın babasına ait konakta Celal Bayar ile görüşen Atatürk, Bayar'ın önerisi üzerine bir İş Bankası'nı kurmayı kararlaştırdılar. Dönem itibarıyla dış ticaret tamamıyla yabancıların elinde olduğu gibi bankacılık faaliyetleri de yabancılar tarafından sürdürülüyordu (Uluç: 2007).
Bu gelişmelere rağmen devleti yöneten aklın ekonomi politikası tam olarak tanımlanmış değildi. Cumhuriyetin ilk yılları serbest piyasa eğilimi ile millici-devletçi eğilim arasında çekişmeye neden olmuştu. Genel olarak Celal Bayar'ın başını çektiği liberal eğilim ile Recep Peker'in başını çektiği millici-devletçi eğilim arasındaki tartışma döneme damga vuracaktır.
Dikkat edilirse bu tartışmalarda Atatürk'ün pek adı geçmez, ancak 1930'lara geldiğinde 'Kemalist İlkeler' olarak iktidar partisinde sembolize edilecek olan somutlaşma görülmektedir. 1931 yılında 'devletçilik' ilke olarak CHP programına girdi. Böylelikle uzun yıllar sürecek olan devletçi ekonomi politikalar milli burjuvazinin yararına olacak şekilde tanzim edilmiş oldu. Artık burjuvazi devlet yönetiminde hesaba katılması gereken bir aktör olmuştur (Ahmad, 2014: 61).
Dönem itibarıyla kurucu kadrolar arasında baş gösteren çekişmede Atatürk dengeci bir politika izlemiştir. Esas itibarıyla genel çerçeveye dair belirlemeler yapmakla yetinmiş gibi görünmektedir. Atatürk de diğer kurucu kadrolar gibi dışsal gelişmelere sırtını dönememiştir.
Dönem itibarıyla yaptığı tercihler ve kadro ikamesinde izlediği politikalar öncelikli olarak milli burjuvazinin 'yaratılması' fikrine yakın olduğunu göstermiştir. Mart 1922 tarihinde yayınladığı programda 6 maddede devletin iktisat politikasını somutlaştırmıştır:
1- Tarım ve sanayiyi canlandırmak ve modernize etmek, 2- Ormanları geliştirmek, 3- Genel refahla alakalı olan iktisadi teşebbüsleri derhal millileştirmek, 4- Maden zenginliğinden yararlanmak, 5- Mevcut ve yeni sanayiyi koruyarak canlandırmak, 6- Milli iktisadi yapıya uygun dengeli bir bütçe yaratmak (Çamurcuoğlu: 2009).
Çok partili dönemin ekonomik kodları ve sermaye sınıfı
Genç cumhuriyetin kuruluş yılları sonrasında kurucu kadrolar arasındaki kutuplaşma Atatürk'ü temel iktisat politikalarının şekillendirilmesinde ikinci planda bırakmıştır. 1930'lu yıllar Atatürk'ün devlet yönetiminde etkisinin sembolik düzeye indiği yıllar olmuştur.
Bu dönemde ağırlığını hissettiren Recep Peker, Celal Bayar ve İsmet İnönü olmuştur. Atatürk spesifik kararlarla ağırlıklı olarak özel girişimcilerin önünü açmaya çalışmıştır. İş Bankası'nın kuruluşunda görüldüğü üzere Boratav'ın tasnifini yaptığı üzere 1920'lerin 'açık ekonominin inşası' süreci yaşanmıştır.
İzmir İktisat Kongresi'ne katılan yüksek devlet bürokrasisi ile birlikte işçi ve sanayici temsilcileri blok oylarla kararları kabul etti. Bu kongreyle "İstanbul ve İzmir'in Türk-Müslüman sermaye çevrelerinin siyasi iktidarla kaynaşmalarında önemli bir ilk adım oluşturmuştur" (Boratav, 2018: 48).
Belirtmek gerekir ki döneme ilişkin eleştirel yaklaşım geliştirmekle birlikte kurucu kadro ve entelektüel zümre dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmişlerdir. Üstelik bu takip ediş iki yönden gerçekleşmiş:
1- Toplumsal yapı dinamikleriyle bağlantılı olarak iktisadi yapı gelişmeleri, 2- Kuramsal gelişmeler perspektifiyle siyasal gelişmeler. Genel olarak Batı merkeziyetçiliğinin kopyalandığı bu dönemde şaşırtıcı bir şekilde Japonya'nın 18'inci yüzyıl gelişmeleri de incelenmiştir (Bora, 2017: 75).
Ancak, değerlendirmeler Japonya ve Almanya arasındaki model benzeşmesine ilişkin tespit yapıldıktan sonra, daha çok toplum hasletleriyle ilgili kalmıştır. Osmanlı deneyimi ve cumhuriyetin kuruluş yöntemi bakımından Japonya deneyimiyle benzeşen yanlar dikkat çekicidir.
Yine de "Ticari etkiler, tarıma dayanan düzenin temelini oymuşsa da, bu ülkede, Almanya'daki duruma benzer biçimde başarılı bir burjuva devrimi olduğu söylenebilecek bir herhangi bir gelişme görülmedi" (Moore, 2011: 283). Türkiye ticaret kanununu dahi kopyaladığı Almanya'daki gibi bir başarı hikâyesi oluşturmak istiyordu. Bu amaç uğruna 1930'lı yıllarda korumacı devletçi sanayileşme hamlesi gerçekleştirilmek istendi. Nihayetinde örneklenen her iki model de (Almanya-Japonya) faşizme evrildi. Sonuç bu olmakla birlikteç, uygulanan iktisat politikaları 'liberal' tanımlamak mümkün.
Türkiye'de de durum farklı olmadı. 1931 yılında Peker'in CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmesiyle, önce İnönü ile Peker arasında parti devlet ilişkisi tartışması ardın da İnönü-Atatürk çekişmesi görülmeye başlandı. Korumacı devletçi iktisat politikalarının devrede olduğu bu dönemde Peker parti örgütünü güçlendirmek ve ideolojik alt yapıyı oluşturmakla meşgul iken, İnönü parti-devleti inşasına yeltendi.
Atatürk döneminin son yılında bu tartışma İnönü'nün başvezirlik makamından inmesine neden olurken, Atatürk Türkiye'nin istikametini bir kez daha belirleme imkânı buldu. İnönü'den koltuğu alıp liberal politikaların mimarı bankacı-iş insanı Celal Bayar'a vermesi iki mesaj içeriyordu. Birincisi, İnönü Batı merkezci liberal politikalardan hazetmiyor SSCB ile iş tutmaktan taraftı.
İnönü, Türkiye'nin SSCB ile sınırdaş ülke olduğunu, bu nedenle iyi ilişkiler içinde olması gerektiğine inanıyordu. İkincisi, Türkiye İngiltere ile iyi ilişkiler geliştirmiş ve Kral 8. Edward Türkiye'yi ziyaret etmişti. 1936'da Hitler Almanya'sına benzeşme eğilimleri geliştiren Peker'i CHP genel sekreterliğinden istifa ettirmiş, buna mukabil İngiltere Türkiye'yle iyi ilişkiler içine girmişti. Atatürk'ün CHP ve devlet yönetimine bu iki kritik müdahalesi onu liberallerle iş tutmaya itmişti (Ahmad, 2014: 87).
Atatürk'ün ölümünden hemen sonra Cumhurbaşkanı olan İnönü 'milli şef' devrini başlatmayı başardı(Koçak, 1997: 124). Ocak 1945'te enteresan bir gelişme yaşandı. Toprak reformu yasa tasarısı meclis gündemine geldi ve bu tasarıyla ilgili yaşanan tartışmalar iki yeni gelişmenin önünü açtı.
Birincisi, liberal düşüncede olanlar CHP'den ayrıldı. İkincisi ise 'Milli Şef' döneminin sonunun başlangıcı oldu. Tabi ki bu, aynı zamanda tek parti döneminin de sonunu hazırlayan bir gelişmeydi. Ancak, tasarıyla ilgili bir de paradoks ortaya çıktı. Sonradan Demokrat Parti'yi kuracak olan liberaller (toprak sahibi nüfuzlu yerel zümrenin etkisiyle) tasarıya karşı çıktı, devletçi iktisat politikalarında ısrar eden -ki bunların başında Peker geliyordu- tasarıyı savundu (Koçak, 1997: 136).
'Dörtlü Takrir' grubu çokpartili sisteme geçiş, serbest seçimler, üniversite özerkliği, tek dereceli seçimler ve yürütme erkinin CHP hamiliğinden çıkarılması taleplerini içeren bir önerge verdiler. Bu genelgenin total anlamı liberalleşmeydi. Toprak reformu yasasıyla birlikte aynı yıl bütçe görüşmeleri esnasında da ekonomik gidişat konusunda hükümete ve dolayısıyla CHP'ye yöneltilen sert eleştiriler tek parti dönemini sonlandırdı. Tek parti rejimi egemen olduğu halde bütçe oylamasında 7 güvensizlik oyu verildi. Sonuçta liberal kanat CHP'den koptu.
Demokrat Parti'nin kurucu kadrosu
7 Ocak 1946 çokpartili sisteme geçişin ilk ciddi adımı oldu. Demokrat Parti kuruldu. Kurucu kadro ismen biliniyor, ancak bunların sınıf aidiyetleri üzerine pek tartışma yürütülmez. Adnan Menderes Aydınlı pamuk ticaretiyle meşgul bir ailenin çocuğu. Bursalı Celal Bayar her ne kadar Başbakanlık yapmışsa da asıl ünü bankacılığıdır.
Sivaslı Refik Koraltan devletin üst kademelerinde görev almış bürokrat. İstanbullu Fuat Köprülü ise Ziya Gökalp'ten etkilenmiş(Kongar, 2016: 13) bir akademisyen. Kuruluşundan sonraki dönemde DP'ye katılacak önemli bir isim daha var. Fransız Askeri Akademisi St. Cyr'de eğitim görmüş Albay Seyfi Kurtbek. Bu isim önemli çünkü ordunun modernizasyonu ile ilgili hazırladığı bir programı vardı ve Bayar'la programını paylaştıktan sonra istifa ettirilip DP'ye katılımı sağlandı (Ahmad, 2014: 149).
Toprak reformu kanununa muhalefetleriyle ön plana çıkan liberal siyasetçiler Menderes, Köprülü ve Koraltan CHP'den ihraç edildikten sonra Bayar da CHP'den istifa ederek yeni akıma katıldı. Ancak bu siyasal gelişmeyi tek başına iç dinamikler ve fikir uyuşmazlıklarıyla tarif etmek mümkün değildir.
Türkiye siyaset ve iktisat yaşamında ABD'nin etkisinin yoğun olduğu bu dönemde İsmet İnönü 1 Kasım 1945 yaptığı konuşmada, 'çok partili siyasi yaşama geçişin gerekli' olduğuna işaret etmiş ve DP'den önce kurulan Milli Kalkınma Partisi'nin kuruluşunu önemsediğini söylemiştir(Zürcher, 2014: 310). 1945-1950 dönemi CHP açısından zor geçti.
7 Ağustos 1946'da Saraçoğlu'ndan hükümet kurma görevini devralan Recep Peker ile birlikte iki defa hükümet kurmakla görevlendirilen Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay hükümetiyle birlikte dört defa kabine ve başbakan yenilendi. CHP açısından sancılı geçen bu son dönemin ardından DP 1950'de iktidara geldi.
Menderes hükümetinin ilk yılları devlet dinamiklerine uyum ve savaş sonrası tahribatların ortadan kaldırılmasıyla geçmiştir. Tek parti iktidarlarının son döneminde liberal burjuvaziye geçişin ağır sancıları yaşanmıştı. Özellikle CHP'de liberal kopuşlara neden olan toprak reformunda 'köylülere toprak vadeden 17'inci madde' 1950'de revize edildi.
Bu revizyon liberal DP iktidarının arzuladığı bir düzenlemeydi. Korumacı sanayileşme politikalarından vazgeçilmesini sağlayan bu ilk adımla birlikte CHP iktidarı DP'ye devretti. DP, içinde bulunulan ekonomik sıkıntıları aşmak için kontrollü dış ticaret ve ithal ikameci sanayi üretimine yöneldi (Boratav, 2018: 119).
Bu dönemde ithal edilen tüketim mallarının içerde üretilmesini mümkün kılan sanayi yatırımlarına ağırlık verildi. 1954'ten itibaren adım adım dış ticarette serbestleşme hamleleri yapıldı. Türkiye iktisadi politikalar yönünden uluslararası güç dengeleriyle uyumlulaşma sürecine girdiğinde rekabet gücünün yetersizliği nedeniyle dış ticaret açığı yerli üretimde ilerleme sağlamak için ihtiyaç duyulan finansman desteğini bulmakta güçlükler ortaya çıktı. Nihayetinde 1958'deki devalüasyon kararıyla liranın dolar karşısındaki 2.2 kat oranında değer kaybı ortaya çıktı (Boratav, 2018: 123).
DP istekli göründüğü özel teşebbüsün üretim ekonomisinde ağırlık kazanması noktasında istenilen sonuçlara varmak mümkün olmamıştı. Sonuç olarak 1950'li yıllarda Türkiye'ye çekilmesi arzu edilen ve teşvik yasalarıyla da desteklenen yabancı yatırımcı Türkiye pazarına ilgi göstermedi.
İlk on yılda Türkiye'de yatırım yapan yabancı müteşebbis sayısı 30'u geçmedi ve bunların toplam özel teşebbüs içindeki payı yüzde 1'in altında kaldı. Tablo bu olunca devlet eliyle gerçekleştirilen üretime dönük yatırımlar DP döneminde de devam etmek durumunda kaldı (Zürcher, 2014: 328).
Dinin siyasette araç olarak el değişimi dönemi
31 Mart vakasından sonra toplumsal yaşamda inanç merkezli siyasal propaganda ediminin yeniden gündemleştiği ikinci dönem 1957 seçimleri süreci olmuştur. DP liberal politikalar nedeniyle sanayileşmede özel teşebbüslerin önünü açmak ve yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekebilmek amacıyla yürüttüğü politikalar kırsal kesimlerde; özellikle tarımdan geçinmeli köylü kesimlerin hoşnutsuz kalmasına sebebiyet vermişti.
Kentlere yönelen niteliksiz işgücü varoşlarda birikmiş ve geçim sıkıntılarıyla yüz yüze kalmıştı. Bu durum CHP'ye yeniden iktidar olma olanağı sağladığından DP zor durumdaydı. Menderes, kan kaybını önlemek için laiklik üzerinden CHP'ye yüklenmeye başladı. CHP döneminde Türkçeleştirilen ezan Menderes'e propaganda imkânı yarattı. Ezanın yeniden Arapça okutulması, radyodan Kur'an tilavetinin yapılması ve 1951'de İmam Hatip Liselerinin açılması Menderes'e umduğundan daha fazla yarar sağladı.
Bu noktada iktisat politikalarını değerlendirmek için Türkiye özelinde bir başka hususa daha dikkat etmemiz gerekiyor. O da sermaye birikiminin kanalize edildiği sınıfın kimlik dinamiğidir. İktisat tarihçileri Türkiye iktisat tarihini incelerlerken Osmanlıdan itibaren ele-alışlarını Müslüman-gayrimüslim ayırımı üzerinden yaparlar.
II. Meşrutiyet hükümetinin uygulamalarından itibaren gayrimüslim tüccar kesimi sistem dışında tutulmaya gayret edilmiştir. Millileşme 'tikel'in 'tekil'leştirilmesi ekseninde yürüdüğü için Türk ve Müslüman olmayan sermaye sahipleri -Yahudiler hariç- dışta tutulmuştur.
1943'te bir kerelik uygulamaya mahsus olmak üzere çıkarılan 'Varlık Vergisi'nin asıl hedefi gayrimüslim iş insanlarıydı. TBMM'de kabul edilen kanuna göre kurulan 'taktir komisyonları' önce varlıkları tespit edip, sonra ne kadar 'Varlık Vergisi' ödeyeceğine hükmediyordu.
Varlık Vergisi tahakkukunun yüzde 60-65'inin ve verginin toplam tahsilatının yüzde 55'inin gayrı-Müslim azınlıklara ait olduğu belirtilmelidir (Koçak, 1997: 131).
Bu kanunun uygulanmasındaki sihirli kelime 'taktir komisyonları'dır. Bu komisyonlar marifetiyle kanun yoluyla sermaye birikiminin el değiştirilmesi sağlanmış oldu. 6-7 Eylül 1955 olayları 1943'te kanun yoluyla yapılması yetersiz gelen sermaye birikimlerinin el değiştirmesi süreci toplumsal-zoralım yoluyla tamamlandı.
Önce hükümet tarafından başlatılan ve Rumları hedef alan başıbozuk kalabalığın zamanla öteki gayrimüslim azınlıklara da yönelmesiyle süren program, yeni bir göç dalgasını tetikledi. Cumhuriyet dönemi boyunca özel sektörün yeniden yapılanması süreci gayrimüslim nüfusun azalması ve Müslüman Türk burjuvazisinin gelişmesiyle birlikte yer aldı (Buğra ve Savaşkan, 2015: 61).
Dikkat edilirse Türkiye'de iktidar değişse bile sermaye birikiminin kanalize edilmek istendiği sınıfın aidiyeti değişmiyor. CHP veya DP iktidarı uygulama yönünden farklılık göstermiyor. Zaten iki parti arasındaki farklılığın sorulduğu Celal Bayar "hep aynı benzetmeyi yapıyordu. İki partiyi helva yapan aşçılara benzetiyor, Demokratların daha iyi bir tarif ve daha büyük bir beceriyle daha iyi helva yaptıklarını söylüyordu" (Ahmad, 2014: 133).
Feroz Ahmad'ın işaret ettiği program, azınlıkların sermaye birikiminin Müslüman Türk girişimciye geçmesini sağlamaya dönüktü. DP'nin CHP'den devraldığı program 'başıbozuk' kitleler eliyle toplumsal-zoralım yoluyla zirveye ulaştırıldı. Bayar'ın dediği gibi aralarında yöntem dışında hiçbir fark yok.
6-7 Eylül olayları Türkiye'de gayrı-Müslimlere ait sermaye birikimlerinin Müslüman Türk burjuvaziye geçmesinin son durağı oldu. II. Meşrutiyetin ilanından itibaren arzulanan 'milli burjuvazi'nin 'yaratılması' çabaları sonuçlandı. Artık "hedeflenen 'milli burjuvazi' vardır" diyebileceğimiz noktaya gelinmiş oldu.
Bu tarihten itibaren sermaye karakteri ve sınıf içi çatışmalar, Menderes'in 'Kemalist laikliğe' karşı başlatmış olduğu siyasi propaganda aynı zamanda sermaye hareketliliğine de yansıyacaktır. Sınıf içi çatışma ve rekabet İzmir İktisat Kongresiyle Kemalist devlet sisteme eklemlenen İstanbul-İzmir menşeli sermaye ile ilerde filizlenecek olan Anadolu sermayesi arasındaki görülmeye başlayacak.
Önce CHP sonra da DP'de ortaya çıkan karizmatik lider kültü etrafında bütünleşen totaliterlik ulus-merkezci sosyolojik yaklaşımın sonucudur. Tepeden inmeci toplumsal düzen arayışı zaman geçtikçe bürokrasi içinde 'devlet sahipliği' kültürünün yerleşmesini sağladı.
Bürokrasi kavramının yanına silahı da ekleyince, gücü elinde bulunduranın tam muktedir olacağı inancını yarattı. CHP, totaliter bir partinin temel fonksiyonu olan bağımsız, siyaset-dışı iktidar merkezleri haline gelebilecek olan çeşitli uzmanlaşmış toplumsal fonksiyonları üzerinde denetim (Linz, 2012: 71) kurarak iktidarını sürdürmüştü.
1946'dan itibaren kısmi sendika örgütlenmesi dışında sivil alan yok denilecek durumdadır. Devleti yöneten kadro sistemi inşa eden 'efsanelerden' oluşuyordu ve neredeyse tamamı ordu bağlantılıydı. Üniformayla kurulan sistem üniformalı bürokrasinin tekelinde işlemeye devam ediyordu. DP parti iktidar dönemini sonlandıracak olan kültür buydu. 27 Mayıs darbesini ortaya çıkaran neden üniformalı bürokrasinin sistem üzerindeki tasarruf 'hakkı'nın sınırlanacağına ilişkin ihtimaldi.
27 Mayıs aslında Pekerciliği geri getirmek miydi?
Darbenin gerekçeleri ve ordunun ara kadrolarından gelmiş olması Pekerci Turancılıkla örtüşüyordu. DP döneminde subayların itibar kaybına uğradıkları ve özlük hakları bakımından oldukça zor koşullarda kaldıklarını gerekçe gösteren subaylar milliyetçilik dışında bir referansa sahip değillerdi.
Ancak, 27 Mayıs'ın ardılı olan 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden ayıran temel özelliği darbeden sonra siyasal bir çizgiye evirilmiş olmasıdır. Bu evirilme başlangıç kaygılarından yola çıkarak inşa edeceği Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) bünyesinde aynı zamanda ekonomi-politiğini de kurdu.
Türkiye'de üretici unsurları birleştiren Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) -1952'de birleşik bir yapıya dönüştürüldü- 10 yıllık DP iktidarı zamanında etkin bir baskı örgütüne dönüştü. Milli Birlik Komitesi (MBK), bu etki gücünü kırmak için Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)'nı kurarak devletin ekonomik yaşama planlı müdahalesini mümkün kıldı.
1962'de Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) kuruldu. İş dünyasının siyaset üzerindeki etki gücünün TOBB bünyesindeki çoğunluk küçük ve orta ölçekli müteşebbisler karşısında zayıflaması nedeniyle 1971 yılında büyük sanayicileri -daha doğrusu İstanbullu sanayiciler- bünyesinde toplayan Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) kuruldu (Buğra ve Savaşkan, 2015: 69).
MBK devlet iktidarını ele geçirdiği halde bir gelecek projeksiyonu yoktu. Mesleki kaygı ve hoşnutsuzluktan doğan darbe dinamiği ülke sorunlarına çözüm üretmede yetersiz kalınca İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında topladığı bir grup akademisyene anayasa hazırlama görevini verdi (Ahmad: 2014).
Beş profesörden oluşan grup Ankara'da ilk iş olarak yayınladıkları 'modern fetva niteliğindeki' bildiriyle DP hükümetinin kurmuş olduğu tahkikat komisyonları gerekçe göstererek, partiyi 'Anayasaya aykırı eylemler içinde olmakla' suçlamış ve kapatılmasını talep etmişti (Zürcher, 2014: 353). Bu gelişmeyle birlikte teknokratlar hükümeti kurulmuş oldu.
MBK'nın kurmuş olduğu teknokrat hükümetinin bu dönemde yaptığı işler arasında siyaset tarihçilerinin pek önemsemedikleri bir uygulama var. Cumhuriyet tarihinde kabul onaylanıp hiç uygulanmayan 2510 Nolu İskan Yasasına Ek 105 nolu yasa 7 Ekim 1960'ta çıkarıldı (Çiçek, 2010: 25).
Yasa niteliği itibarıyla 1945 yılında çıkarılan toprak reformu niteliğini taşıyordu. Ancak, bu yasa neden kabul edildi ve neden hiç uygulanmadı? sorusunun cevabını merak eden çıkmadı. Darbeciler ekim ayında bu 'şantaj yasasını' çıkarttıktan sonra Aralık 1960'ta 485 Kürt eşraf ve kanaat önderini Sivas Kampı'nda topladı.
Ek 105 nolu Yasa hiç uygulanmadan iki yıl sonra yürürlükten kaldırıldı. Tabi Sivas kampına götürülen Kürt eşraf ve kanaat önderlerinin tamamı da serbest bırakıldı. Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadıkları illerden toplanan bu nüfuzlu Kürk zümresi ile devlet arasında Sivas Kampında zımni bir anlaşma oldu.
Tüm varlıklarına devletçe el konulacağını biliyorlardı. 'Şantaj yasasıyla' devletle uyumlulaşmaları sağlandı. Bu eşrafın mal varlıklarına el konulmadığı gibi sonraki dönemde Türkiye siyasetinin iktidar kanadının bölgesel aktörleri durumuna geldiler.
Milli Görüş geleneğinin doğuşu ve etkileri
1960'lı yıllar Türkiye siyaseti ve iktisadi yaşamında sonraki yıllara etki edecek gelişmelerin tohumlandığı yıllar oldu. Üç mühendisler dönemi olarak tanımlayabileceğim -arada Ecevit de var- 30 yıllık bir dönem başladı. 1965'de güçlü bir çoğunlukla iktidara gelen Süleyman Demirel, zihniyet olarak DP geleneğini yansıtmasına rağmen devletin asker-sivil bürokrasisiyle uyumlu olmaya gayret etti. Devlet 'baba' nitelemesini hakkıyla üzerinde taşıyan Demirel, aynı meslek grubundan geldiği Necmettin Erbakan ve Turgut Özal ile siyasi çekişmeleri Türkiye'nin 30 yılına damgasını vurdu.
Planlı iktisat politikaları neticesinde uygulanan ithal ikamesiyle iç pazarda üretilen malların tüketim olanağı bulabilmesi için alım gücünün yükseltilmesini gerektiriyordu. Bu nedenle arttırılan ücretler sanayici ve işverenlere maliyet unsuru oluşturduğu halde talep unsurunu canlı tuttuğu için tercih edilmişti (Boratav, 2018: 138).
Bu aralıkta gelişen Anadolu menşeli iş dünyası TOBB bünyesinde siyaset üzerinde etki gücü olmayı başarır noktaya geldi. Nitekim Konya'da bir müteşebbis olan Necmettin Erbakan 1968'deki kongrede TOBB başkanlığına seçildi. İstanbul ve İzmir dışından 'kırsal müteşebbisin' temsilcisi niteliğindeki Erbakan'ın seçilmesi büyük ölçekli İstanbul burjuvazisini rahatsız etti ve Demirel üzerinde kurdukları baskıyla Erbakan'ın TOBB başkanlığının veto edilmesini sağladılar (Gürel, 2015: 43).
Erbakan'ın bu veto olayından sonra siyasete girdi ve 1969 seçimlerinde Konya'dan bağımsız milletvekili seçildi. Erbakan'ın siyasi aktör olarak ortaya çıkması Anadolu'da küçük ve orta ölçekli sermayedarlar açısından umut olmayı başardı. Bu gücü arkalayan Erbakan 1970'de önce Milli Nizam Partisi'ni (MNP) sonra da Milli Selamet Partisi'ni (MSP) kurdu.
Tesadüf o ki Erbakan'ın siyasi aktör olarak ortaya çıkmasıyla kendisini engellemeye çalışan İstanbul burjuvazisinin örgütü TÜSİAD'ın kuruluşu aynı döneme denk geldi. Erbakan uzun siyasi yaşamı boyunca tek başına iktidar olanağı bulamadı, ancak Türkiye iktisat yaşamının şekillenişinde oldukça etkili bir aktör oldu.
Sermayenin dini kimlik tanımı mümkün mü?
Erbakan olayından sonra Anadolu sermayesinin TOBB dışında kendisini ifade olanağı bulacağı örgütlü bir alan bulamaması nedeniyle etkinliğini sürdürdü. Bu da TOBB dışı yeni bir arayışın başlamasına sebebiyet verdi. TÜSİAD kuruluş gayesi gereği küçük ve orta ölçekli Anadolu sermayedarlarının üyeliğine kapalı bir işveren kuruluşudur.
Kuruluşundan itibaren TÜSİAD hükümetlerin ekonomi politikalarına -darbe dönemleri de dahil- doğrudan etki eden bir burjuva kuruluşu oldu. Buna karşın Anadolu sermayesinin siyasal iktidarlar üzerinde etki gücü oluşturmak istemesi ve bu amaçla kendi özgün örgütlülüğünü yaratması iktidar üzerindeki egemenliğini yitirmek istemeyen İstanbul-İzmir burjuvazisinin tepkisine neden oldu.
Bu tepki iktisat yorumcularının da diline yansıdı ve Anadolu sermayesi 'çevre' sermaye hamlesi olarak tanımlanmak yerine dini kimlik tanımı üzerinden homojenleştirildi. 'İslami sermaye' hatta kimi değerlendirmeciler daha ileri bir yorum geliştirerek 'İslamcı sermaye' tanımını yapmaktan imtina etmemişlerdir.
Sermayeye takke giydirmek isteyenlerin ortak referansları Weber'in ünlü eseri 'Protestan Ahlakı ve Kapitalizm'in Ruhu'dur. Weber'in kapitalizmin ruhuna ilişkin değerlendirmeleri konusuna girmek bu makalenin konusu değildir. Ancak çokça atıf yapılan bir değerlendirme ölçütü olduğundan şunu söyleyebilirim ki bu tez iktisadi gelişimler sürecinde ortaya çıkan örnekler itibarıyla yanlışlanabileceği hesaba katılmadı/katılmıyor.
Yine de Türkiye'de merkez-çevre sermaye gelişmeleri ve karşıtlıkları incelenirken çoğunluk ideolojik tezahürlerin ürünü değerlendirmeler sermayeye takke giydirme kolaylığı için tercih edilmiştir. Ülke bazlı sermaye gelişimi bölgesel endeksli tercihler nedeniyle gelişmişlik farklarını ortaya çıkardığından merkez-çevre dolayımını ortaya çıkarmıştır. Devletin kamusal alt yapı yatırımları da bu eşitsizliği besler nitelikte tercih edilmiştir.
Buraya kadar Türkiye iktisat tarihinin satır araları üzerine yaptığımız okumayla karşımıza çıkan tabloda sermaye sınıfının iç çatışmasının kökeninde din referansı, sadece sermaye birikiminin el değiştirmesinde araç olarak kullanılması vardır.
Önce gayrimüslimlere karşı milliyetle birlikte işlenmiş bu tema iktidarların karakterleri ve önceliklerine göre zaman içinde farklılaşmıştır. Batı merkezci siyaset sistematiğinde sermaye iktidarın paydaşıdır. Hatta iktidarın kendisidir. Devletin ideolojik kodlarına göre şekillenen ve palazlanan sermaye sınıfı ideolojik argümanlarını 'öteki dünya'da mülk edinme –cennetten pay satın alma- üzerine kurgulamaz.
Şu soruyu sorarak devam edelim: Erbakan'ın 'Milli Görüş' siyaseti Anadolu burjuvazisini topyekün 'öteki dünya'da mülk edinmeye mi ikna etti? Evet, cevabını vermek için kimsenin elinde veri olabileceğini düşünmüyorum. MÜSİAD'ın 1994'te yayımladığı 'İş hayatında İslam İnsanı' (Homo Islamicus) başlıklı raporundan yola çıkarak yapılan değerlendirmeler var.
Ancak karıştırılan husus, ideolojik yönelimin sermayenin karakterini değiştiremeyeceğidir. Artı-değerin üretim araçlarına hükmeden sınıfta birikmesinin inançla bağlantısını kurmak doğrulanacak bir yaklaşım olmayacaktır. Erol Yarar raporun önsözünde araştırmanın amacına ilişkin şu ifadeleri kullanmıştır:
İslami bir paradigmanın oluşmasında ve sosyal ilişkilerin buna dayalı olarak gerçekleştirilmesinde temel dayanak, İslami değerlerle mücehhez olarak yetişmiş, 'İslam insanı' olacaktır.
Raporda yer verilen makalelerin kendisi dahi Yarar'ın amaç olarak belirttiği 'Homo Islamicus'u işaret etmiyor. Birincisi; İslami paradigmada 'mülk Allah'ındır, insanlar Allah'ın mülkünün bekçileridir. Bugüne kadar her hangi bir MÜSİAD üyesinin 'ben bekçilikten sıkıldım, bundan sonra ben çalışan olacağım. Bekçiliği başkası yapsın' dediğine tanık olmadım.
İkincisi, kapitalist sistem kurallarına göre devlet-sermayedar ilişkisini kabul eden bir yaklaşım vardır –MÜSİAD raporunun kendisi de dâhil-. Temel İslami yaklaşım devlet-sermaye ilişkisini düzenlemek yerine sermaye-toplum ilişkisini düzenler. Vergilendirme tanımı zenginin yoksula katkısını hükme bağlar. 'Varlıkların kırkta birini bir ihtiyaç sahibine zekât olarak verilmesini' öngörür. Helal kazanç tanımı zekatın verilip verilmemesine göre yapılmaktadır. MÜSİAD üyelerine böyle bir davranış kodunu salık veriyor mu?
Üçüncüsü, işveren işçi ilişkisinde ücretlendirme sisteminde 'İslamcı sermaye'nin temsilcisi olarak görülen MÜSİAD üyeleri ile 'resmi devlet ideolojisinin yılmaz savunucusu' TÜSİAD üyeleri arasında farklılık var mı? Hükümet, işveren ve işçi temsilcilerinin birlikte belirlediği -genel olarak hükümet ve işveren temsilcilerinin isteğine göre- asgari ücreti yetersiz bulup, çalışanına fazlasını veren her hangi bir MÜSİAD üyesi var mı? Bu soruların hiçbirine cevap yazmak gerekli değildir. Öyleyse 'Homo Islamicus' nasıl olacak? Sanırım iş hayatında ben 'harama bulaştım' diyen bir işvereni bulmak mümkün değildir.
Özal'dan AK Parti'ye sermaye birikiminin el değiştirmesi
1970'li yıllar Türkiye siyaset ve iktisat politikalarında 'Aydınlar Ocağı' ideolojisinin belirgin izi vardır (Zürcher, 2014: 414). Türk-İslam sentezini işleyen bu kuruluş 24 Ocak kararlarında imzası bulunan Turgut Özal dâhil, Özal ile birlikte devletin üst kademelerine hükmeden pek siyasetçiyi etkilemiştir.
Düşünsel paradigma olarak milli burjuvaziye 'Türklük' ile birlikte 'İslamilik' kıyafetini giydirmenin tanımı bu şekilde yapıldı. 12 Eylül darbesi ve sonrasında şekillenen iktidarların yönelimleri doktrin olarak 'İslamcılık' olarak tespit edilemez. Buna rağmen 'İslamcılık' söylemi sıkça kullanılmıştır.
Türkiye ekonomi-politiği üzerinde değerlendirme yapan çoğu insan için 'İslami Kalvinizm' tanımı açısından ilham kaynağı olan Fetullah Gülen Türkiye'yi terk etme ihtiyacı duyduğunda şeriat kanunlarıyla yönetilen İran veya Suudi Arabistan'ı tercih etmedi. Amerika'ya gitti.
Özal'ın Türkiye siyasetindeki belirgin yeri iktisat politikaları üzerinden şekillenmiştir. Liberal bir perspektifle iktisadi gelişmeleri okuyan Özal, sermaye gruplarının özellikle de Anadolu sermayesinin etkisiyle neo-liberal politikalar izlemiştir. Anadolu sermayesinin kendisini var edebilmesi için bu politikaya ihtiyacı vardı.
Ancak aynı şeyi TUSİAD için söylemek mümkün değildir. Nitekim sermaye kapasiteleri ve uluslararası sermayeyle ilişkileri liberal devlet politikalarının devamını arzuluyordu. Özal iktidarı döneminde palazlanan ve büyüyen Anadolu sermayesi hükümetlerin şekillenişine etki edecek düzeye eriştiğinde bağımsız örgütlenme yoluna gitti. MÜSİAD, Özal dönemi iktisat politikaları ve yatırım tercihlerinin ürünü olarak ortaya çıktı.
Ancak, TUSİAD-MÜSİAD ikiliğinde düğümlenen sermaye sınıfının iç çatışmasından önce büyük sermaye grubunda bir eleme daha yaşandı. Gayrımüslim sermaye sahiplerinin daha önce maruz kaldığı akıbet bu defa 70'li yılların sonu itibarıyla özelikle de Özal döneminde fırsat aralığını bulan 'Kürt sermayedar' grubunun tasfiyesi yaşandı. Nokta dergisi birincisi 1986'da ikincisi Haziran 1994'te olmak üzere iki defa Türkiye'nin 100 büyük Kürt iş insanın listesini yayınladı.
94'te yayımlanan listede yer alan 6 iş insanı Türkiye'nin en büyük 10 holdingi sıralamasında yer bulmuşlardı. Listenin yayınlanışından itibaren Aralık 94'te Başbakan Tansu Çiller Kürt iş insanlarını hedef gösteren konuşmayı yaptı. Malum konuşmadan sonra iktidarın iş dünyası üzerindeki politikaları sertleşti. Kimi Kürt iş insanları öldürüldü, kimisi de sindirildi. Sindirilenler arasında Toprak Holding patronu Halis Toprak'ın çöküş hikâyesi bu dönemde olup bitenlere ayna tutmaktadır.
Ekonomist dergisi Kasım 2011 sayısında da Türkiye'nin 100 büyük zengininin listesi yayınlandı. İki liste karşılaştırıldığında 94'te ilk 10'da bulunan işadamlarının hiç birinin ilk 100 listesinde yer alamadığı görüldü. Bu dönemdeki sermayenin el değiştirmesi neo-liberal devlet politikalarının sonucudur ama tek başına bu parametreyle durumu özetlemek mümkün değildir. Başka siyasal erekleri de vardır.
İmparatorluktan cumhuriyete geçiş döneminde uygulanan milli burjuvaziye 'yaratma' politikasının yüzyılın son çeyreğine sirayet etmiş halini görüyoruz burada. Toprağa dayalı hazine yapısında merkezi idare yüklü vergilerle ayakta kalıyordu. İzmir İktisat Kongresine giderken çiftçilerin temel beklentilerinden biri; imparatorluk döneminden kalan 'aşar' vergisinin kaldırılmasıydı. Nitekim tarımdan sağlanan vergiler bütçenin yüzde 33'ünü oluşturuyordu. Aşar vergisinin kaldırılması bu oranı yüzde 10'a düşürdü. Kongrenin bir diğer önemli kararı ise devlete ait arazilerin köylülere satılması ve bu yolla tarımsal üretimin arttırılmasını sağlamak olmuştur.
1925 yılında devlet arazilerinin köylülere satılması yolunda bir karar alındıysa da bununla ilgili uygulama 1930'ların ortalarına kadar çok sınırlı kaldı. Devletin toprak sahiplerine karşı tavrında önemle vurgulanması gereken bir konu vardır. Hükümet Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki büyük arazi sahiplerine karşı farklı bir politika izlemişti. 1925'te başlayıp 1938'e kadar süren isyanlarda başı çeken ailelerin, güçlerini, Doğu'da hüküm süren büyük arazi sahipliği ve bağımlılık ilişkilerinden aldığından yola çıkılarak hükümet tarafından 1927 yılında idari, askeri ve toplumsal nedenlerle 1500 kadar asi ailenin Doğu Anadolu'dan Batı illerine nakli için kanun çıkarılmıştı (Çamurcuoğlu: 2009).
Batıya sürgün edilen ailelerin yaşamlarını idame edebilmeleri için terk ettikleri arazi değerinde yeni arazi tahsis edilme kararı alındı. İskân Kanunun 9'uncu maddesinde bu sağlanırken 10'uncu maddesinde ise aşiretlere ait kolektif araziler, şeyh, ağa, reis sıfatlı kişilere ait kayıtlı kayıtsız tüm gayrimenkuller kamulaştırılmıştır (Kaya: 2015).
Buradaki paradoksu anlamak bizi milli burjuvazinin 'yaratılması' için uygulanan 70 yıllık politikaları kavramamıza olanak sağlayacaktır. Özellikle aşiretlerin zilyedinde bulunan miri arazilerin kamulaştırılması üniter devletin bekası açısından elzem görülmüştür. Ancak, Urfa veya Mardin'de geniş arazi sahiplerinin sürgün sonrası Batı Anadolu'nun her hangi bir yerinde mülk sahibi olmasında beis görülmemiş olacaktır ki 9. maddede bahsi geçen düzenleme yapılmıştır.
MÜSİAD ve sonrası
Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği (MÜSİAD) kısaltma adıyla müsemma işveren örgütü Mayıs 1990 yılında kurulduğunda bin 100 vardı, güncel rakamlarla 15 bin üye sayısı 1.8 milyon istihdam potansiyeli olan Türkiye'nin siyasi baskı aracı olma hususunda en güçlü sivil toplum örgütü durumundadır.
MÜSİAD aktör olarak iş dünyasından siyasal yaşama müdahale etme imkânı bulunca da kendisine rakip çıkan TÜSİAD ile çatışması kaçınılmazdır. Tartışmaları iş dünyasının rekabet kuralları içinde yürütmek yerine siyasal kimlik ve inanç eğilimleri üzerinden yürütmek tercih edildi.
Bunun için de bir kimlik tanımı yapmak gerekiyordu. TÜSİAD'ın kimliği Batıcı-laik olunca, karşına rakip olarak dikilen MÜSİAD'ın da ne olacağı belli. "Bu olguyu tanımlamak için birçok adlandırma yapılmaktadır: 'İslami Kalvinistler, Anadolu Kaplanları, Yeşil Sermaye' bu adlandırmalarda kullanılan terimlerdir" (Ayhan ve Sağıroğlu: 2015). Tartışmanın kaynağı kimlik tanımlamasından ziyade Anadolu'nun oy deposu olma avantajını değerlendiren sermaye birikiminin el değiştirmesidir.
Türkiye'nin ekonomi-politiği Özal'lı yıllardan itibaren dışa dönük rekabetçi bir karakterde gelişim gösterdi. Bu iddiaya uygun hedefleri tutturmak için mal üretimi yanı sıra finans-kapitalin de alternatif kaynaklardan temini ihtiyaç haline geldi. Bu dönemde Batı merkezli finans kaynaklarına bağımlılıktan kurtulmak için yüzünü bölgesel finans kaynaklarına dönen hükümetler İslam ülkeleri finans kurumlarının Türkiye'ye girişine kapı araladılar.
İktidarların sağ milliyetçi muhafazakâr karakteri Anadolu burjuvazisinin kendine alan bulması için fırsat yarattı. Küçük ve orta ölçekli sanayi burjuvazisi önce birleşerek rekabet gücü oluşturdu. "Merkez/çevre analizinde, 'merkez'de konumlanan TÜSİAD'a karşı, MÜSİAD'ın toplumla özdeşleştirilip 'çevre'de konumlanması" (Ayhan ve Sağıroğlu: 2012) hem yeni fırsat aralıklarında Anadolu burjuvazisinin büyüme imkânı bulması hem de emekçi sınıflara yönelik ahlaki ve kültürel 'kendini bulma' politikasının muhafazakâr hükümetler olanak sağlamasına yaradı.
Ancak sanıldığı gibi MÜSİAD'a üye girişimcilerin ortaya çıkışları Erbakan'ın etkili siyaset yapma imkânı bulduğu 70'li yıllarda değil, Özallı yıllara denk geliyor. Erbakan ile ilişkili değerlendirilen Anadolu burjuvazisinin ülke-ötesi pazara yönelmesi Doğu Asya ile girilen ilişkiler nedeniyledir.
Malezya, Singapur, Endonezya, İran ve Pakistan gibi ülkelerle gerçekleştirilen ticari işbirliği anlaşmaları (Ayhan ve Sağıroğlu 2012) Erbakan'ın 'Adil düzen' programıyla birlikte değerlendirildiğinde İslamist bir yoruma ulaşılıyor. Batı dışı pazara mal satmak veya almak 'laiklik karşısı bir duruşu gerektiriyormuş gibi ideoloji-patentli değerlendirmeler yapılmaktadır.
28 Şubat Post-modern askeri müdahaleyle 'ikna' edilerek Başbakanlık koltuğundan kalkması sağlandı. Cumhurbaşkanı Demirel Anayasanın kendisine tanıdığı yetkiyi kullanarak parlamenter sistem normlarına göre kurulmuş meşru hükümeti devirdi. Ancak Erbakan'ın asıl tükenişini sağlayan bu müdahale değildir. Erbakan'ın sırtını yasladığı Anadolu burjuvazisinin bünyesinde örgütlü olduğu MÜSİAD'ın tutumu Erbakan'ın tükenişini sağladı.
28 Şubat süreci siyasi ve ekonomik politikaların alışıldık olan rotanın dışında alternatifler üzerinde yoğunlaşan Erbakan ve destekleyen toplumsal dinamiğe doğrudan bir müdahale oldu. 1997'de gerçekleşecek Avrupa Birliği zirvesinden tarih alma umudunda olan Batıcı siyaset ve sermaye dinamiğinin beklentilerinin aksi anlamına gelecek olan D-8 (Ocak 97) zirvesinin toplanması (Doğan: 2014) darbecilerin, toplumsal yaşam biçimi kaygısı duyan farklı ideolojik kamplardaki DİSK, Türk-İş, TÜSİAD, TESK, TOBB gibi iş ve işveren kuruluşları yanı sıra bu kaygıda birleşen siyasi partilerin desteğini almasına yetti.
1990'lı yıllarda iktidarın siyasal yapısı yerelden başlayarak sağdan muhafazakâr/milliyetçi sağa doğru kayması sermaye kurumlarının da tutumlarına yansımıştır. Bu dönemin önemli pazar dinamiği inşaat sektörü ve yerel yönetimlerden geçinmeli iş dünyası olmuştur. Neo-liberal karakterde genişleyen burjuvazinin önünü açmak için dual ekonomik politikalar devreye sokuldu.
Mümkün olduğunca çok üretim, az ithal etmeyi arzulayan bu dönem ekonomi-politiği Özal'ın son döneminde Türkiye'ye kanalize ettiği Körfez sermayesi Özel Finans Kuruluşları şeklinde önemli bir finansman kaynağı durumuna geldi. Nuray Ergüneş, 1980'den-2000'e kadar olan süreçte Türkiye'deki para-sermaye alanındaki baş döndürücü gelişmeleri ve el değiştirmeleri kaleme aldığı makalesinde şu önemli tespiti yapar:
Türkiye'de 1980 sonrası bankacılık sektöründe yaşanan değişim ve dönüşümler, genel olarak sermaye gruplarının birikimlerini arttırma çabası içinde temel stratejilerini, özel olarak da bu yapı içerisindeki sınıf içi çatışmaları anlamakta önemli veriler sunar. Sermaye gruplarının temel stratejisi, soyut anlamda para-sermayeyi kontrol altına alma çabası olarak isimlendireceğimiz finansal alana ilişkindir (Ergüneş: 2012).
Körfez ülkeleriyle bağlantılı 'kar payı' kavramsallaştırmasıyla artı-değeri katılımcısına sunan faizsiz bankacılık kuruluşları -Albaraka Türk, Faisal Finans ve Kuveyt Evkaf- ön plana çıkarılarak sermayeye İslami kimlik kazandırmak ve bunun üzerinden bir fikir dünyasına erişmek Türkiye -özellikle de Anadolu- gerçekliğiyle pek uyuşmaz.
Gülen, Işıkçılar ve Nakşibendi tarikatların bu finans kuruluşlarıyla ilişkisi inkâr edilemez. Ancak bu ilişkinin sermaye karakteri ve kar döngüsünde kapitalist paradigmanın dışında başka bir paradigmaya tezahür ettiğini sanmak yanılgıdır. Ergüneş'in isabet ettiği dönemdeki para-sermayenin geçirdiği adres değişiklerinin toplamına baktığımızda ortaya çıkan ilişkiler ağında ABD, Körfez ülkeleri ve Türkiye'yi görüyoruz. Hatta ABD-Körfez ilişkisinin Türkiye'deki para-sermaye döngüsüne birlikte adres oluşturmuştur.
1980-1999 yılları arasında el değiştiren banka sayısı 22'dir (Ergüneş: 2012). Bu aralıkta Anadolu burjuvazisinin hatırı sayılır ölçüde finansman kaynağına kavuştuğunu söylemek mümkün. Dikkat edilirse, Ak Parti iktidarları dönemine ilişkin 'İslamcı Sermaye'ye yoğunlaşan araştırmalar var. Bu araştırmaların ana teması Anadolu burjuvazisinin Türkiye'nin toplumsal yaşam şeklinin değişmesi yönünde 'İslamcı iktidar'dan taraf olduğu sanısıdır. Oysaki veriler bu kaygıyı beslemiyor.
2000'li yılların Türkiye'si ekonomi-politiği açısından ülke-ötesi yeni fırsat aralığına kavuştu ve bu fırsat aralığı sınıf içi yeni bir çatışma dönemine girdi. Özellikle enerji geçiş hatları üzerinde bulunan Türkiye'nin jeo-stratejik önemi arttı. Bu dönemde yapılan yatırımlarda kimlerin nasipleneceği sınıf içi çatışmanın ana unsuru olmuştur.
"Türkiye, Norveç, Rusya ve Cezayir'in ardından, Avrupa'ya enerji sağlayan dördüncü ana damar" (Efegil ve Özsavaş: 2012) haline geldi. Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı, Samsun-Ceyhan petrol boru hattı, Hazar geçişli doğal gaz boru hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum doğal gaz boru hattı, Güney Avrupa Doğal Gazı Zinciri projesi, Arap doğal gaz boru hattı ve Irak'ın doğal gaz kaynaklarının uluslararası piyasalara sunması...
Bu projelerin her biri sermaye sınıfı içinde ciddi bir rekabet unsurudur. Anadolu toplumsal dinamiklerinin desteğini arkalayan bir hükümet yapısının olması, bu rekabette Anadolu sermayesini avantajlı konuma taşımıştır. Bu nedenle MÜSİAD'taki nicel büyüme sürpriz değildir.
Sonuç
Üretim araçlarının Karl Marx'ın belirlemesine göre egemenliğin aracı durumuna gelmesi için hukuki bir önvarsayıma dayanması gerekmektedir. Sınıfsal ayırımı üretim araçlarına sahip olmak üzerinden değerlendirmek dışında bir argüman söz konusu olamaz.
Burjuva toplumu, tarihin en gelişmiş ve en çokyönlü üretim örgütlenmesidir. Bu toplumun yapısının kavranması, ilişkilerini ifade eden kategoriler, bundan dolayı, yıkıntılarından ve ögelerinden burjuva toplumun kendini inşa ettiği, bir bölüğü hala feshedilmemiş olan kalıntılarını beraberinde taşıdığı, başlangıçta salt nüanslardan ibaret olan özelliklerini açık anlatıma kavuşturduğu vb., tüm ortadan kaybolmuş toplumsal formasyonların da üretim yapı ve ilişkilerini kavramamıza olanak sağlar (Marx, 1979: 176).
Burjuva sınıfının kimlik şekillenişine dair farklı bir yaklaşım içinde olan Max Weber dinin sermaye sınıfının gelişimi üzerinde etkisi olduğunu söylemekle birlikte, Marx'ın diyalektiğine yakın bir savunuya sahiptir.
Büyük çağdaş endüstriyel ve ticari girişimlerde, sermaye sahipliği, yönetim ve işgücünün üst seviyelerinde Protestanların göreli payının daha fazla olmasının tarihsel nedenleri olabilir (Weber, 2017: 29).
Cümlenin devamında ise ikinci bir olasılık olarak da "dini aidiyetlerin bu ekonomik olgunun nedeni değil kısmen sonucu olduğunu işaret eder gibi gözükmektedir" şeklinde ihtiyatlı bir cümle kurar.
Marx, bize toplumsal örüntünün üretim yapı ve ilişkilerinin belirlenmesinde etkili olduğunu vurgulamakta haklıdır. Çünkü toplumsal formasyonlar belli bir düzenlilik ilkesine göre gelişir. Bu düzenliliği bizim tek bir nedene ve dolayısıyla bu nedenden yola çıkarak somut bir kimlik tanımına indirgeme şansımız söz konusu olamaz.
Weber de benzer şekilde kimlik şekillenişinin 'ekonomik olgunun sonucu' olabileceğine işaret eder. Ekonomi-politiğin yorumlanışında subjektif varsayımlardan hareketle kesinlik ifade eden kimlik vurguları sınıfsallık dışındaki toplumsal kategorilerle tanımlama şansı yoktur.
Segmenter toplumsal örüntüden yasallığın temellendiği çağdaş topluma geçişle birlikte üretim araçlarının sahipliği hususunu salt hukuki dayanaklara yaslanarak tarif etmek güçtür. Hukuki dayanak sahipliğin güvencesi olarak düzenlenmiştir. Bu düzenleme üretim araçlarını elinde bulunduran zümrenin inanç kimliğine göre yapılmamıştır. Hukuki dayanak sermaye sahiplerinin varlığını sürdürmenin teminatı olarak vardır.
Sermaye sahiplerinin kendilerini güvende hissetmeleri için salt sahiplik hukukunun düzenlenmesi yeterli değildir. İdari ve siyasi sistemin aynı kurguya göre düzenlenmesi ihtiyaçtır. Bu nedenle sermaye -Sanayi Devriminden itibaren- toplumsal sistemin şekillenişini sağlayan hukuki düzenlenişin tamamına hükmetmek istemiştir. Ekonomi-politik aynı zamanda sosyo-ekonomik bir argüman etrafında şekillenmiştir.
Osmanlı iktisat yapısı David Ricardo'nun tanımladığı şekliyle üç sınıfı kendi içinde barındırıyordu (Ricardo, 2007: 23). "Rant, kar ve ücret" şeklinde yapılan ayırımda, ekonomik kaynaklara hükmeden seçkinler -ki bunlar çoğunlukla aynı zamanda Saraya askeri güç sağlayan uçbeyleri ve mirler ile birlikte doğrudan Sarayın güvenliğini tedarik eden tımarlardır-, neredeyse tamamı gayrımüslimlerden oluşan tüccarlar ve ücretli yoksullar Ricardo'nun yaptığı tanımın çerçevesine oturmaktaydı.
Egemenliği besleyen zenginler/imtiyazlılar sınıfı doğrudan veya dolaylı olarak Sarayın yönetimine de etki ederlerdi. 19'uncu yüzyılın başından itibaren özellikle Batı'daki gelişmelere paralel olarak Saray yönetimine etki etmenin yanı sıra idari/siyasi yapının değişime zorlanmasında da etkili olmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son iki yüzyıldan itibaren değerlendirme konusu yaptığımız bu ilişki sistematiğinde kimlik tanımına ulaşmak günümüz ideolojik angajmanları çerçevesinde oldukça zor bir iştir. Kimliği tanımlama unsuru olarak ideolojik angajmanların kullanılması Weber'den Türkiye entelektüel sınıfına sirayet etmiş yanlışlanma ihtimali yüksek bir yaklaşımdır. Başlangıçta gayrı-Müslim, Müslüman Türk ikiliğinde tanımlanan ilişkide 'Müslüman Türk' burjuvazisi yaratılmak istendi. Bu ikilik ortadan kalkınca da Batıcı-laik, İslamcı burjuvazi ikiliği tartışma konusu oldu. Ki ikinci tablo devam ediyor.
Sermaye sınıfının iç çatışmasından hareketle sürdürülen tartışma toplumsal örüntünün sorgulanmasına vardırılmak istenmektedir. Türkiye'nin siyasal sistem krizini ötelemek veya gizlemek dışında başka bir amaca hizmet etmeyen bu tartışmanın sonlanabilmesi için siyasal sistem bunalımının tartışma konusu yapılması gerekir. Çünkü Türkiye'nin muayyen meselesi Batı pozitivizminden esinlenmiş tekilleştirici sistem kurgusudur.
Muayyen meseleler konusunda geçici çoğunluğun iradesine uyma yönündeki mutabakat, bu çoğunluğun daha kuşatıcı bir organ tarafından önceden vaz'edilmiş genel ilkelere riayet edeceği şeklindeki anlayışa dayanır (Hayek, 2013: 277).
Demokratik sistemlerde geçici çoğunluk iradesinin azınlık iradesinin hak ve hukukunu gözetmesini denetleyecek daha kuşatıcı organ anayasa (tek başına yasama demeyi tercih etmeme nedeni, yasama kurumunun çoğunluk iradesiyle azınlığın hak ve hukukunu hiçleştirebilme ihtimalidir. Buradaki yasama kurumu tabiri temel erkler prensibini kapsamaktadır) kurumudur. Eğer inşa edilen siyasal sistemin erkler ayrılığı prensibi 'kuşatıcı organ'ın yürütme organı tarafından kuşatılmasını sağlıyorsa ekonomik anlamda fırsat eşitliği prensibi yok demektir.
Türkiye 'mobilize' edilmiş bir siyasal rejim tarafından yönetilmektedir. "Mobilize edici otoriter rejimler, sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanan, ya da yabancı bağımlılığa karşı başkaldıran devletlerde ortaya çıkmışlardır" (Linz, 2012: 253). Türkiye'nin rejim tanımı Linz'in işaret ettiği şekilde yapılabilir mi? Mobilize edilmiş rejimler tanımına göre evet demek mümkündür. Türkiye edilgen asker-sivil bürokrasi ülkesi olmamıştır. Liberalizm ile demokratik yönetişim noktasında bir yerde durmuştur. Faşist rejimlere nazaran daha katı ideolojik bir karaktere sahiptir.
Şimdi makalemizin temasına ilişkin sorduğumuz soruya dönerek cevabımızı verebiliriz: İdeolojik argümanların İslami Sermaye olarak tanımladığı bu itirazlar esasında gerçekten İslami kimliğiyle tarif edilebilirler mi?
İstanbul sermayesinin çatı örgütü olan TÜSİAD'a karşı Anadolu Kaplanlarının çatı örgütü olarak MÜSİAD. Her biri bir ideolojik kampın tezahürü olarak bilinirler. TÜSİAD denildiğinde devletin kurucu aklı, MÜSİAD denilince de isminin baş kelimesi 'müstakil' -ki bu genel olarak 'Müslüman' olarak kodlanır- tanımından dini bir kimliği çağrıştırır.
Üretim araçlarının sahibi olan zümrenin artı-değere sahip olması ve bunun neden olduğu sınıfsal çelişki ve eşitsiz dağılım yerine üretim araçlarını ellerinde bulunduranların ideolojik kodlarını tartışmak doğru mudur? Benim cevabın hayır, olacak.
Kaynakça
Ahmad Feroz (2014) Modern Türkiye'nin Oluşumu (çev. Yavuz Alogan)İstanbul. Kaynak Yayınları
Ayhan, Berkay ve Sağırolu Seher (2012) İslami Burjuvazinin Siyasal İktisadı: MÜSİAD Örneği, Praksiz
Bora, Tanıl (2017) Cereyanlar Türkiye'de Siyasi İdeolojiler, İstanbul, İletişim
Boratav, Korkut (2018) Türkiye İktisat Tarihi 1908-2015, Ankara, İmge Yayınları
Buğra, Ayşe ve Savaşkan, Osman (2015) Türkiye'de Yeni Kapitalizm, İstanbul, İletişim
Çamurcuoğlu, Gülden (2009) Türkiye Cumhuriyeti'nin Toprak Reformu ve Milli Burjuvazi Yaratma Çabası, Gazi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XIII Y. Sayı 1-2
Çiçek Nevzat (2010), 27 Mayıs'ın Öteki Yüzü: Sivas Kampı, İstanbul, Lagin Yayınları
Doğan, A. Ekber (2014), Siyasal Yansımalarıyla İslamcı Sermayenin Gelişme Dinamikleri ve 28 Şubat Süreci, www.dergipark.org.tr
Efegil, Ertan ve Özsavaş, Sibel (2012) Türkiye'nin Enerji Politikası, Avrupa Birliği'nin Enerji İhtiyacı, Hazar Havzası Enerji Kaynaklarının Dünya Enerji Sektörü Açısından Önemi ve Uluslararası Petrol Şirketlerinin Bölgedeki Girişimlerine Genel Bakış,
Ekonomist Dergisi (Kasım 2011) Türkiye'nin 100 Zengini
Ergüneş, Nuray (2012) Banka Sermayesi Üzerinden Sınıf İçi Çatışmaları Anlamak, Praksis sayı. 19
Gürel, Burak (2014) İslamcılık: Uluslararası Bir Ufuk Taraması, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP (der. Neşecan Balkan, Erol Balkan ve Ahmet Öncü), İstanbul, Yordam Yayınları
Hayek, Friedrich Von, (2013) Özgürlüğün Anayasası (çev. Yusuf Ziya Çelikkaya), Ankara, Bigbang Yayınları
İnalcık, Halil (2014), Tanzimat Nedir?, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu), İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları
Kaya, S. Yelda İskan ve Toprak Dağıtımı Politikaları Işığında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (https://dergipark.org.tr) Erişim: 24.09.2020
Koçak, Cemil (1997) Siyasal Tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi 4. cilt, İstanbul, Cem Yayınları
Kongar, Emre (2016) Türk Toplumbilimcileri, İstanbul, Remzi Kitapevi
Linz Juan J. (2012) Totaliter ve Otoriter Rejimler (çev. Ergun Özbudun), Ankara, Liberte
Mardin, Şerif (2014) Tanzimat Fermanı'nın Manası: Yeni Bir İzah Denemesi, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu (Halil İnalcık ve Mehmet Seyitdanlıoğlu), İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları
Marx, Karl (1979) Grundrisse Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma (Çev. Sevan Nişanyan) İstanbul, Birikim Yayınları
Moore, Barrington Jr. (2011) Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri (çev. Şirin Tekeli - Alâeddin Şenel), Ankara, İmge Yayınları
Nokta Dergisi (Haziran 1994), Türkiye'nin Yüz Kürt Zengini
Özbudun, Ergun (1989) Atatürk ve Demokrasi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 14
Ricardo, David (2007) Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri, İstanbul, Belge Yayınları
Sander, Oral (2010), Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara, İmge Yayınları
Tuncay, Mete (1997) Siyasal Tarih (1908-1923), Türkiye Tarihi 4. cilt, İstanbul, Cem Yayınları
Uluç, Hıncal (28 Kasım 2007), https://www.sabah.com.tr/yazarlar/uluc/2007/11/28/ataturk_un_bankasi_yapma (erişim:19.04.2020)
Weber, Max (2017) Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (Çev. Gökhan Rızaoğlu), İstanbul, Oda Yayınları
Yankaya, Dilek (2014) Yeni İslami Burjuvazi Türk Modeli, İstanbul, İletişim
Yarar, Erol (1994) Homo Islamicus, MÜSİAD raporu (önsöz), İstanbul
Yerasimos, Stefanos (2000) Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (çev. Babür Kuzucu), İstanbul, Belge Yayınları
Zürcher, Erik Jan, (2014) Modernleşen Türkiye'nin Tarihi (çev.Yasemin Saner) İstanbul, İletişim
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish