Günlük tartışmaların ötesine bakmalı: Türkiye, 'Demokrasi İttifakı'nın dışına kalıyor

Selçuk Sarıyar Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Geçtiğimiz hafta İngiltere'nin Cornwall bölgesinde toplanan G7 Zirvesi ve hemen ardından Brüksel'de gerçekleşen NATO Zirvesi, Batı'da diplomasinin önümüzdeki yıllarda nasıl şekilleneceğini göstermesi açısından kritikti.

Biz, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden arasında gerçekleşen toplantıdan gözümüzü alamazken kurulan bir "yeni dünya" var ve Türkiye'nin o dünyadaki yerini anlamak için günlük tartışmaların ötesine bakmamız gerekiyor. 


Batı, özellikle Rusya-Çin ekseninde tanımladığı "otokratlara" karşı bir Demokrasi İttifakı kuruyor ve bu 'cephe', kurumsallaşma yolunda da adımlar atıyor.

Türkiye'nin buradaki konumu bizim hem maddi hem de ahlaki olarak geleceğimiz; Erdoğan-Biden görüşmesi ise kısa vadeli sonuçlar doğuracak bir toplantı.

Dolayısıyla tartışmamız gerekenler de NATO Zirvesi'nde buluşan başkanlar değil; nasıl bir Türkiye'yi dünya sahnesinde görmek istediğimiz. 


Uluslararası siyasetteki değişimi anlamak için birkaç küresel trendi takip etmek elzem. Financial Times yazarı Gideon Rachman'ın Easternization kitabı bu konuda birçok vurucu gelişmeyi önümüze seriyor: Dünya nüfusunun yarısından fazlası kısa bir zamanda Asya'da yaşıyor olacak.

Üstelik, geçmişe kıyasla, bu yoğun nüfusun alım gücü de artıyor; dolayısıyla yarattıkları ekonomi de benzerine az rastlanacak bir kalkınma hikayesine dönüşüyor. Asya, bir nevi ekonomik devrim yaşıyor. 


Elbette bu 'devrim'in merkezinde de her geçen gün dünyada daha çok söz sahibi olmak için hırslı adımlar atmaktan geri duymayan Çin var.

Zira çok kısa bir zamanda ABD'den büyük bir ekonomisi olacak; savunma harcamalarını radikal bir şekilde artırmış ve diplomatik misyonları ABD'yi geçmiş bir ülkeden söz ediyoruz.

Öyle ki Çin lideri Xi Jingping, 2017'de Davos'ta yaptığı konuşmada 'küresel yönetimin yeni güç dengelerine göre yeniden yapılanması gerektiğini' söylüyor; Çin Komünist Partisi Kongresi'nde de ülkesini 'hak ettiği yere, yani dünyanın merkezine, taşıyacağından' söz ediyordu.

Harvard Üniversitesi'nden Graham Allison gibi akademisyenlerin Çin ile ABD'nin bu güç çekişmesini tedirginlikle izleyip, olası bir fiziksel çatışmanın ne boyutta yaşanacağını tartışmalarına şaşırmamak gerek. 


Elbette yalnızca Çin'in yükselişine bakarak dünyanın geleceğini konuşmak doğru değil. Sonuçta sistemi sarsan ya da yeni bir dünya sistemi kurmaya çalışan ülke, kim olursa olsun, asıl sorgulanması gereken inandıkları değerler ve nasıl bir dünya hayalinin peşinden gittikleri. Zaten batılı demokrasileri korkutan da bu olmalı. 

Xi Jingping yönetimindeki Çin'in adil bir düzen planı yok. Özgürlükçü, insan haklarına saygılı ya da ilerici bir siyasetle de yan yana gelmeleri mümkün değil. Bunların tam tersine, şu anda Çin, otokratik bir alternatif dünya düzeninin temellerini atıyor.

Bir Kuşak Bir Yol (BKBY) projesi ya da Asya Altyapı ve Kalkınma Bankası gibi yapılarla ülkenin kaynaklarını, hiçbir siyasi değer ya da insani koşul göz etmeksizin dünyanın otoriter liderlerine akıtıyor.

Pandemi başladığından beri de BKBY üzerindeki ülkelere tıbbi destek; şimdi de aşı bağışlarında bulunuyor. Fakat bu şekilde sadece kendi markasını yüceltmekle kalmıyor; aynı zamanda buradan bir siyasi kazanç da sağlıyor.

Örneğin Cezayir, Çin'den 'hediye' aşıları alırken, ülkenin dışişleri bakanı da "Çin'in iç işlerine hiçbir şekilde karışılmaması gerektiğini" söylüyordu.

Elbette o 'iç işler', Hong Kong'da tutuklanan demokrasi taraftarı öğrencileri de kapsıyor; sistematik bir şekilde soykırıma uğratılan Müslümanları da.

Çin, hiçbir ahlaki değerden beslenmeyen, tamamen güç ilişkilerine dayalı, otokrasiye yeşil ışık yakan bir alternatif düzen istiyor. Buna en çok da otokratlar seviniyor, elbette. 


Bu fikrin karşısında duran batılı devletlerin, bu küresel düzene karşı sistematik bir cevap üretmeleri elzem. Özellikle Donald Trump'ın başkanlığında ABD, uluslararası bir çözümden ziyade, kendi başına hareket etmeyi tercih etti; ama bunun sonucu yalnızlaşan bir Amerika oldu.

Şimdi Biden'ın "Amerika geri döndü" söylemiyle beraber ABD ve müttefikleri yeni bir yol izliyor. 


Aslında G7 Zirvesi de bu yolun neye benzeyeceğini anlamak için net doneler veriyordu. Zira dünyanın en büyük 7 demokrasisi, bu yıl Avustralya, Güney Kore, Hindistan ve Güney Afrika'yı da zirveye çağırdı.

Bu, kurumsallaşacak bir Demokrasi İttifak'ının da ilk adımı olarak değerlendirilebilir. Zira eski NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen'in de yıllardır savunduğu 'demokrasi ittifakı' fikrini hem Biden hem de Britanya Başbakanı Boris Johnson destekliyor. Dolayısıyla bu yolu batılı demokratlar yürümeye başlıyor.

Sonuçları da muhakkak ki kendi aralarında daha sıkı entegrasyon, ortak politika üretimi ve dış politika zeminin koordineli adımlarla otokrasileri olabildiğince güçsüzleştirmek olacaktır.

Türkiye'nin adının bu ittifakla anılmaması da bizim gelecek tahayyüllerimize karşı duyulan şüphenin ve içeride Erdoğan yönetiminin demokratik değerlerden kopmasının doğal sonucu. 


Fakat muhakkak ki uluslararası sahnede işler hiçbir zaman bu kadar idealist ilerlemez. Bu demokrasiler kendi içlerindeki dayanışmayı genişletirken, dünyanın geri kalanını Çin-Rusya eksenine itmek istemeyecekler.

Zira demokrasilerin tek başlarına kazanabilecekleri bir mücadelede yok ortada. İş birliklerine ihtiyaç var. Biden ile Erdoğan'ın NATO'daki görüşmelerinin ardından her iki tarafın da "olumlu" cümleler kurmasının temel sebebi bu.

Biden, Türkiye'yle olan anlaşmazlıkları "yönetmek" istiyor. Erdoğan hükümetinin de başka pek bir şansı yok zaten; çuvallayan bir ekonomi ve son 20 yılın en az popüler yönetimiyle daha fazla düşmanlığı kaldıramazlar. 


Ama bu demek değil ki Türkiye, hem ahlaki olarak tarihin doğru tarafında durduğunu göstererek hem de çıkarlarını maksimum değerde koruyarak demokratik devletlerle sıkı bir ittifakın içine girmeyi başardı.

Bunun mümkün olmadığı, hatta Erdoğan yönetimi tarafından arzulanmadığı açıkça belli oluyor.

Dünya, Türkiye'ye baktığında demokratik, ilerici, özgürlükçü bir ülke değil; bu değerlerin uluslararası siyasetten silinmesini isteyen, otokratik bir ülke görüyor.

Bunun sorumlusu da elbette ki Türkiye'yi demokrasi ve adalet yolundan saptıran hükümet.

Dolayısıyla Türkiye'nin nasıl bir dünya hayali kurduğunu da yeniden düşlemek ve her zamankinden çok daha özgür, çok daha hoşgörülü ve çok daha dostane bir dünya düşünde buluşmalıyız.

O zamana kadar ise ilişkileri sadece kısa vadecilikle "yönetilen" bir ülke olabiliriz.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU