Ölüm fikrini taşımak ya da bir ölüme şahitlik etmek ölümle yüzleşmek midir?
Tüm canlıların ölümle eninde sonunda tanışmasına rağmen, ölümle yüzleşip ölüm fikrini zihninde taşıyan tek canlı insan.
İnsanlar ölüleri gömüp tören düzenlerken, hayvanlar genelde ölülerinin bedenlerini ortada bırakırlar. Bu da onu, ölüm ve yaşam sınırları içinde süregelen bir sorgulamaya iter.
Hem duygunun, hem düşüncenin bir arada insanı hayati bir soruyla temas ettirdiği noktada, sorgulama da başlar.
Bu sorgulamada, bireyin yaşamını kimi zaman felaketlerle tahrik eden, vücut bulan bir şeye dönüşür ölüm.
İnsanın ölüme dair çizeceği korku, endişe bir bütün halinde ölüm düşüncesinin merkezine götürür.
Doğum ile ölüm arasında giderek yükselen sınırların içinde insan da kendi doğasının gereği ölümü şahit oldukları üzerinden tarif eder. Ya da en bunalımlı ve korku dolu anlarında düşünmeye başlar.
Doğmuş olmak, aynı zamanda ölümlü olmanın adını alır. Varoluşunu kabullenen bireyin ölüm fikriyle yanıp tutuşması, bunun korku ve cesaretinde, devamlılık arz eden çaresizlik duygusuyla karşı karşıya kalabilir.
Hatırlanmak istenmeyen bir hayatta, elbette ölüm güçlü bir şeye bürünerek bireyin büyük bir endişeyle kendini fark ettiği yeni bir yol açar.
İnsan olabilmenin sınırlarını çizen, insanın insana, doğaya ve diğer canlılara bakışını hatırlattığı gibi sonluluk gerçeğini de insanın önüne çıkarır.
Öyleyse insan hâlâ hayattaysa, ölmediyse varoluşuyla ölüm fikriyle bağdaş kurar zihninde.
Ölüm fikri tek başına bir biçime sokulmadığı gibi birden çok olgunun devreye girmesiyle gerçekliği yok edilemez.
Kültürel, dinsel, mitolojik ve tarihi pratiklerle yapılan ölüm törenlerinin, ölüm ritüellerinin her biri, ölümden sonra değişen yaşamı bir bir gösterir. Çünkü ölümün kendisi, ebedi bir yaşamın temsili olarak belirir.
Ama bunu sadece dinlerin bir icadı olarak düşünmek, ilk çağlardan bu yana devam eden ölü beden üzerindeki ritüelleri yok saymak demektir.
Bu formun dışında, aslında merkeze alınan ve daha çok üstüne eğilen bir şey varsa, o da ölüm fikrinin insan yaşamına tesir eden yanları.
Peki, yaşarken ölmeyi ölmek nasıl gelişir?
Bu noktada şunu demek lazım belki de: Ölüm fikrini düşünmek, ruhu harekete geçirmektir.
Çünkü insanın duygu ve düşünceleri çerçevesinde en başından beri bir acı ve ağırlık olarak görülse de, çekilen acının ve yaşanılan ağrının insanı yaşama tutunmak için harekete geçirdiği de ortadadır.
Bu noktada Nobel Ödüllü yazar Olga Togarczuk'un romanı Son Hikâyeler, ölüm fikrinin etrafında dolaşan büyük bir anlatıyı haber eder. Ama bu anlatı, somutsal yanlarıyla değil, soyut yanlarıyla görünmezliğe koşar.
Togarczuk, anılarını hatırladıkça gerçek yaşam içinde acıları çoğalan üç kadını, şiirsel bir yapıyla aktarırken içsel karmaşıklıklarını ölüm ve anılar üzerinden anlamlandırarak, belirsizlik ve dramla yüksek bir anlatıya dönüştürür.
Ama bunu insani bir mercek yardımıyla yaparak gerçeğe ulaşma çabasıyla aktarır. Yaşamın eski tonlarıyla, köylerle, sevincin dolup taştığı zamanları gün yüzüne çıkararak şimdiki zamanda yavaş yavaş çürüyen her şeyi ele alır.
Üç bölümden oluşan Son Hikâyeler romanı, ilk bölümde Ida, ikinci bölümde Paraskeva, son bölümde ise Maja karakteri var.
İlk bölümde Ida'nın kendi ölümüne dair canlılık, yaşamın temsiliyetine de vurgu yaparak romanın ana çerçevesine kapıyı aralar:
Ölmüş, cenaze alayını görüyor, tabii en önce ikisini: Acıyla sallanan güzel ve huzursuz annesini, aman nasıl pişman, ah nasıl pişman ve yüzü gözyaşlarından sırılsıklam olmuş babasını, arkada okuldaki tüm çocuklar, öğretmenler, doktorlar, hemşireler.Kendi ölümünün düşüncesi çok güzel, tatlı taze bir üzüm, mevsimin ilk elması gibiydi.
Anneanne, kızı ve torunu, üç yaşamın kan bağıyla görünürdeki yakınlığı, aynı zamanda uzaklığın temsilini de gözler önüne serer.
Birbirlerine kan bağıyla miras bıraktıkları bir fikrin izlerini takip ederler.
Yaşamlarındaki açıklık, amansız fikirlerin etrafında dolaşırken bir çıkmazın içinde debelenip dururlar.
Fakat, bu çıkmazda duran ölüm fikri tüm gücüyle hayatlarını ele geçirmiş, kopukluklarıyla yaşamları arasındaki örtüşmeyle deneyimlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olur üç karakterde.
Üçü de evlenmiş, çeşitli nedenlerle ayrılıklar yaşamış kişilerdir. Duygusal soğukluğu ve kayıtsızlığı sonuna kadar yaşamlarında tatmış bu karakterler, hatıraları kamçıladıkça mesafe büyür, ve çektikleri acılar da artış gösterir.
Olga Tokarczuk'un bu romanında ölümle ters bir önermeyle karşılaşırız: ilk hikayâde Ida kendi ölümünü prova eder, ikincisinde Paraskeva umutsuzluk içinde bir köyün sakinlerine kocasının öldüğünü bildirmenin bir yolunu arar ve üçüncüsünde, Maja iki kez oğlunun ölümünü örtbas etmeye çalışır.
Paraskeva karakteri ölüm sonrası ortaya çıkan her şeyi süzerek sonuca varır:
Temel düzenek böyleydi; insanları kendilerinden almak ve kukla gibi sağa sola fırlatmak, yapayalnız, başıboş noktacıklara dönüştürmek, yitmesine, unutulup gitmesine izin vermek. Bunu yapmak kolay; insanları, hataların düzelmez, hükümlerin silinmez olduğuna, kararların sonsuza dek verildiğine ve hiçbir ama'nın bulunmadığına ikna etmek yeter. Bir de şu var: Olanın başka bir şekilde olabileceği düşüncesini vermek. En büyük zehir bu.
Togarczuk'un ölüme bakışı
Dünyaya sevgiyle katlanmanın olabileceğini satır aralarında aktarırken, ölümün de bir katlanma aracı olduğunu belirtir.
Romanın ilk hikâyesinde, Ida'yı evinde ağırlayan karakterin adının Olga olması hiç tesadüf değildir.
Üç karakter olmasına rağmen, aslında hepsi yalnızca bir karakterin yansıması olarak görünür.
Çünkü Olga Togarczuk'un hikâyenin ana damarını kendinden yola çıkarak verdiği görülebilir.
Ötekilik kavramını, ırk, mültecilik ya da savaş üzerinden ele almaz, ötekilik duygusunu netleştirdiğinde hepimizin benliğindeki bir soruna parmak basar.
Yani kendi benliği özelinde, tüm insanlığın ölüm fikriyle ilgilenir.
Togarczuk, kendi hayatına bakmak, kendi hayatına dönmeyi ölümle eşelerken ölümlerindeki yakınlık, yakınlarına bir uzaklığı kan bağı mirasının bir sonucu olarak çözümler.
Yani deneyim parçalarını karakterlerin yaşlarıyla yorumlar.
Sadece akrabalıkla bunu ele alması, tek bir karaktere dönüşümünü ve kendi yaşamını gösterir.
Her an ölüp yeniden doğmak, yenilenme ve arınmayla ruhu biyolojik çerçeveden çıkarır.
Sadece ölüm fikrinin dolaşımıyla savunmaya kalkışmış bir yaşamı tehlikesiz ve gerçeklikle yüzleşmiş bir alana çeker.
Çocukluk, gençlik, annelik, anneannelikle deneyimleri güçlülük ve zayıflıkla değil, değişimle anlatır.
Maja karakterindeki yansıma, diğer karakterlerin deneyimlerinden önceki hayatını temsil eder:
Buraya dışarıdan gelen her şey, dalgın bakışlar tarafından yok sayılıp yalnız bırakılıyor. Mercanların yapabilecekleri tek şey bunları yaşatmak, sindirmek veya eritmek. Şekiller durağan değil, onlara güvenilmez. Yaşayanlar ölüymüş gibi, ölülerse yaşıyormuş gibi davranıyorlar.
Olga Tokarczuk, Son Hikâyeler romanında kuşaklar arası süregelen ölüm fikrinin etrafında, ölümden kaçmak yerine, ölümü doğrudan karşısına alıp ölümle yüzleşmeyi doğrudan yaşatır.
Endişe ve yalnızlık duygusuyla ölümü kabullenip ölümü deneyerek yaşamın kutsal yönüne eğilir.
İnsani duygunun hem kabulü, hem de aşılmasıyla ruhun ölümsüzlüğünün ötesine bir kapı aralar.
Bu yönüyle, insanın yaşamına devam ederken, ölümlü olmanın imkanlarını düşüncenin varlığında bulur.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish