İnsan ruhunun derinliklerindeki karanlık!

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

İnsan doğar, yaşar ve ölür. Bir varlığı belirleyen bu üç kavramdır: Doğum-ölüm ve ikisinin arasındaki yaşam. Ancak mesele bu kadar basit değil. Üstünde düşünmeye değer başka hususlar var.

Felsefe insanın anlam arayışına çözümler bulmaya çalışsa da her biri diğerinden faklı olan insanın ortaklaşabileceği sonuçlara ulaşması zor ve bunun güçlüğü ortada.

Çünkü insan aynı zamanda ruhu olan psikolojik ve sofistike bir varlık. Psikoloji bilimi her ne kadar insan ruhunu anlamaya çalışsa da birçok karanlık nokta hala aydınlatılmayı bekliyor.

İnsanoğlunun aklı fizik bilimlerde ilerlediği kadar insanın metmorfozik yapısını oluşturan görünmeyen yanlarıyla ilgili aynı ilerlemeyi henüz sağlamış değil. 

Peki, nedir o zaman doğan yaşayan ve ölüp giden insanın hali pür melali?


Mucizevi doğum - İhtişamlı ölüm

Bir canlıdan başka bir canlının çıkması haliyle doğum mucizevi bir şeydir. Önlenemezliği, ertelenemez yapısı ve her kesi kapsaması bakımından "ölüm" dediğimiz şey ise çok ihtişamlı bir olgudur. 

Kısa doğum ile çok kısacık ölüm anı arasındaki yaşam ise onlara nazaran uzun gibi görünür insana. Ne ki, doğumum mucizevi hali ile ölümün ihtişamı düşünüldüğünde, onların karşısında yaşam sönük kalır. 

Yeme içme ve nefes almadan ibaret olan bu sönük yaşamdan görkemli bir ömür çıkarmak ise insanın elindedir. Bu o kadar kolay değil tabi.

Bunun için insanın kendisinden büyük bir amaca bağlanması gerekir. Böyle bir bağlanma ise cesaret, feraset ve üstün bir iradeye dayanan bir azmi gerektirir.

Bu yüzden herkes değil ancak çok sınırlı sayıda kişi bunu gerçekleştirebiliyor. 


Kendinden büyük bir amaca bağlanmak

İnsanlık yüzbinlerce yıldır bir kış gecesi gibi karanlık bir sonsuzlukla akar. Bu karanlıktan geçip gidenleri görmeyiz bile.

Ancak kendi hayatları içinde uğruna yaşamlarından vaz geçmeyi göze alabilecek kadar değerli bir şey taşıyanlar bu karanlıkta bir ışık yakar. 

Böyle insanlar, kendilerine uzun görünen -gerçekte çok kısa olan- yaşamlarında çevrelerini aydınlatmak için yakarlar bu ışığı. Bazen aydınlık için yakacak bir şey bulamadıklarında ise kendilerini yakarlar. 

Yaşamlarında bir ışık yakacak kadar cesareti olmayanlar ise bu yakılan ışıktan ve onu yakanlardan nefret eder, o ışığı söndürmek için ellerinden geleni yaparlar. Sonra da karanlıkta kaldılar diye korkar, ah vah ederler.


Sönük yaşamların korkak bireyleri

Bunlar korkaktırlar.

Levra, ışık için ferasetleri ve fedakârlık duyguları, karanlığı aydınlatmak için ise cesaretleri yoktur.

Risk ve sorumluluk yüklenmezler. Acı çekmeye dayanamayacaklarını düşünerek yapacaklarını yapmaktan imtina ederler.

Bunun için de asla mutlu ve başarılı olmazlar. Çünkü Dostoyevski'nin dediği gibi, "Acı yoksa mutluluk da yok." 

Peki bu neden böyledir?

Bu tür insanlar neden böyle davranırlar, neden korkaktırlar, neden haset ederler, cesur ve başarılı insanları kıskanırlar?

Neden sorumluluk yüklenmek, zorluklarla başa çıkmak yerine böyle bir yol seçerler?

Bu onların doğası gereği mi yoksa sonradan edinilmiş bir şey mi?

Bunun için insanı ve insanın doğasını anlamamız gerekir.


Karmaşık bir varlık olarak insan

İnsan komplike, karmaşık ve kompleks bir varlıktır. Bu anlaşılması zor karmaşık durum bedenden ziyade iç yapıya, kiminin ruh, kiminin psikoloji kiminin akıl dediği yapıya ilişkindir.

Ya da bunları ayrı ayrı ele alırsak bile onların hepsine ilişkindir. Ama gene de dikkatlice baktığımızda bazı çıkarımlar yapabiliriz.

Örneğin Carl Jung'un da üzerinde durduğu kötülük kavramı ve bunu açıklamak için başvurduğu gölge kompleksi var, bu hususta yol gösterici olabilir.

Bu noktada benim de uzun bir zamandır sorduğum soru şu:

Tamamen kötü bir insan var mı? Ya da tamamen iyi bir insan?

Diğer bir deyişle pür iyi ya da pür kötü bir insandan bahsedebilir miyiz? 

Benim kanaatime göre edemeyiz. Levra insanın biyolojisi ve psikolojisi, yapısı gereği içinde "iyi"yi de "kötü"yü de barındırıyor.

Yani "iyi ile kötü" insan ruhunun derinliklerinde bir arada bulunurlar. Hangisinin koşulları oluşursa o ortaya çıkar, diğeri geride kalır.

Sözgelimi iyilik, kötülüğü geriye itse de bu kötülüğün tamamen ortadan kalktığı yok olduğu anlamına gelmez.


Hırlaşan iki köpek yavrusu olarak iyilik ile kötülük

Şöyle bir örnekle açıklayayım:

İyilik ve kötülük insanın içinde iki köpek yavrusu gibi bulunurlar ve bu iki enik sürekli biri diğerine galip gelsin diye orada hırlaşıp dururlar.

Peki, hangisi nasıl ortaya çıkar?

Sonuçta aile, çevre, toplum, eğitim, devletin ilgili kurumları hangisini beslerse o gürbüzleşip büyür, ortaya çıkar, diğer ise küçülür, küçük kalır, bir köşeye çekilip siner, bir gün (duruma göre) sıranın kendisine gelmesini bekler.

Demek ki iyilikte de kötülükte de aile ve çevrenin dışında, toplumun ve devletin payı yadsınamaz. Ünlü sosyolog Sorokin, "Devri Dalgalı" dediği modelinde bu durumların toplumlara hâkim olduğu dönemleri sayar.

Maddi yapının hâkim olduğu "maddi dediği toplumlar", maddi olmayan değerlerin hâkim olduğu "manevi toplumlar" ve ikisinin ortalaması "ideal toplumlar" bu komünikasyonlardan meydana gelir.  

Yanı karanlık ve aydınlık tarafların hâkim olduğu insanlar ve bu insanların çoğunlukta olduğu topluluklar ve toplumlar.

 
Gölge: İnsanın karanlık tarafı

Jung'a göre de her insanın bir karanlık tarafı vardır ve kendisi bu karanlık tarafı "gölge" ismini koyar. Bu kötülüğü temsil eden yönümüzdür.

Gölge, toplum tarafından günah diye nitelendirilen duyguların, bastırılmış arzuların ve vahşi isteklerin toplamının bulunduğu kısımdır.

Bir insanın saf biçimde iyi olması ve gölgesinden kaçması mümkün değildir. Hata bir insanın iyi olabilmesi için kötülük potansiyelinin de farkında olması lazım. Bir nevi ışık olması için karanlığın olması gibi.

Karanlık ne kadar koyu ise ışık o kadar parlak görünür. Ama unutmamak lazım ki her ışık olan yerde gölge de potansiyel olarak vardır.

Levra, "Kökleri cehenneme kadar uzanmayan bir ağacın dalları cennete kadar uzanamaz" der Jung. Onun için en iyi dediğimiz insanların bile zalim ve kötü tarafları vardır. Bazen ortaya çıkar bunlar, bazen de çıkmaz.

Hasan Şahin ismindeki şair ve yazar bir dostum, geçenlerde dinlediğim bir söyleşisinde bana şöyle demişti.

Hocam insanın içinde iki nehir akar, biri berrak diğeri kirlidir, hangisini akıtırsan o olursun.

Bu da benim düşündüğüm şeyi güçlendirdiği için memnun olmuştum. 

O halde insanları siyah beyaz gibi iyi ve kötü olarak ayırıp kodlamak yerine insanın içine dönüp kendi içindeki kötü ile mücadele etmesi daha anlamlı olmaz mı?


Fizik bilimi ile insan doğasını açıklamak!

Aslında insanı anlamadaki bu gelişme adeta fiziğin dünyasındaki gelişmelere koşut olmuştur.

Fizik biliminin, bir şeyin ya siyah ya beyaz olduğu, bir cismin ya hareket halinde ya da durağan olduğu, ışığın ya parçacık ya da dalgacık olarak yayıldığı kabulü "Klasik Fiziği" döneminde revaçtaydı.

Buna göre, bir insan ya iyi ya da kötüydü ya çirkin ya gazeldi ya korkak ya kahramandı. Filmler, romanlar, öyküler, sanat ve edebiyat da insanı hep bu minval üzere değerlendirdi yüzyıllar boyu.

Fakat bu eksik bir tanımlamaydı.

Vaktaki fizik, "göreliliğe" evirildi, yani "Schrödinger'in Kedisi"nde anlattığı üzere ışığın aynı zamda hem parçacık hem de dalgacık şeklinde ilerleyebileceği "kuantum mekaniği" keşfedildi, insanların da hem iyi hem kötü olabileceği keşfedilmiş oldu.

Korkakların kahraman olabileceği, her çirkinin güzel bir tarafının olabileceği gibi.

Bu durum filmlere, romanlara, sanata ve edebiyata da yansıdı. Yani geçmişteki "ya - ya da"nın, (bir kişi ya korkak ya kahramandır) yerini "hem - hem de" (bir kişi hem korkak hem kahraman olabilir) aldı.

O halde potansiyel olarak bir kişi hem iyi hem kötü olabilir. Hatta aradaki gri alanlar da keşfedilmeye değerdir. 

Çok iyi gördüğümüz komşumuzun ailesini katletmesi, hayırsever iş adamının aslında azılı bir mafya mensubu olması, gündüz işinde gücünde görünen munis adamın gece cinayetler işlemesi gibi.

Bunu birçok edebiyat eserinde, filmlerde, yaşanmış öykülerde görüyoruz nitekim. 


Gölgelerin dansı! Persona

İşte bu durumda yapılacak şey sürekli ışığı methetmek yerine içimizdeki gölgeyi aydınlatmaya çalışmak olmalı.

Peki, ya bu olmazsa, yani gölge orada durmaya devam etse ve ona rağmen "diğerini" oynamaya devam etsek o zaman ne olur?

Bu durumda Jung "persona" kavramını ortaya atar. Persona, bir insanın başkalarıyla birlikte iken taktığı maske ya da takındığı tavır ve rol anlamına gelir.

Bir sosyal ortama girdiğimizde asıl kişi olmamızdan başka bir role bürünürüz. Yani başkalarının bizi görmesini istediği bir yapı sergilemeye çalışırız. 


Maskeli baloya buyrun!

Persona sahte gibi görünse de sosyal ortamlarda kullandığımız bir şey, çünkü karanlık tarafımızı insanlara göstermek istemeyiz.

Bunun yerine bir maske takarız. Bu gibi ortamlarda maske takmak sosyal kabul sağlayan bir şeydir çünkü.

Sadece biz değil, diğerleri de ayniı şeyi yaparlar. Yani böyle ortamlarda insanların hepsi az ya da çok personalarıyla bulunurlar. 

Demek ki aslında bu ortamlarda buluşan, ilişki kuran ikinci kişiliklerdir, asıl kişilikler değil. Diğer bir deyişle sosyal ortamlar genellikle personaların buluşmasıdır. İkinci kişiliklerin buluşması yani...

Bir çeşit doğal bir maskeli balo düşünün, onun gibi bir şey. Bunu kötü manada  söylemiyorum, insanı tanımak, insan ruhunu anlamak açısından söylüyorum, insan denen varlık işte böyle bir şey.


Taklidine dönüşme tehlikesi!

Fakat bu durumun sıkıntılı tarafları vardır. Bunlardan biri bu maskeyi uzun süre takmaktır. Çünkü o zaman aslı ile maskeli hali zamanla yer değiştirebilir. Hatta kişilikler birbirine karışabilir, insan gelgitler yaşayabilir.

Böyle bir durumda kişi, bir kişilik çatışmasına düşer, bu girdapta uzun süre kalmak insanı kendisine yabancılaştırır. 

Bunu anlamak için "gölge" (karanlık-kötü taraf) ile "persona" (karanlığı aydınlık gibi gösteren- kötü tarafı maske ile örten) kavramlara bakalım. 

Gölge insanın derine ittiği tarafı iken persona insanlara göstermeye çalıştığı tarafı, maskeli yüzüdür, demiştik. Fakat birbirine zıt gibi görünen bu iki kavramın ortak bir tarafı vardır. İkisi de aşırıya kaçtığı taktirde insanı zamanla ele geçirir.

Persona da nasıl ki tehlike taklidine dönüşmekse; gölgede tehlike ise uzun süre gölgede kalıp gölgenin kendisine dönüşmektir.

Diğer bir deyişle maskeyi uzun süre takıp, maskeli hale dönüşmek de gölgede fazla kalıp kötü tarafı hâkim kılmak da insanı aslından koparan şeylerdir. 


Tehlikeye dikkat!

Demek ki tehlike insanın insanın gölgede uzun süre kalması ve personasıyla özdeşleşmesidir.

Örneğin, bir profesör ders kitabıyla, bir tenor sesiyle, .... bir güzelin narsizmiyle özdeşleşmesi gibi. Kişi personasıyla kendisine zarar bile verebilir, daha da tehlikelisi kişinin personasıyla çevresine zarar verebilecek olmasıdır. 

Bu bakımdan personanın ikili bir işlevi vardır: Bir yüzü kendisine; öbürü başkalarına yöneliktir. Çünkü persona bir yandan başkaları üzerinde olumlu bir izlenim bırakmak öte yandan kişinin kendi gerçek doğasını gizlemek için tasarlanmıştır. 

İnsanın gerçek doğasını gizlemesi çok tehlikeli de olabilir. Çünkü kişi sadece bunu iyi izlenim bırakmak için değil gerçek niyetini (kötü tarafını) gizleyip, işlemek istediği "suçları" yapmak için de kullanabilir.

Şirin görünen seri bir katilin yaptığı gibi. Tamamen şirin, iyi görünümlü, esprili görünerek etrafını ve kurbanını manipüle eder, tuzağına düşürür, sonra da öldürür.


Gerçek olan ne?

Peki hiç persona kullanmayan kişi yok mudur?

Var elbette: Ölüler, delililer ve de çocuklar.

(Freud ,"'Haz ilkesi', cinsel güdüler başta olmak üzere istençlerden oluşur" der. Ona göre "gerçeklik ilkesi" ise toplumsal norm ve kurallardan (ahlaktan) oluşur. Bu ikisi sürekli çatışma halindedirler. Bu ikisinin çatışmadığı iki kesim var, onlar da çocuklar ve delilerdir. Çünkü çocuklar ve deliler, toplumsal normları bilmez ve umursamazlar. Neyseler öyle davranırlar. Onlara, toplum tarafından oluşturulan kaide ve kurallar işlemez, bu nedenle haz ilkesi olduğu gibi, sansürsüz işler.)

Normal insanların hayatlarında hiç persona kullanmadan ilişki kurmaları mümkün değildir. Fakat her insanın personasız kısa bir dönemi vardır. İşte o dönem çocukluk dönemidir.

Belki de büyüdükten sonra büyük bir özlemle çocukluğa dönmek istememizin sebebi budur. Çünkü büyümek kirlenmektir. Çocukluk ise bir insanın en temiz en saf "banka hesabıdır."

Bir çocuk en azından büyüyene kadar bir personaya bürünmez, bir imaj yaratma ihtiyacı hissetmez. Çocuklarda sosyal çevre ve imaj algısı tam olarak oluşmadığından insanlar tarafından nasıl göründüklerine aldırmazlar.


Çocuk adam! Petr Pan sendromu

Fakat insanın sürekli buraya takılması bu sefer de "çocuk adam" sendromuna yol açabilir. Buna "ebedi ergenlik" diyor Jung. Bir insanın bedenen büyüse bile ruhen hep çocuk kalması yani. 

Bu tarz insanlar sorumluluk almaktan korkar hayatı hep bir oyun olarak görürler. Zorlu bir durumla karşılaştıklarında tek başına mücadele etmektense ebeveynlerine sığınırlar.

Bu durum belli bir noktadan sonra sık görülmeye başlanır ve "Peter Pan" sendromuna dönüşür. 


Yutan anne!

Bu tarz olgunlaşmamış kişilikler için anne figürü önemlidir. Anne ile bu çocuk bilmeden birbirlerine ihanet ederler aslında. 

Nasıl, anne çocuğuna ihanet mi eder?

Evet, eder. 

Bir anne çocuğuna karşı sürekli koruyucu tavrı ile onun hep çocuk kalmasına neden olabilir. Buna Jung "yutan anne" der. 

Yutan anne çocuğunu duygusal olarak istismar ederek onun bağımsız bir kişilik edinmesini engeller.

Gösterdiği sevgi bencil bir sevgidir; temelinde çocuğunu kendisine bağlı kılmak yatar. Bu da o çocuğu "Peter Pan sendromuna" sürükler. 

Peki, bu sendromdan nasıl kurtulabilir insan, ya da kurtulmak mümkün müdür?


Bağımsız kişilik!

Buradaki anahtar karam fedakarlıktır. Bağımsız biri olmak, kendi sorunlarıyla başa çıkmak, çocukluğunu feda etmeyi gerektirir. Belki başlangıçta biraz afallayacak biraz acı çekecektir kişi ama sonra başa çıkmayı öğrenecek ve alışacaktır. 

Bu bakımdan büyümek, bir çeşit fedakârlıktır. Kişi büyümek için çocuk iken sahip olduğu konforu feda etmek zorundadır. Bu konfor, sorumluluk sahibi olmamayı, hayatı bir oyun ve eğlence olarak yaşamayı ve ailesinden her türlü desteği görmeyi içerir. 

Çocukluk böyle güzel olmasına rağmen içindeki bir ses "artık büyümesini, zorluklarla başa çıkmasını" söylese de o içine düştüğü alışkanlıkla bu sese ihanet eder ona kulak vermez çoğunlukla.

Çocuk kalır. Ama bu ihanetin bedelini ağır öder. 


Sorumlu bireyden özgür topluma

Psikolog Peterson bakın bu konuda ne diyor:

Ruhen büyümek isteyenlerin çocukluktaki konforu feda etmeleri gerekirken, büyümeyi reddedip çocuk kalmak isteyenler de çocuk kalarak potansiyellerini reddediyorlar. 

Kişinin büyümeyi reddedip çocuk kalmak istemesi sorumluluk, fedakârlık ve mücadele gibi kavramlardan çekinmesidir. Fakat kişinin gerçek dünyada potansiyelini kullanmasının tek çaresi de bu kavramlardan geçer, yani büyümekten. 

Peterson bir insanın istese de istemese de fedakarlıkta bulunmak zorunda olduğuna dikkat çeker. Ya bir kişi büyümeyi seçip çocuksu konforunu feda etmeyi seçecektir ya da çocuk kalmayı seçip potansiyelini feda edecektir. 

Bu açıdan baktığımızda kişinin büyümektense çocuk kalmak için ödediği bedel çok daha ağırdır. Böyle insanların çoğunlukta olduğu toplumlar ise özgürleşemez. 

Bunun için sorumlu birey gerekir. Sorumlu bireyler için özgür toplum gerekir. 

Ancak özgür toplumlar devletlerin demokratikleşmesini sağlarlar. 

Demokratik devletler de kişinin "iyi bir insan" olarak yetişmesinin önündeki engelleri kaldırıp gerekli olanakları sağlarlar. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU