Zamanın o eski ağzında, gözle temas eden her şey insanın duygularını ve düşüncelerini yerle bir ederdi. İnsanı değiştirir, dönüştürürdü.
İnsan, alıştığı yaşamın dışına çıktığında o şaşkınlık halleriyle yaşamın içinde ilginç tepkiler verirdi.
Televizyon ve radyoyla ilk kez karşılaşan insanlar, televizyon ve radyoya karşı en saf tepkilerini gösterdiğini anlatılanlardan biliyoruz.
Nenelerimiz, dedelerimiz ve diğer büyüklerimiz teknolojinin bu icadı karşısında kâh telaşlanmış, kâh yüzünü kapatmış, kâh radyo ve televizyonu yabancı bir insana benzetmiştir.
Yıllar önce yurt dışında çalışan akrabalarımdan duymuştum. Biri izne geldiğinde, seslerini kasetlere kaydedip onunla birlikte ailelerine gönderirlerdi.
İzne gelen kişi, yanında getirdiği teyple tek tek evlere girer, her bir aileye kaseti dinletirmiş.
Teypten oğlunun sesini duyanlar, teype sarılır, ağlarmış. Göğsüne bastırıp oğlunun hasretini dindirirmiş.
Öyle ki bununla yetinmez, kasetteki ses "Nasılsınız, iyi misiniz?" diye sorduğunda evdekiler de "Biz iyiyiz, sen de iyi misin? İyi ol" gibi cevaplar verirmiş.
Kimi de televizyonun evlere ilk girdiği zamanlardan bahsediyordu.
Televizyonun her görüntüyü, her sesi kaydettiğini ve onları izlediğini düşünen bir adamın televizyonu uyku saatlerinde dışarıya çıkardığını anlatıyordu.
Şu anda gülümseyerek karşıladığımız bu durumlara, o gün insanlar büyük bir ciddiyet ve saflıkla bakıyorlardı.
Bu yüzdendir ki, konuştuğum her yaşlının dilinde dönen o cümle:
Eski zamanlar çok güzeldi.
Bu cümle onların eski zamana olan özlemini anlatır.
Celîle Celîl, Erivan Radyosu'yla ilgili anılarından bahsederken, babası Casîme Celîl'in radyonun kuruluşundan sonra köy köy gezerek dengbej aradığını, bir gün bir köyde, genç bir kadının, güzel sesini kaydetmek istediğini, fakat kadının, "Eğer sesimi radyoya verirsem, bir daha konuşamam. Sesim yok olur" diye cevap verdiğini aktarıyordu.
Saflığın, mitselliğe dönüştüğü Erivan Radyosu dinleyicilerinde göründüğünü belirtmekte beis görmüyorum.
Saflığın yitirilmediği, gündelik yaşamda nesnelere, insanlara farkında olmadan hâlâ mitsel kahramanlıklar yükleyen bir yerde, ne anlatmak biter ne de dinlemek.
Kars'ın Digor ilçesine önceden konuştuğum bir arkadaşımla buluşuyoruz.
Erivan Radyosu'nun dinleyicilerinden olan Dedo Dede ile görüşmek için ceviz ağaçlarının yükseldiği caddeden yol alıyoruz.
Evlerin bacalarından tüten dumanlar, karlı tepeler ve çatılar ilçeyi çevreliyor.
Eve vardığımızda sessizlik hakimdi. Kapıyı vurduk, Dedo Dede'nin eşi kapıda bizi buyur ediyor. İçeri giriyoruz.
Tahta damlı sıcak evin orta yerinde soba yanıyor. Sobanın üzerinde kaynayan güğümün suları dökülüyor. Cıs cıs cıs sesleri arasında merhabalaşıyoruz.
Dedo Dede, birkaç ay önce tamir için çatıya çıkmış. Dengesini kaybedip düşmüş, sırtında ve ayaklarında kırıklar oluşmuş.
O günden beri, bu odadan dışarı çıkmıyor. Hafızası da bir gidip bir geliyor. Sesimizi duyurmak için durmadan bağırıyoruz.
Bağırmak da bir yerden sonra kâr etmiyor, yanlış anlıyor. Yine de bu yanlış anlamayı da es geçmeyip cevap veriyor.
Çerçeveli gözlüğünün kalın camları arkasında ışığını kaybetmeyen gözleri, bizi izliyor.
Mütemadiyen gözetleyen bir bellekle anlatıyor kendini. Geçmiş düşüyor. Geçmişin zorlukları ve güzellikleri.
Aşılan yollar, gidilen köyler, halay çekilen düğünler. Söylenen türküler uzanıyor yanı başımızda. Bir dağ, bir dere ve bir bahçeden geçiyoruz gibi.
Ve kalabalıklar. Dedo Dede, eskiden kaval çalarmış. Nefeslenir orta yerde, bir de üstüne uzun hava söylermiş. Gelenler dinler, gidenler bir daha gelirmiş.
Unutmazmış hiç.
Dedo Dede'ye, "Radyoyu anlat" diyorum.
Ama o başka yerlerde, "Neyi?" diyor.
Hep bir ağızdan "Radyo radyo" diyoruz.
Yine duymuyor. Duysa da anlatmak istediklerine odaklanıyor. Ama anlattıklarının da radyoyla uzaktan yakından alakası yok.
"Ben, bir sürü ameliyat geçirdim. Kalbimden ameliyat oldum, gözümden oldum, karnımda tümör vardı, oradan ameliyat oldum. Biliyor musun, beni Ukraynalı bir doktor ameliyat etti" diyor.
Eşi Fatma, hemen araya giriyor, "Radyodan bahset, eski zamanlardan konuş, ne yapsınlar ameliyatını" diye söyleniyor.
Dedo Dede ise, "Ne diyor bu?" deyip aynı yerden devam ediyor, "Sırtımdan da ameliyat oldum."
Bu sefer yanımdaki arkadaşım araya giriyor, "Dedo Dede, Erivan Radyosu'ndan bahset" diyor.
Neyse ki artık duyuyor;
Köyde yaşarken düğünlerde insanlar bir araya gelip türkü söylüyor, halay çekenler de çoğalıyordu. Sonra ilk radyo bizim eve geldi. Radyoyla birlikte bizim evde de her gün düğün vardı. Radyonun düğünüydü bu.
Derken gençlik yıllarından dilinden düşürmediği türküleri sıralıyor. Biri bitiyor, diğerine başlıyor.
Sonra bir sessizlik olacak diye beklerken, yürütecini gösterip "Buna ben Ecevit adını koydum. O da Ecevit gibi" diyor. Gülüşüyoruz.
Sonra yine anlatacağını beklerken o başka konulara dalıyor.
Eşi Fatma yine araya giriyor, "Radyoyu anlat" diyor yüksek sesle.
Dedo Dede, ha konuştu ha konuşacak, radyolu yolları anlatacak diye ağzının içine bakarken, "Ben değirmencilik yaptım, taş ustalığı yaptım, aşçılık yaptım, marangozluk yaptım… ne sayarsan say her şeyi yaptım" diyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Her şeyi birbirine iyice karışmadan eşi Fatma'ya dönüyorum;
- "Radyoyu hatırlıyor musun?"
- "Nasıl hatırlamaz mıyım?"
- "İlk olarak nerede duydun?"
- "Radyo ilkin bu eve geldi. Yani köydeyken bu evde radyo vardı."
- "O zamanları anlatabilir misin?"
"Evet" diyor.
Fotoğrafı çekerken, "Dur, eşarbımı değiştireceğim" diyor.
"Böyle iyi" diye yanıtlıyorum. Yine de üstünü başını düzeltiyor.
Eskiden her şey güzeldi. İnekleri sağardık; yoğurt, çeçil, peynir, yağ yapardık. Bolluk vardı. Komşular giderdik, onlar da bize gelirdi. İnsanlar yan yana gelip konuşurdu. Herkesin inekleri, koyunları vardı. Zaman geçirdikleri şeyler vardı.
O bunları anlatırken ben kendi içimde yine asıl konudan uzaklaştı diyorum.
- "Radyoyu anlat."
- "Beklesen anlatacağım. Bırakmıyorsun ki anlatayım."
Marquez gibi, asıl olayın etrafından dolaşacak, en sonunda da getirip konuya bağlayacak diye düşünüyorum. Bekliyorum.
Biz radyoyu sandığa koyardık. Sandığı ertesi güne kadar kilitlerdik. Radyo saati geldiğinde, sandıktan çıkarır, sardığımız bezi kaldırıp sandığın üzerine koyardık. Düğmesine basıp beklerdik.
Sonra, 'Erivan konuşuyor' derdi adam. Herkes heyecandan ne yapacağını bilmezdi. Öylece minderlerde sıralanıp dinlerdiler. Yazları da pencereye kafalarını sokan köylüler, söylenen türkülere eşlik ederdi.
- "Radyoyu ilk gördüklerinde ne düşünüyorlardı?"
- "Ben gündüzleri çeşme başına gittiğimde, kadınlar, 'Radyoda konuşan adamlara akşam yemek veriyor musunuz', 'Onlar sandıkta mı uyuyor' diye sorarlardı. Dedo, hastalanmasaydı o daha çok şey anlatabilirdi. Hastalanınca unutkanlığı da başladı."
- "Peki, şimdikiler mi güzel söylüyor, yoksa eskiler mi?"
İki elini de kaldırıp "Şimdikilerden hiçbir keyif alamıyorum. Eskileri dinleyince herkes derdine dönerdi. İnsanı susturmayan hiçbir türküyü sevemiyorum."
Cümlesine son noktayı koyar koymaz, suskunluk çöküyor.
Dedo Dede bir şeyler anlatıyor. Ama duymuyoruz. Her şey donuyor. Bakışın eski tarihi yüzünde beliriyor. O bakışın anlattıkları ve anlatamadıkları
Biz de o bakışın hafızasıyla yaşıyoruz. Geçmiş çöker, an ölür, hüzünlü bir yol çizer. Ne bitmez bir şey, aynı çocukluk gibi.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish