Zamana direnen bir gelenek: Hikâye anlatıcılığı... "Hikâyeyi basite almamak lazım; diktatörler bile adlarına kahramanlık hikâyeleri yazdırabiliyor"

Mustafa Orman, Independent Türkçe için Ayhan Erkmen ile hikâye anlatıcılığı üzerine

İnsan birdenbire eski bir zamanın gözleriyle uykudan irkiliveriyor sanki. Kars'ta caddelere taşmış Ruslardan kalma yapılar o irkilmenin sebebi. Değilse irkilme, şaşkınlık.

O da değilse bir masalda bulursunuz kendinizi. Ama içlere adım atınca, yıkıntılar arasında yılları arşınlayan yapılar da yok değil.

Hepsi yıkık, taşlar yerinden çıkarılmış, üst üste binmiş duvarlar; bir nefeslik canı var, üflesen yerle bir olacak gibi. Yine de değiştirmez bu hiçbir şeyi, ilk taş ustasının terinin dökülüp taşlara karıştığı gerçeğini ortadan kaldıramaz.

Kaldırımın her iki yanında dizili ağaçlar rüzgarın hışmıyla sağa sola salınıyor. Öyle bir şehir ki Kars, durup bir insana "Bir hikâye anlat" dersiniz, önce şaşırır, sonra ellerini iki yana açıp en sonunda da bir eliyle tarihi binaları işaret eder.

"Bak hepsi hikâye; talan edilmesi, ayakta durması, duvar taşlarının çalınması bir hikâye değil mi?" der, siz de oradan geçip gidersiniz öylece.

Ha bunu farazi söyledim. Kimseye "bir hikâye anlat" demedim. Ki hiçbir şey demesine de gerek yok, bu büyülü, sarhoş eden caddelerin arasında hikâye aramak, beyhudelik.

Mekan da konuşur böylece, hikâyesini anlatır. Ansızın bir yokuştan inişiniz yokuşa tırmanışınız da cabası. Kaldırımlar olabildiğince geniş, Ermenilerden kalma taş dükkanların duvarları ya sıvanmış ya da boyanmış, çirkin bir şeye dönüşmüş.

Bir de kaldırımların kenarına sıra sıra park edilmiş arabalar yok mu, şehrin bütün güzelliğine perde indiriyor. Sadece o mu, yeni yapılar masalı ortadan kaldırıp eski zamanı kör bıçakla dağıtıveriyor.

Fakat zaman yaşamdan yana kefil, yüzyılı aşkındır diktiği taş duvar evleriyle, yapılarıyla konuşuyor. Bizi konuşturuyor. Bir taşın izi bile sürüklüyor hikâyeye.

Evet, Serhat şehri Kars'ın sokaklarında, caddelerinde ilerlerken bu konuşan dev ağza kulak kesilebiliyoruz, gözleriyle bakıyoruz. Geçen her şey gibi. Geçmekte olacak an gibi.

Ayhan Erkmen ile buluşur buluşmaz başlıyoruz hikâye anlatıcılığı üzerine konuşmaya. Bir çift camın ardında birikmiş hikâyeleri, birkaç mevlit şekerini andıran dişleriyle anlatmaya başlıyor.

Anlatırken olayın içine çekiyor, eski zamanın ağzı yine aramızda diyorum. Uzadıkça uzuyor, sabaha ancak biter diyorsunuz.

Gerçekten de bitti sanıyorsunuz ama bitmiyor hikâye. Destana dönüşebilecekken duruyoruz aniden.

Sonra tekrar adımlarımızı atıyoruz. Ermenilerden kalma, kafeye dönüştürülmüş taş bir evin bahçesine oturuyoruz.

Taşların söylediği burada da öne çıkıyor. Ben soru soruyorum, soruyla birlikte sessizlik eski zamanın ağzını tıkıyor.

Soru, taş duvarlara değe değe soluklanıyor. Akşam güneşi can havliyle vurmaya devam ediyor. Soruyu tekrar edip sohbetimize koyuluyoruz: 
 

 

"Tiyatrocudur Dengbêjler"

- Kürtlerde Dengbêjlik geleneği, aynı zamanda hikâye anlatıcısı olarak adlandırılır. Bir anda hem anlatıcı hem şair hem tarihçi hem gezici hem de hatırlatıcı olabiliyor hikâye anlatıcısı. Onu yazıcılardan ayıran en önemli farklılıklar nelerdir? 

Evet, sözlü edebiyatın taşıyıcıları Dengbêjler ve Çirokbêjlerdir. Her dengbêj aynı zamanda bir çirokbêjdir de yani hikâye anlatıcısıdır.

Dengbejler çoğunlukla önce hikâyesini anlatır, sonra da stranını söyler. Kürtlerde sözlü edebiyat çok güçlüdür. Tiyatrocudur da dengbêjler ve çirokbêjler.

Şu anda modern anlamda stand-up yapanlardan bir farkı yoktur. Dengbêj ve çirokbêj sinirlenir, güler, dinleyiciyi olayın içine çeker, jest ve mimiklerle hikâyeyi yaşatır.

Bizim beldede bir vardı, anlatırken kendinden geçerdi. Anlattığı hikâyedeki karakterin rolünü girerdi; onun gibi yürür, kızar, güler, el kol hareketleri yapardı. Yani tek kişilik bir tiyatro gösterimiydi.

Dengbêjlerin stranlarının içeriğine bakın arka planda tarihsel bir okuma da var. Yani toplumun hafızasıdır, tarihçidir Dengbêjler. Misal Evdalê Zeynike en ünlü Kürt dengbêjidir, Eleşgirt beyi Sürmeli Mehmet Paşa'nın dengbêjler.

Sürmeli Mehmet Paşa Osmanlı'ya destek için Kozan isyanını bastırmaya gidince o da onunla birlikte gider. Biz Evdal'ın "Xweş Dêrsim e" stranında yolculuk sürecini, "Xozan Dağı" stranında da yaşanan çatışmayı birebir görürüz.

Tarihçilerin bu isyanı ve bastırmasına dair yazdıkları ile Evdelê Zeynike'nin stranlarında anlattığı olaylar örtüşüyor. Aynı şekilde, yazar Ahmedê Gogê'nin dedesi Ûsivê Xudo'ya atfedilen stranlarda, 19'uncu yüzyılın sonu ve 20'nci yüzyılın başlarında Rus-Osmanlı Serhat sınır hattında yaşayan Kürtlerin sosyolojik durumunu, birbiriyle ilişkilerini, devletlerin onları parçalamak için oynadıkları oyunları görürüz.

Daha yakına gelirsek, Seyidxanê  Ker ve Elican'a atfedilen 12-13 stran var: Halkının kahramanı olan bu iki kişinin isyanlarına, bu isyan süresince girdikleri çatışmalara, bir dönemki tutuklanmalarına, ihanetle öldürülmelerine ayrı ayrı dengbêjler, ayrı ayrı stranlar yakmışlar.

Bence Seyidxan ile Elican'ın operası çok rahatlıkla yapılabilinir. 1800lü yılların sonundan 1932 yılına kadar olan süreci anlatır.

Yaşadıkları serhat bölgesinde aşiretlerin birbiriyle ve devletle olan ilişkilerini, aynı zamanda Şeyh Said ve Ağrı İsyanı'ndaki tutumlarını bu stranlarda çok bariz görüyoruz.

Devlet aşiret kavgaları üzerinden  ihaneti örgütlüyordu. İşte bütün bu stranlarda tarihi, şiiri, hikâyeyi, portreleri, ihaneti, savaşları ve isyanları da görüyoruz. Tarihsel arka plan, bütün stranlarda her daim vardır. 


- Siz anlatırken kimin rolüne bürünüyorsunuz?

Ben anlatırken, odalarda dinlediğim dengbêjlerin ve çirokbêjlerin anlatım kalıplarına bağlı kalmaya çalışıyorum.

Belki de onların emanetine zarar gelmesin diyedir; mimiklerim, sesimin titremesi, vücut dilim bana onlardan emanet.

Bana düşen de onların yolundan yürümekmiş. Onlardan bana kalan emanetlerin rolüne bürünmekmiş.
 

 

"Kürtlerin Kürtçe yazması yasak, Türkçe kendini anlatması ise suçtu"

- Bir de Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür kitabında, "Ancak, bir dinleyicinin desteğiyle de o düşüncenin her bir parçası not edilip korunamaz. İnce ince irdelenen bir şey, insan aklında nasıl kalabilir? İşte bunun tek yanıtı vardır: anımsanabilir şeyler düşünerek" der. Peki, bu noktada anımsanabilir şeyler nelerdir?

Kürtler yazsaydı, bunun bir materyale dönüşme şansı olsaydı bile bugüne ulaşma şansı yoktu. Çünkü darbelerle her şeye el konulup yakılıyordu, yok ediliyordu.

Kürtlerin Kürtçe yazması yasak, Türkçe kendini anlatması ise suçtu. O yüzden dengbêjlerin stranları ve çirokbêjler hikâyeleriçoğunluklar toplumsaldır savaşta da bu böyledir aşkta da.

Burada anlatıcı karaktere bürünerek, olayı yaşanıyor kılarak insanların zihninde yer edinirdi. Misal, Devreşê Evdi'nin kılıç çekiş sahnesi, dengbêjin bir yandan söylerken, diğer yandan elini beline götürüp kılıç çekiyor gibi yapmasıyla bir fotoğraf karesi gibi insanın beynine nakşoluyordu.

Bence anımsama bu yolla ile yapılıyordu. Stranlarda ana bir iskelet var, güçlü bir olay örgüsü, dengbêj aynı stranı bir başka zaman söylerken bazı sözlerin değiştiği oluyordu bu onun ne kadar söz ustası ve maharetli olduğunu gösteriyordu.

Eskiden sesi kaydedilen dengbêjlerden Şakiro'nun, Kereme Kor'un… aynı stranların farklı kayıtlarını dinlerken kayıttan kayıda betimlemeler değişiyorr, bazı sözler değişiyor ama tarihsel olay örgüsü aynı kalıyor. Bu olay örgüsü anımsamanın yegane temelidir. 


"Onların toplumdaki saygınlığını bilen son kuşağım"

- Belki de bütün kültürel alanın altyapısı hikâye anlatıcılarının bilinciyle ortaya çıkmıştır. Yazılmayan tarihi dile getirmenin bir yolu bu olsa gerek. 

Kesinlikle. İyi atın cinsini, savaşçının giydiği kıyafeti, savaşçının dinlendiği, yaşadığı çadırın kaç sütun olduğuna kadar, bütün bunları anlatarak, yaşam kültürüne dair de bir hafıza oluşturuyorlardı.

Ve bu anlık tarih anlatımı, dinleyicileri de birer anlatıcı haline getiriyordu. Ben bu mana da son şanslı kuşağım, ve onların toplumdaki saygınlığını bilen son kuşağım.

Toplumca değerleri bilinirdi, çünkü toplumsal hafıza onlardaydı, fikirlerine başvurulurdu. Her dinleyen de zaten dengbêj ve çirokbêj maharetine bürünmek için bir çaba içerisinde olurdu.
 

 

- Hikâye anlatıcılığı denince benim belleğimde hep şöyle bir şey canlanıyor: Ya bir sobanın ya bir ateşin ya da bir taşın etrafında toplanıp birini dinleyen insanların anlatıcıya kulak kesilmesi. Eski zamanın fotoğrafı şimdilerde değişime uğradı. Bu zamanla mı ilgili, yoksa kültürün yüzüstü bırakılması mı?

Kültürün yüzüstü bırakılması cümlenden yola çıkayım: Dengbêjde ve Cirokbêjde dile gelen kahramanlık, baht, aşk ve ihanetin acısı bir toplumsal hafıza oluşturuyordu.

Bir toplumun hafızasını işgal etmeden, o toplumu ve toprağını işgal edemezsin. Egemenlerin tam da yaptığı bu.

O geleneği unutturmak, o geleneğin yerine başka şeyler koyarak; müthiş dezenformasyon, saptırma ve yanlışa büründürme var.

Naçizane ben, anlattıklarımda bir nebze de olsa, toplumsal hakikati ve hafızayı yeniden harekete geçirmeyi amaç ediniyorum. Başarırsam ne mutlu bana.

Bu yüzüstü bırakılan kültüre odaklansın sinemacılar, şairler, tarihçiler ve yazarlar, başka yerde aramasınlar, müthiş bir malzeme var.

Sadece toplumda da değil, coğrafyada da; her bir taşın dibinde, her bir derenin, her bir karış kenarında bir hikâye var; savaşlar, katliamlar, aşklar, ihanetler…durup dinlemesini bilmek kafi gerisi kendiliğinden geliyor, dile geliyor her şey 


"Ama bizim toplumumuzun tembelliğini de unutmamak lazım"

- Yazılı kültürün yerleşik olmadığı toplumlarda genelde hikâye anlatıcılarının ön plana çıkması, sadece yazılı kültürün olmayışına bağlayabilir miyiz?

Sözlü kültür, kendini, tarihini, kültürel hafızasını güvene almaktır aynı zamanda. Ezidi dininin kutsal metinleri olan "Qewl" beyitler var mesela, bunları hiçbir zaman yazmadılar.

Binlerce beyiti kuşaktan kuşağa, ezberlete ezberlete geldiler. Daha birkaç yıl önce yaşanan 74. Fermanda  Ezidilerin niye ve ne kadar haklı gerekçelerle bunu yaptıklarına bizzat şahitlik etti tüm dünya.

İnançları katledilmelerine sebepken, onun kutsal metinlerini görünür kılmak hem tehlike, hem de tahrif edilmesine sebepti.

Egemenlerin, yıllar boyunca yaptığı baskı ve hala devam eden baskılar sözlü kültürümüzü, anlatıcılığımızı güçlü kıldı. Ama inatla yazanlar da vardı "Pazarı olmamasına rağmen" inatla yazan Ehmedê Xanî…

Ama ne yazık ki toplum olarak yazmak ve yazılanı okumak konusunda biraz tembeliz. 


- Zamana not düşerken, bilinç oluşturmak ve hafıza yaratmakta hikâye anlatıcılarının rolünü dünden bugüne nasıl sıralayabiliriz?

1980'lerden sonra radyo, televizyonun hayatımıza girmesiyle yüzüstü bırakılmıştı ve bundan bir on yıl önceye kadar hikâye anlatıcılığı neredeyse bitmişti. Toplum da o süreçte maneviyatını yitirmişti.

Yeni baştan, yeniden hikâyenin yeşermesinin temel nedeni, toplumun kaybettiği o maneviyata sığınma ihtiyacından doğdu. Bu anlamda hikaye hakikat pusulası gibidir.

Bu dünyanın batısında, hikâye anlatıcılığı çok revaçta, terapi seansları yapılıyor, insanlığın umudunu diri tutan hikâye ve masal anlatıcıları gün geçtikçe çoğalmaktadır buralarda.

Hikâyeyi çok basite almamak lazım; diktatörler bile adlarına kahramanlık hikâyeleri yazabiliyor; ama doğru ama yanlış.

Zalim, diktatör, hırsız, mağdur vs. topluma kendini kanıtlamak amacıyla bir hikâyeye ihtiyaç duyar, bunun üzerinden kendini var etmeye çalışırlar. Bu verdiğim örnekleri düşünürsek, dengbêjin ve çîrokbêjin rolünün ne olduğunu net olarak görebiliriz.


"Hikâyesi olan anlatır,anlatılır; hikâyesi olmayan ise kendini ya farklı ya da uydurarak anlatır"

- Hikâyesi olmayan insanlarla anlaşabilmek zor, anlaşılmak ise kolay değil. Çünkü ben herkesin anlatacak bir hikâyesi olduğuna inanmıyorum. Umarım yanılıyorumdur. O kendini anlatırken siz bir an önce oradan kaçıp gitmek istersiniz. Hikâyesi olan insan yanında tutar, anlaşılmayı ve dinlemeyi bilir aynı zamanda. Günden güne insanlar birer hikâye çölüne dönüşürken, hikâyesi olanın her zaman kıymetli olmasını neye bağlayabiliriz?

Hikâyesi olan anlatır, anlatılır; hikâyesi olmayan ise kendini ya farklı ya da uydurarak anlatır. Bunu yaparken de toplumsal hafızadaki hakikate yakın, bir hikâye kahramanının hakikatine yakın anlatmaya çalışır kendini.

Ama hikâyesi olan, asildir, merhametlidir, kendini gösterme derdi yoktur, çağımızın hastalığı olan popülizmden uzak yaşar ve bü hali ile yüreğimize su serpen hikâye kahramanımız olur.

O yaşar biz anlatırız. Kürtçede en sevdiğim kelime "bext"tir, tek başına baht sözcüğü türkçe anlamını karşılamaz. Bext'de  bağlılık, sadakat, yiğitlik, aşk vardır. Ben de anlattığım hikâyelerde çoğunlukla bext'i işliyorum.

Birilerinin "bê bext" dediği toplumun hiç de bahtsız olmadığını, bu yüzyılda da hala bahtın, aşkın, yiğitliğin diri olduğunu anlatmaya çalışırım.

Mesela orta doğu savaş cehenneminde, Kürtlerin yaşadıklarının yiğitliğe dönüşmesi ve birer destan olması bütün dünyanın diline dolandı.

ABD'li gazeteci yazar, Gayle Tzemach Lemmon'ın yazdığı The Daughters of Kobani (Kobani'nin Kız Çocukları) romanı, en çok satanlar listesinde ve bu Diyarbakır'daki ve İstanbul'daki çok satanların listesinde değil.

Düşünsene yazar kaç ülkeyi geçerek, sınırları aşarak bu coğrafyaya geliyor. Niçin peki? Buradaki yiğitlik hikâyelerinden yola çıkarak umudun hala burada olduğuna inanıyor.

Sizin yaşantınızın büyüklüğü hikâyenizle eşdeğerdir. Bazı insanlar, anlattıklarıma tepki göstererek, "Anlattıklarına Çirok(Hikâye) deme" deyip, basite kaçtığından yakınıyorlar, ama bunlar hikâyenin farkında değiller. 
 

 

- Uzun zamandan beri Kürtçe hikâyeler anlatıyorsunuz. Bu hikâyelerin karşılaşmalardan, öte yandan bir bilinçle de doğduğunu bilebiliyoruz. Bir köy ziyaretinde bir arkadaş sohbetinde de ortaya çıkabiliyor. Sizin anlatıcığınız bunlardan besleniyor gördüğüm kadarıyla. 

Benim hikâyelerim hikâyelere gebe; interaktif hikâye anlatırken bir yandan sözü dinleyiciye de bırakıyorum. İnsanların bakışından, oturuşunda, jest ve mimiklerinden onların bir hikâyesi olduğunu anlayabiliyorum.

Anlatırken bir yandan da dinleyici oluyorum ve bu bana yeni bir hikâyenin kapısını aralıyor. Geçmişten, çocukluktan beslendiğimi de yok sayamam. 


- Diğer hikâyeleri nasıl bir araya getirebiliyorsunuz?

Hikâye avcılığına çıkıyorum, sürekli hikâye için tetikteyim. Hikâyelerde nesneler de önemlidir. Çünkü bir tespihin birkaç kahramanın elinde dolaştığına, sabrına ortak olduğuna şahit oldum.

Tesbihin izini sürüp hikayesini yazdım anlattım. 65 yıl önce bindiği Kafkas atına, 65 yıl sonra ağlayan Zeze Amcanın gözyaşına tanıklık ettim. 

Hikâye avcılığında ilk çıkışlarımda yalnızdım, ama şimdi insanlar hem yurtiçinde hem de yurtdışından bana hikâyeler taşıyorlar.

Stochlom'dan Kamuran Sımo Hedili, Paris'ten Selim Temo, Brüksel'den Karina Wezirê Eşo, Moskova'dan Xıdırê Gogê ve daha ismini sayamadığım yüzlerce hikâye dostu insan.

Omuz veriyorlar, güç veriyorlar bana ve ben bunlardan beslenerek anlatıcılığımı süslüyorum. 


- Genelde hikâyenin çıkış noktası önemli bir şahsiyet üzerine mi, bir dengbêjin şarkısıyla mı, bir göç yolunda telef olan insanlarda mı gelişiyor?

Aslında bu sıklıkla yer değiştiren bir durum; bazen bir nesne, bazen bir at, bazen bir insanın duyguları, bazen ise tesadüfi karşılaşmalarla gelişiyor. İnsanlar için sıradanlaşan şeyler, benim hikâyeme ışık oluyor.

Her an nerede, nasıl bir hikâyeye maruz kalacağımı önceden kestiremiyorum. Çünkü her an bir hikâyeyle karşılaşıyorum.


"Bir ömrü dijital ortamda ilerlete ilerlete 5 dakikaya sığdırıp izliyorlar"

- Gelenekten dijitale uzanan bu yolda, anlatıcılıkta ne tür aksaklıklar önünüze çıkabiliyor? Çünkü ortada değişen bir yapı var. 

Eskiden hikâye ne kadar uzun olursa, dinleyiciler bir o kadar keyif alırdı. Günlere sarkan hikâyeler olurdu, diğer akşamlar iple çekilirdi hikâyenin devamı için.

Şimdi ise insanlar sabırsız, bir ömrü dijital ortamda ilerlete ilerlete beş dakikaya sığdırıp izliyorlar. O yüzden hikâyeleri on dakika anlatıyorum, emin olun onun dahi iki dakikasını izliyorlar. Halbuki hakikat ayrıntıda gizlidir. 
 

 

- Hikâye anlatmak insanı nasıl iyileştirebilir? Bu en güçlü iletişim yolu gün geçtikçe nasıl oluyor da kenara itilebiliyor ve hafife alınabiliyor? 

Hikâyesi olmayan ve hikâye dinlemeyen, okumayan insanların mutlu olduklarına inanmıyorum. Her tarafımıza negatif enerjinin aktığı bu çağda, kutsiyet atfedilen hikâyeler bizim yegane limanlarımızdır.

Şu çağda, yaşadığımız anın hikâyesi bize tekabül etmediği için hikâyelere sığınıyoruz. İnsanlar artık birbirine yanmada, acımada, sevinmede, sevmekte, nefret etmekte kolaycılığa kaçtığı için hikâyeler de hafife alınabiliyor, kenara itilebiliyor.

Hikâyenin gücünden kimse haberdar değil. Bu hikâyeler sayesinde, dünyanın dört bir yanından insanlarla iletişim halindeyim; onlar benim için ben onlar için dertleniyorum, birlikte mutlu oluyoruz.

Başka şehirlere gidip insanlarla tanışıyorum, gezerek yeni hikâyeler öğreniyorum. Yaşama böyle direniyorum.


"Toplumumuzun dirliği, özgürlüğü ve birliği bu hikâyelerden geçer"

- Yıllardır bize miras kalan hikâyelerle bir nevi yaşamı katlanılır kılabiliyoruz. Kürtlerin hikâye üzerine yaşadığı bu gelişim, bu bilgelik geleneği bağımsız bir şekilde kendini varetti. Bu kültür, toplumun her alanına yayılabilseydi bugün ne tür sonuçlarla karşılaşırdık? 

Newroz hikâyesinde, mitolojinin gücünü gördük. Demirci Kawa tiplemesi, 2 bin altı yüz yıl öteden özgürlük duygularımıza ışık oldu. Bize yol gösterdi.

Ve hikâyesi yazılmayan, romanı, oyunu yazılmayan, filmi çekilmeyen, tiyatrosu oynanmayan ne çok baht, aşk, yiğitlik hikâyeleri var bu toplumda.

Onlara yürek kabarttığımızda, daha çok mutlu olacağımıza inanıyorum. Toplumumuzun dirliği, özgürlüğü ve birliği bu hikâyelerden geçer.

Bu yüzden toplumumuz yüzünü bu hikâyelere çevirsin, kendini tanır dostunu, düşmanını ayırt eder.  


- Eduardo Galeano, sözlü geleneği yazıya aktararak sadece Latin Amerika'yı değil, dünyayı da evrensel anlatıcılığın içinde buluşturmuştur. Bu topraklarda bir Eduardo Galeano neden çıkmadı?

Bu coğrafyanın dili olmaya çalışan insanlar var. Ciddi üretimlere de imza atıyorlar. Ama bir şey eksik: Ya bedene giydirilen dar ve bol geliyor ya da beden hiçbir şeye uymuyor. Ruhunda mutlak olarak bir şeylerin eksikliği görülebiliyor. 
 

 

- Bugüne kadar sizi en çok etkileyen hikâye hangisi oldu?  

Emin olun her hikayem de beni yakan beni yaralıyan, yada bana güç veren bir yan var. Ayırt etmek güç.

Ama takipçilerimce en çok beğeni alan herhalde Siyo ile Zelixan'ın öyküsü oldu ki benim doğduğum yer olan Bazarcıxdan (Dağpınardan) 1900 yılların başında bir yaşanmışlığın öyküsü.

Kahırdan ölen iki insanın Siyo ve Zelixanın öyküsü.


Peki, insan kahırdan ölür mü? Siyo ile Zelixan öyküsünü duyduğumda çok düşünmüştüm. Kahır düşmeyi versin insanın yadına, oturmayı versin yüreğine. Bazen yavaş yavaş yiyip bitiriyor insanın ömrünü, bazen de birden bire.

Beş kardeşin ortancası Siyo komşu köyden Zelixan ile evliymiş. Zelixan ay parçası, aşiretin en güzel kadınıymış. Siyo da dağ gibi bir adam.

Evliliklerinin onuncu yılı olmasına rağmen çocukları olmaz. Kardeşleri, çocukları olsun diye Siyo'yu yeniden evlendirmek isterler ama Siyo, Zelixan'a kıyamadığından razı olmaz.

Ailedekiler, Siyo'nun neden razı olmadığını anladıklarında, Zelixan'ı sıkıştırmaya başlarlar; öyle acı laflar ederler ki, Zelixan canından bezer, yüreğine taş basıp, evlenmesi için Siyo'ya ricada bulunur.


Siyo yok demesine yok der, lakin Zelixan'ın üzülmesinin önüne de geçemez. Kendini yiyip bitiren Zelixan, dert olur Siyo'ya ve derken dağ gibi adam yekten erimeye başlar, yataklara düşer; yemeden, içmeden kesilir, ateşler içinde yanar, öksürük içini parçalar, kanatır, gözlerinin akına kadar sapsarı kesilir.

Hastanenin, doktorun olmadığı zor zamanlardır; gelen hekimler kara sarılık derler.   


Bir gün Zelixan ile odada yalnızlarken, dışarıdan kadınların kavga sesi gelir. Siyo sebebini sorar; Zelixan cevap veremez, ağlar.

Siyo kavganın sebebini bilmektedir; Gelinler, ölümden sonra Zelixan'ın hangisine kuma olacağının kavgasını etmektedirler.

Bu Siyoyu ölümden beter kahreder. Karar verir, ölmeden önce, tüm karşı koymalara rağmen, Zelixan'ı babasının evine gönderir.

 
Zelixan'ın gittiği günün gecesi ağırlaşır ve sabaha doğru saat üç de ruhunu teslim eder. Sabah Siyo'nun eriyen bedenini soğuk teneşire yatırırlar, aşağıdan bir atlı girer köye, gelen Zelixan'ın yeğenidir; kara haber getirmiştir Zelixan da baba evinde gece saat üç de ölmüştür.

Siyo ve Zelixan ayrı köylerde, aynı gece ve saatte, ruhlarını teslim etmişlerdi. Kahır, kara sarılığın sebebiydi, karaciğeri bitirip, canını alıyordu insanın; en çok da erkeklerin.

Ve Siyo'nun acısına dayanamayan Zelixan, aynı gece ve aynı saatte yine kahırdan ölüyordu? Araştırdığımda bu acının isminin bilimsel olarak konulduğunu öğrendim; 'kırık kalp sendromu' demiş bilim insanları buna, en çok da kadınlarda görülüyormuş; duygusal olarak sarsıcı bir durumda, stres hormonu aşırı yükseliyor, kalp büyüyor ve kalp kasları bu ani değişimi kaldıramadığından insan yaşamını yitiriyor. 


- Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. Benim için büyük keyifti. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU