Sömürgecilik hiç şüphesiz bir şiddet ve iktidar rejimidir. Sömürgeci zihniyet Afrika'yı canavarlaştırırken aynı zamanda medeniyetçi düşüncenin meşruiyetini de sağlamış oluyordu.
Şüphesiz bugün sömürgecilikten bahsedemeyiz; ancak sömürgeciliğin ve Batı epistemolojisinin ürettiği Afrika söyleminin bugün kıtaya dair değerlendirmelerde başat olduğunu söylememiz gerekir.
Afro-pesimizm günümüzde dominant bir biçimde Afrika'nın konu edildiği alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Bugün Afrika'yı kötülüğün ve şiddetin mekânı gibi göstermek, iç savaşlarla, çete savaşlarıyla anmak kıtayı bir şiddet coğrafyasına dönüştürüyor.
Afro-pesimistlerin bu tarz Afrika yargıları çoğu zaman sömürgecilerin ürettiği şiddet dilini örtbas etme eğilimdedir. Güvensiz bir Afrika üretmek Afro-pesimistlerin ürettiği bir dildir.
Güney Afrikalı siyahi entelektüel Steve Biko'nun Afro-pesimist yaklaşımla ilgili şu tespitini unutmamak lâzım:
Afrika toplumunun tarihi kabile mücadelelerine ve öldürücü savaşlara indirgenmiştir.
Biko'nun yakındığı durum bugün de geçerlidir. Afrika'yı kabile çekişmelerine indirgemekle suç ve iç savaşların ağında görmek aynı ideolojik paradigmanın eseridir.
Sömürgecinin şiddeti nasıl rasyonelleştirdiğini Achille Mbembe, On The Postcolony [Postkoloni Üzerine] çalışmasında şöyle ifade eder:
Sömürgeci, tebaasına bazı alışkanlıklar aşılayabilir, gerektiğinde ona şiddet uygulayabilir, onunla bir çocukmuş gibi konuşabilir, onu azarlayabilir veya tebrik edebilirdi.
Mbembe sömürgeleştirilen tebaanın tıpkı bir "hayvan" gibi sömürgecinin elinde bir yapboz tahtasına dönüştüğünü, sömürgecinin de kendisiyle sömürgeleştirdiği arasında herhangi bir ortak niteliğin olmadığının da farkında olduğunu söyler.
Mbembe, Batı epistemolojisindeki insan-hayvan ayrımına çarpıcı bir örnek olarak Heidegger'in şu sözlerini aktarır:
Eğer yaşamak, bir hayvan gibi yaşamaksa, biz onlarla yaşamıyoruz. Yine de, onlarlayız. Ancak, bir köpek nasıl var olmuyor fakat sadece yaşıyorsa, işte bu birliktelik de, birlikte var olmak değildir. Hayvanlarla olan bu birliktelikte, onların kendi dünyamızda dolaşmalarına izin veririz.
Mbembe'nin bu tespitine en güzel örnek olarak Kamerunlu postkolonyalist romancı Ferdinand Oyono'nun Houseboy [Uşak] romanı verilebilir.
1956 yılında yayımlanan roman, Fransız kolonisinde hizmetli olarak çalışan bir çocuğun maruz kaldığı iftira ve işkenceleri konu alan günlüklerinden oluşur.
Çocuğun çaresizliği ve Fransız polis memurunun onu öldüresiye dövmesi, Fransız kolonyal sistemin şedit tarafının çok çarpıcı bir sahnesini yansıtır.
Mbembe'ye göre, sömürgecilik, "yerlilerden daha fazla yararlanmak amacıyla, onların vücutlarını disipline etme yöntemiydi çünkü ne kadar uysal olurlarsa o derece üretken oluyorlardı".
Uşak, Fransız sömürgeci politikalarının adaletsizliğini, ikiyüzlülüğünü gösterir. Ölüm döşeğinde olan uşak Toundi, anlatıcıya şunu söyler:
Biz neyiz? Fransız diye çağrılan biz siyahlar neyiz?
Bu soru, hayatını misyonerlere hizmet etmekle geçiren Toundi'nin en sonunda Afrikalılar arasında zulüm ve sömürmeyi amaçlayan sömürgeciliğin asimilasyon politikasının ikiyüzlülükle eşdeğer olduğunu fark etmesini gösterir.
Toundi'nin güncesi şöyle başlar:
Benim adım Toundi Ondoua. Ben Toundi ve Zama'nın oğluyum. Papaz beni vaftiz ettiğinde bana Joseph adını verdi. Anne tarafından Maka ve baba tarafından ise Ndjem'im. Atalarım yamyamdı. Beyazlar geldiğinden beridir, diğer insanlara hayvan olarak bakılmaması gerektiğini öğrendik.
Oyono, Mbembe'nin gösterdiği "hayvan imajını", emperyalist bakışın siyahları resmetme biçimi olarak zihinlerde kurduğu insan olmama durumunu, ironik biçimde siyah bir çocuğun algısında, "Atalarım yamyamdı" sözünde gösterir.
Toundi babası tarafından sürekli dövülen bir çocuktur, "ergenliğe geçiş" törenlerinden hemen öncesinde, babasının dayağından papaza sığınır. Toundi, kendi kültüründe yetişkin olmaya adım atarken misyonerliğe adım atmıştı.
Tek istediği Fransız olmaktı, Fransızların asimilasyon politikalarına gönüllü olarak rıza göstermişti. Misyonerlere katıldı, uşak olarak çalıştı hep.
Rahip Gilbert'ın hizmetindeydi, onun vefatından sonra amirin yanında ayak işlerini gördü. Toundi beyazlara, yaptıklarına hayranlıkla bakardı hep. Rahip Gilbert için şunları söyler:
Beni, Misyonerliğe ziyarete gelen beyazlara kendi başyapıtı diye tanıtırdı. Ben onun uşağıyım, yatağını yapan, odasını süpüren, masasını kuran, ayine katılan, okuyabilen ve yazabilen bir uşağım. Para kazanmıyorum. Arada bir bana eprimiş gömleğini ve eski pantolonunu verir. Dımdızlak ortada kaldığımda tanıdı beni Rahip Gilbert, bana okumayı ve yazmayı öğretti ... Kötü giyinsem de hiçbir şey bundan daha değerli olamaz.
Rahibe hayranlığı çocuğun tüm saflığını ve iyi niyetini çok iyi gösterir:
Her şeyimi Rahip Gilbert'e borçluyum. O benim velinimetim. Onu çok seviyorum. Çok cana yakın ve neşelidir, küçükken bana evcil bir hayvan gibi davranıyordu.
Kendisine yapılan muameleyi onaylamasa da beyazların yanında çalışmaktan mutludur Toundi.
"Avrupalıların baş uşağı olacağım. Kralın köpeği, köpeklerin kralıdır" sözünü kendisini ikna etmek için kullanır
Rahip öldükten sonra yanında çalışmaya başladığı yeni amirinin ona davranışından pek hoşnut değildir:
Bacaklarıma bir tekme sallayarak beni masanın altına yuvarladı. Komutanın tekmesi Rahip Gilbert'ın tekmesinden daha acıydı.
Toundi, hapishane müdürü Moreau'nun Afrikalı mahkumları öldüresiye dövmesine tanık olur. "Bazı şeyler vardır ki hayatta görmesen daha iyi olur" diye yazar günlüğüne.
Çünkü bir kere o haşin şiddete şahit olunca o manzaranın hayat boyu peşini bırakmayacağını düşünür Toundi. Bu sahne romanın sonunda kendi sonunun da bir provası gibi sunulur.
Toundi ayak işlerini yaparken, amirin eşi Madame Deccazy'nin hapishane müdürüyle gizli ilişkisini öğrenir.
Romanda Madame Decazy, emperyalistlerin aldatıcı ve samimiyetsiz bir fotoğrafıdır. Madame zaten pek takmadığı Toundi'nin gizli ilişkilerini bildiğini anlayınca ona düşmanca davranır.
Sonunda Toundi, ziraat mühendisinin parasıyla kaçan Sophie'nin suç ortağı olduğu gerekçesiyle tutuklanır.
Oyono, kilisenin emperyalistlere yardım etme konusundaki ikiyüzlülüğünü kınayarak açıkça gösterir.
Polis şefinin acımasızlığını gösteren şu metin aynı zamanda Fransız sömürge sisteminin de sertliğini yeterince kanıtlar:
Gullet karakola döndüğümüzde polis memuruna 'Ona yirmi beş kamçı vur' dedi.
Polis memurunun önünde yüzüstü uzandım. Gullet ona her zaman taşıdığı su aygırı postundan yapılmış kırbacını uzattı.
Şerif, onu yirmi beş kez kalçama kadar vurdu. Başladığında ağlamamaya karar verdim. Ağlamamalıyım. Dişlerimi sıktım ve kendimi başka bir şey düşünmeye zorladım.
'Çığlık at, Tanrı aşkına' diye bağırdı, 'Haykır. Sen ağlamazsan asla durmama izin vermeyecekler...'
Yirmi beşi saydı, sonra beyazlara döndü.
Gullet 'Bana kırbacı ver' dedi.
Su aygırı kırbacını memurunun sırtına indirdi. Şerif acıdan kükredi. 'Gördün mü, ben de onun kırbaçlanmasını istiyorum. Yeniden başlayın!'
Kısacası Ferdinand Oyono, Uşak romanıyla, emperyalistlere yardım etme konusundaki ikiyüzlülüğünü kınayarak açıkça kiliseye saldırıyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish