“Coğrafya kaderdir sözünü çok severim. Bizim coğrafyamız da bizi, evlatlarımızı kendimizden uzaklaştırmak için hayatımızı harcamak zorunda bıraktı. Hem onlar gidince eksik olacağız hem onlar gitsin diye her yolu deniyoruz.”
Aynur böyle diyor sohbetimizin bir bölümünde. Çocuğunu üniversite eğitimi için yurtdışına göndermeye çalışan on binlerce veliden biri o. Son verilere göre 24 bini Almanya’da, 15 bini ABD’de olmak üzere 50 binden fazla Türk genci yurtdışında lisans ya da yüksek lisans eğitimi alıyor.
“Beyin” artık daha gençken göçüyor
Her yıl daha fazla sayıda aile, üniversite eğitimi için çocuğunu yurtdışına gönderiyor ve her yıl gidenlerin daha büyük bölümü “Türkiye’ye dönmeyeceğim” diyor.
“Geri dönmeyeceğim” diyenler ise “beyin göçü” kavramının tam karşılığı…
TÜİK verilerine göre 2017’de 113 bin 326 kişi Türkiye’yi terk etti. Yurt dışına gidenlerin sayısı sadece bir yılda %63 arttı. Türkiye’yi terk eden her beş kişiden ikisi 20-34 yaş aralığında. Gidenler arasında kadınların oranı %37'den %42'ye çıktı. Ve yine veriler gösteriyor ki, gidenlerin büyük bölümü eğitimli-kentli kesim.
Deniz de onlardan biri. 27 yaşında. Üniversite için ABD’ye gitmiş, şimdi yüksek lisans yapıyor. Dönmeyi hiç düşünmüyor. Ailesinin tek çocuğu. Üniversitede okurken ailesi ekonomik açıdan çok zorlanmış. Şimdi çalışıp kendi masrafını karşılayabiliyor.
“Türkiye’de kendime gelecek göremiyorum. Memlekette her 4 gençten biri işsiz diyorlar. Ben bu sayıya bile inanmıyorum, bence durum daha da kötü. Torpilim yok, iktidara yakın bir çevrem yok ama aklım var. Aklımın para ettiği bir yerde yaşamam lazım. Akla kıymet verilen bir yerde yaşamam lazım.”
Böyle anlatıyor Deniz içinde bulunduğu durumu… “Türkiye’ye dönmeyi ne zaman düşünürsün” diyorum, “Aklım Türkiye’de para ederse düşünürüm, sence ne zaman olur o?” diye soruyor, aslında yanıtını bildiği soruyu soranların ses tonuyla.
Beyin göçü, 2016 sonrasında katlanarak arttı
15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL ilanının ardından uluslararası kurumların bile dikkatini çekecek kadar yüksek bir beyin göçü oldu. Gidenlerin bir bölümünün FETÖ bağlantılı olduğunu konuyu yakından takip edenler de kabul ediyor. “Ama toplamın içinde onlar azınlıktır” diyorlar. Aslolanın “politik iklim” olduğu fikrinde birleşiyorlar. O göç yoğunluğu devam ediyor.
“Konuşmaktan korkar hale gelme psikolojisi”
Bu konuda kapısını çaldığım sektör temsilcilerinin, çocuğunu yurtdışına göndermeye çalışan ailelerin, giden gençlerin çoğu adını vermekten kaçınıyor. Konuştuğum biri, “İşte gitmenin nedenlerinden biri tam da bu; konuşmaktan korkar hale gelme psikolojisi” diyor.
Bu sohbetin geçtiği yer, yurtdışı eğitim danışmanlığı sektörünün önde gelen şirketlerinden birinin ofisi. Şirketin sahibi her soruma içtenlikle yanıt veriyor ama adının da, şirketinin de yazılmaması kaydıyla. Neden diye soruyorum, şöyle anlatıyor:
“Birkaç yıl önce bir yurtdışı eğitim danışmanlığı şirketinin üst düzey yöneticisi, yurt dışı eğitime çok talep olduğu ve gidenlerin de büyük çoğunluğunun Türkiye’ye dönmek istemediği yönünde bir açıklama yapmıştı. Çok ses getiren o açıklama sonrasında firma büyük baskı gördü, sektörden neredeyse aforoz edildi. Bu nedenle bu konuda konuşacak yurtdışı eğitim danışmanlığı şirketi bulmanız zor. Ama gerçek de ortada. Bakın etrafınıza görürsünüz zaten.”
Aynı yönetici, şunu da anlattı:
“Kanada her yıl Türkiye’ye bin 500 kişilik öğrenci vizesi verir. Bunun her yıl 100 kadarı Kanada’da kalmak isterdi. Yani oran 15’e 1 idi. Son 2-3 yıldır Türkiye’den Kanada’ya gidenlerin üçte biri orada kalıyor. Bu nedenle Kanada artık Türkiye’den başvuruları daha titiz değerlendirmeye başladı. Bu bir örnek. Diğer örnek ise şu: Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’de lise için çocuğunu yurtdışına göndermek isteyenler çok küçük bir kesimdi, sadece belirli aileler bu yolu seçerdi. Şimdi on binlerce aile çocuğunu lise için yurtdışına gönderme telaşında. Aileler sınavlara güvenmiyor, eğitim kalitesine güvenmiyor, sistem değişikliklerinden yılmışlar vesaire vesaire… Özel okula verse parasının karşılığını alacağına da inanmıyor. Bu nedenle daha 14 yaşındaki çocuğunu yurtdışına göndermeye razı. Biz yurtdışı lise eğitimi için ayrı bir kayıt birimi açtık, daha iki yıl önce böyle bir ihtiyaç söz konusu bile değildi.”
“Entelektüel çölleşme” ile gelen yoksulluk
Türkiye, yurtdışına en fazla öğrenci gönderen 11. ülke. Giden her “beyin” ardında bıraktığı ülkenin daha da fakirleşmesi demek.
Çünkü dünyada beyin göçü veren ülkeler ve beyin göçü alan ülkeler var. Beyin göçü veren ülkelerde öne çıkanlar Hindistan, Çin ve Türkiye… Alanlar ise ABD, Almanya, İngiltere vs. Beyin göçü alan ülkeler daha hızlı gelişiyor, daha hızlı kalkınıyor. Beyin göçü veren ülkelerde yoksullaşma hızlanıyor. Diğer bir deyişle “entelektüel çölleşme” o ülkeyi yokluğa, yoksulluğa itiyor.
Yoksulun kazancını zenginin cebine aktarmak…
Bu konuda kapsamlı çalışmaları olan Prof. Dr. Hasan Gürak meseleyi şöyle özetliyor bir çalışmasında:
“Gelişmekte olan ülkelerden beyin göçü, gelişmiş ülkelere doğru yapılan en büyük kaynak transferidir ve bu çok değerli kaynak için gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere bir bedel ödememektedirler. Küresel beyin göçünün durdurulması, hatta tersine çevrilmesi için ivedilikle önlemler alınması gerekir. Küresel gönencin artması ve küresel gelir eşitsizliğinin azalması için bu şart.”
Bu saptamayı rakamlarla anlatan çalışma ise Harvard’tan geldi. Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Dany Bahar ve Paris School of Economics'ten Hillel Rapoport'un 2016 tarihli makalesine göre ortalama bir göçmen, bir ülkenin yurt dışına giden 30 bin dolarına mal olurken, bu miktar, yüksek kaliteli çalışanlarda 160 bin doları aşıyor.
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı'nın (TEPAV) yaptığı hesaplamaya göre ise, her dört gençten birinin işsiz olduğu Türkiye'nin 20 OECD ülkesindeki göçmen stoğu, 230 milyar dolarlık yurt dışına giden doğrudan yatırım anlamına geliyor.
TÜSİAD’a göre Türk öğrenciler ABD ekonomisine yılda 824 milyon dolar katkı sağlıyor. ABD ekonomisinin bu kazancı Türkiye’nin kaybı aslında.
“Çocuğumun harcanmasını istemiyorum”
Dosya için konuştuklarımdan biri olan Fatoş Ergin, adını vermekte sakınca görmeyen az sayıda örnekten biri. Tek oğlu olan Can’ı üniversite eğitimi için Almanya’ya göndermeye hazırlanıyor. Onun hisleri de, gitmeyi seçenlerin geneline hakim olan bir “gelecek kaygısı” içeriyor.
İki dil öğrenebilsin diye, bu yönde eğitim veren bir özel liseye göndermişler Can’ı. “Neden?” diye soruyorum. “Can zeki bir çocuk, Türkiye’de iyi bir eğitim alabilirdi” diyorum. Lafımı kesiyor ve anlatıyor:
“Maalesef Türkiye’nin gittiği noktayı gördükçe, çocuklarımızın burada iyi bir gelecek kurmalarının mümkün olmadığına daha çok inanıyorum. Gelecekten çok endişeliyim. Türkiye’yi yönetenler bu çocukları değerlendiremez ve bence nerede yanlış yaptıklarını şapkalarını önlerine alıp düşünmeliler. Ben çocuğumun burada harcanmasını istemiyorum, bu yüzden de bütün imkanlarımı sonuna kadar kullanıp yurtdışına gönderiyorum.”
Fatoş Ergin, “Her sene değişen eğitim sistemi, işten anlamayan insanların başta olması, eğitimin geldiği durum ve sonuç çok ama çok başarısız bir yeni nesil. Eğitim sistemini değiştirmedikleri sürece de böyle çocuklar maalesef bu ülkede okumayacaklar ve gelecekleri de büyük ihtimalle başka ülkelerde olacak” diyor. Konuşmasında, kararını çoktan verdiği hissediliyor.
“Her 100 gençten 95’i gitmek istiyor”
British Council’in Türkiye’deki 81 ilde 22-25 yaş arasındaki 4.816 üniversite öğrencisi denek üzerinde yaptığı araştırmanın sonuçları, yetişmiş insan kaybı açısından karşı karşıya olunan tehdidin boyutuna dair önemli bir ipucu veriyor. Araştırma, Türkiye’de her 100 gençten 95’inin lisans ve lisansüstü eğitimlerini yurtdışındaki üniversitelerde yapmak istediklerini gösteriyor.
Ozan Ege de onlardan biri. Önümüzdeki yıl üniversiteye başlayacak ve hedefi Almanya.
“Ben yurtdışında okumayı hedefledim. Neredeyse bütün arkadaşlarım böyle. Sınıfta 23 kişiyiz, Türkiye’de üniversite sınavına hazırlanan 2 kişi var. Kalanların büyük bölümü Avrupa’ya, bir bölümü de ABD’ye gitmek istiyor. Orada daha iyi eğitim alacağımı düşünüyorum. Ayrıca iş olanakları konusunda da Avrupa daha iyi. Neden gitmek istediğimi sormuştunuz. Orada daha rahat yaşayacağımı, daha kaliteli bir eğitim alacağımı, daha özgür olacağımı düşünüyorum, bunu hak ettiğime inanıyorum. Çok çalıştım ve bunun karşılığını hem iş olanakları açısından hem yaşam standardı açısından görmek istiyorum.”
Gittiği yerde azınlık olmak, “öteki” olmak fikrine çoktan alışmış gibi hepsi. Ozan Ege gibi, “gitmeyi” seçen çocuklardan biri de Aynur'un kızı Yasemin. Yasemin’in hedefi Fransa… Aynur ise bu uğurda İstanbul’daki evini satmış, Ayvalık’taki tek odalı yazlığında yaz-kış yaşamayı göze almış. Anlattıkları, içinde bulunduğu ruh halinin net bir özeti:
“Yasemin’in iyi bir eğitim almasını istiyorum. Türkiye’de eşit rekabet koşullarında iş bulabileceğine, hak ettiği mevkilere geleceğine, haksızlığa uğradığında hakkını arayabileceğine inanmıyorum. Her yıl daha da kötü oluyor bence her şey. Benim iki çocuğum 10 yıl arayla Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okudu. Orası Türkiye’nin en iyi, en yüksek puanlı devlet liselerinden biri. Bedava ama çok iyi bir eğitim alabileceğiniz, zeki çocukların bir arada olduğu, kaliteli kadroların olduğu bir yerdi. Bu 10 yıl içinde okul yüzde 100 değişti, bambaşka bir okul haline geldi. Eğitimli, deneyimli bütün öğretmenler gönderildi, iktidara yakın kadrolar geldi. Okulun sosyal aktivitelerinin neredeyse tamamı kaldırıldı. Boş geçen dersleri saymıyorum bile. Bu küçücük bir örnek. Kadıköy Anadolu’da yaşananları memleketin her alanına uyarlayabilirsiniz. Bu çocuklara hayatımızı adıyoruz, hem maddi hem manevi büyük yatırımlar yapıyoruz ama asla hak ettikleri muameleyi görmeyeceklerini de biliyoruz. Yapacak bir şey yok, bu ülkede artık okumuşun bir kıymeti yok, düşman olarak görülüyor okumuş eğitimli insan. Kızım gidecek, gitmesini de desteklemekle kalmıyorum buna teşvik ediyorum. İnşallah da dönmeyecek.”
İşte tam burada kuruyor Aynur yazının başındaki, “Coğrafya kaderdir” ile başlayan cümlesini… Kendi çevresinin, aynı sosyo-kültürel iklimi paylaşan, kendisini “dışlanmış”, “istenmeyen” hisseden, çabasının, emeğinin, başarısının bir karşılığı olmadığına inananların ruh halini özetliyor.
Siyasetin gündeminde beyin göçü
Kimi politik nedenlerle, yaşam tarzı itirazıyla, kimi ekonomik istikrarsızlık gerekçesiyle, kimi iş olanaklarının kısıtlı olması, yüksek vergiler, torpil, kayırmacılık ama hepsi gelecek kaygısıyla… Gidiyorlar… Ailelerini, arkadaşlarını, evlerini, anılarını arkalarında bırakıp gidiyorlar. Her gidişle kalanları biraz daha yoksullaştırarak gidiyorlar…
Onların gidişi siyaseti yönetenlerin gündemine geç de olsa yeni yeni girmeye başladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Eylül 2017’deki bir konuşmasında "En zeki öğrencilerimizi Batılı eğitim kurumlarına kaptırıyoruz. Gençlerimiz kendi ülkelerinde, kendi üniversitelerinde parlak bir gelecek göremedikleri için giderek artan bir oranda Batı'ya yöneliyorlar. Günümüzün en önemli güç kaynağı enformasyon ve bilgi teknolojileri konusunda üreten değil tüketen konumundayız. Bu durum bizi milli güvenliğimiz başta olmak üzere birçok açıdan kırılgan hale getiriyor" demişti.
Erdoğan’ın bu çıkışının ardından beyin göçünü tersine çevirmek için bir proje hazırlandı, dönecekler için farklı teşvikler sağlandı. Ne kadar sonuç alındığına ilişkin bir veri yok. Bu teşvik paketi nedeniyle dönen olup olmadığı bilgisi de. Ana muhalefet partisi CHP de konuyu "AKP'nin Yol Açtığı Büyük Beyin Göçü" başlıklı bir raporla gündeme taşıdı.
Raporda “Beyin göçünün temel nedeni, AKP rejiminin otoriterliği ve baskıcılığıdır. Yurt dışına giden yurttaşlarımızın sayısı bir yılda %63 artmıştır. Yurt dışına göç edenler arasında eğitimliler ve kentliler geniş yer tutmaktadır. Türkiye dünyada en çok milyoner kaybeden 3. ülke olmuştur. 2017 yılında 5 binden fazla milyoner, son 3 yılda ise 13 bin girişimci ve iş insanı Türkiye'yi terk etmiştir. Yalnızca 20 OECD ülkesine göç etmiş yurttaşlarımız üzerinden ülkemizin kaybı 220 milyar $ üzerindedir. Bu kaynakla yüzyılın projesi diye sunulmaya çalışılan İstanbul Havalimanı'ndan yedi tane yapılabildiğinin altı çizilmelidir” denildi.
CHP konunun araştırılması için bir Meclis Komisyonu kurulmasını da istedi, öneri reddedildi.
Akademisyen göçü neden hızlandı?
Akademisyenler konusu ayrı bir sorun. Türkiye’de Temmuz 2018 itibarıyla KHK'larla ihraç edilen akademisyenlerin sayısı 6 bin 81'e ulaştı. Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attıkları gerekçesiyle ihraç edilen akademisyen sayısı 404. İhraçlar, kesilen burslar, her an işsiz kalma endişesi akademisyenlerin yurt dışına gitme eğilimini artırdı.
Halil İbrahim Yenigün, Barış Bildirisi’ne imza atan akademisyenlerden. Bu nedenle Yardımcı Doçent olduğu vakıf üniversitesindeki görevine son verilmiş. Şimdi ABD’de Stanford Üniversitesi İslam Araştırmaları programında postdoktora araştırmacısı olarak çalışıyor. Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyor.
Yenigün, akademik yoksullaşmanın Türkiye’ye özgü olmamakla birlikte Türkiye’de meselenin boyutlarının çok daha büyük olduğu görüşünde. “Akademi, özellikle özgür düşüncenin korunaklı yuvası olmasını istediğimiz insan ve toplum bilimleri, küresel ölçekte bir saldırı ve kıyımla karşı karşıya. Özellikle siyaset bilimi ve sosyoloji gibi alanlarda bilgi iktidarların rehinesi olmuş durumda” diyor. Türkiye’de ise, öğrenci ve bina sayısı üzerinden yürüyen “üniversiteleşme” sürecini biraz da buruk bir tonla özetliyor:
“Üniversite nedir, toplumdaki misyonu nedir, siyasetle, devletle ilişkisi nedir üzerine hemen hiç fikri olmayan karar vericilerin, ilkokul çoğaltmaktan farklı olmayan bir biçimde ülkeyi kalkındırmanın göstergesi olarak üniversite ve öğrenci sayısını artırmayı hedefleyen bu sistem zaten çok yanlış kurulmuştu. Bir zaman sonra zaten dershane ve kolej işletmekten farklı olmadığı sanısıyla bu üniversiteleri açmış şirket-vakıflar da üniversite mantığına aykırı bütün uygulamalara rağmen yine de ‘kurtarmadığını’ fark ederek öğrencilerin ve hocaların şartlarını daha da kötüleştirerek o kurumları üniversite olmaktan hepten çıkardılar. Devletten birtakım iltimasları ve kaynakları kapmak için “iktidarın gözüne nasıl daha çok gireriz?” yarışına kapıldılar ve akademik otonomiden bihaber durumda üniversiteleri adeta MEB’e bağlı liselere çevirdiler. Bizim başımıza gelenler ise işte ne olursa olsun, aşikar sır kaynaklardan gelen ek ödeneklere rağmen ‘kurtarmayan’ bu modelin hızla kendini imha etme sürecidir.”
“Böyle kıyım ya darbede ya devrimde olur”
Yenigün, Türkiye akademisinde “kıyımın” 1930’lardan beri süregeldiğini söylüyor. Her iktidarın akademiyi kendi biçimini vermek için dönüştürmeye çalıştığını anlatıyor. Ancak son döneme kadar, eleştirel bakış açısını koruyan akademisyenlerin tüm zorluklara rağmen üniversitelerde varlığını sürdürdüğüne dikkat çekiyor.
“Türkiye’de beğenelim beğenmeyelim 1990’lardan 2010’lara kadar yetişmiş öğrenciler ve akademisyenler arasında eleştirel bilim ve düşüncenin, sosyal sorumluluğun, özgürlükçü siyasal duruşun çok daha baskın olduğu geniş mecralar oluşuyordu. Aleyhte bütün şartlara rağmen taşra üniversiteleri dahil birçok yerde özgür düşünce havzaları yeşermekteydi. Kürt ve Ermeni konularından rejim ve sistem sorunlarına, tarihin ve siyasetin birçok tabu konusu sistemin bu son büyük restorasyonu öncesindeki nispi özgürlük ortamında tartışıldı; gençlere yeni bakışlar, yorumlar sunuldu. Bunlara ilanihaye tahammül edilmeyecekti elbette ama bu gelen taarruz da kabul edelim ki topyekun denecek bir şiddette oldu. 2016 başlarında start verilen ve muammalarla dolu darbe teşebbüsüyle her türlü kanun çerçevesine uydurulabilen siyasi iklimde yaşanan akademik kıyım ancak darbe ve devrim dönemlerine mahsus, emsalleri ancak o dönemlerde görülen bir kıyım. İleride bu anlara dönüp bakıp tanımlama ihtiyacı duyduğumuzda eminim bu tür kavramlarla niteleyeceğiz.”
2016 ve sonrasında yaşananları “akademiye topyekun bir saldırı” olarak tanımlayan Yenigün, gitmeye karar verişini “Sözümü geri alıp, susup, itaat edip kalmaktansa istediğim şartları başka yerlerde aramak üzere göç etmeyi, hicreti tercih ettim” diye çerçevelendiriyor. Dahası “Kalırsam cezaevine atacaklar” korkusunun onu nasıl sarıp sarmaladığını anlatıyor.
“Düşüncelerimi söylediğim takdirde içeriye atılarak susturulacaktım. Ben düşüncelerimi yurtdışından da olsa konuşup paylaşmayı tercih ettim. Elbette yurt içinde, sahada özgürlükler için, akademik özgürlükle birlikte diğer bütün özgürlüklerin yaşandığı bir ülke için mücadele veren dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım çok daha gıpta edilesi işler yapıyorlar. Ben buradan o konuda elimden ne geliyorsa, o mücadeleyi dışarıdan nasıl tamamlayabileceksem, bunları eşdeğer saymadan, yapma gayretindeyim. Kısaca mesleğimi icra etmek ve özgürce konuşup yazmak için buradayım” diyor.
“Bence esas acı olan…”
Yenigün, dönmek konusunda umutsuz. Aslında Türkiye için faydalı işler yapabileceğine inansa da umudu kalmamış…
“ABD gibi ülkelerde göçmen bir akademisyen olarak ülkeye katkınız oluyor elbette ama çok büyük bir ülkede, her şeyin yerli yerine oturduğu bir düzende hareket alanınız kısıtlı. Sosyal değişim açısından, reform açısından Türkiye gibi küçük bir ülkede ise birikiminizle kolayca fark yaratabilirsiniz ve içini dışını bildiğiniz kendi ülkenizde kendi insanınıza net katkı sağlayabilirsiniz. Eskiden böyle düşünüyordum. Son yıllardaysa Türkiye gibi ülkelerin aslında böyle düşünen nice insanı kaç yüzyıldır kolay kolay barındıramadığını; beyinlerini ülkenin ve kurumların ıslahı için kullanabilmek, toplumu ilerletmek yerine en asgari özgürlükleri için dahi çetin mücadelelere zorladığını ve çoğunlukla bünyesinden kusup attığı için bu halde kalmaya devam ettiğini düşünüyorum. Halkın da alın teriyle okutup yetiştirdikten sonra dünyanın farklı yerlerinde eğitim alıp dönen çocuklarına tam topluma bir şeyler katacakları zaman destek olması gerekir ki gerçekten bir ıslah ve gelişim olsun. Ama maalesef onlar da otoriter siyasetin beslediği, salt itaat, sadakat ve otorite karşısında elpençe iltimas ve ulufe bekleyen kişiliklerle bir şey kuramayacağımızın, bu süreçte elenen karakter sahibi insanların yol açtığı sosyal zayiatın farkına varamıyor. Bence esas acı olan da bu."
“Gitmemek…” Bunu asgari koşulu ne olabilirdi diye soruyorum. Yanıtı da net geliyor.
“Tabii ki en azından düşündüğümüzü özgürce ifade edebileceğimiz bir Türkiye isterdim gitmemek için. İmalarla, üstü kapalı sözlerle, öğrencinin derste yasa ve ahlakdışı bir tutumla sizi kayda alıp ihbar edeceğinden çekindiğiniz bir vasatta sosyal bilim yapılamaz, düşünce ve felsefe üretilemez. Bunlar asgari ölçüde de olsa 2010’a kadar var görünüyordu şu an ise mutlak biçimde yok.”
Yenigün’ün üzerinde ısrarla durduğu kavram ise adalet duygusu. “Bir kere kaybedildi mi, yeniden sağlamak çok zor” diyor.
“Sosyal bir veba olarak iltimas düzeninin hakim olduğu, halkın alın teri vergileriyle fonlanan, emaneten ve memuriyetle seçilmiş siyasetçilerin sadece hakkaniyetle yürütme görevi üstlendiği işleri bile kendi lütufları gibi, ödül-ceza aracı gibi kullandığı, hatta başa kaktığı bir düzende üniversiteyi bırakın hiçbir adil kurum inşa edemezsiniz. İnsanlar adaletin sadece içkin ve ahlaki gerekçelerle değil, sosyal hayatın düzgün idamesi için de ne denli hayati olduğunu hakikaten anlamıyor. Sanıyorlar ki böyle gelmiş böyle giden bir adaletsiz düzende kayıran, ehliyeti çiğneyen bir sefercik de kendileri olsa değişen olmayacak. Halbuki bir kez bu yola girenin nerede duracağını ve tek bir adaletsizliğin zincirleme ne kadar sorun doğuracağını bilemezsiniz.”
Gitmek mi zor dönmek mi zor…
Giden binlerce akademisyen gibi, o da “İkisi de zor ama dönmek çok daha zor” diye düşünenlerden.
“Likayatsız kişilerin koltuklarını dolduramadıkları için kifayetsizliklerini bastırma ve örtbas etme yönünde eğilimleri vardır ki bu aldıkları kararları ve yönetim tarzlarını birebir belirler. Onların yanlış tercihi, yine kifayetsiz olduğu için işini yarım yamalak öğrenmiş kişilerden aldıkları kötü eğitimle pekiştirilen tahripkar kararları birike birike kurumları çürütür. Çökme hemen anlaşılmaz ama zamanla bütün bünyeye sirayet eder. Şimdi ülkece içinde olduğumuz durum aslında tam da bu. Liyakat ve ehliyet temelli kurumlaşma, hesap verebilirliğin, şeffaflığın olduğu iyi yönetim, adil ve hakkaniyetli sistem kurma konularında seleflerini çoktan ve fersah fersah geride bırakmış günümüz yönetim tarzının bütün bünyeyi sarmış tahribatı şu an gözlerini karartmamış mensupları ve taraftarları tarafından da yeni yeni anlaşılıyor. Çok temelli bir yeniden yapılanma, çok radikal bir dönüşüm olmalı ki biz bütün bir sistemi baştan ele alalım, ıslah edelim. Bunun olması konusunda pek çok kişi gibi kötümser olduğumu sanırım saklamama gerek yok.”
Her 10 akademisyenden biri gitmeyi seçti
Geleceğe ilişkin beklentileri kötümser olanların sayısının hızla arttığı farklı araştırmalarla da gün yüzüne çıkıyor. İngiltere merkezli Council For At Risk Academics (Risk Altındaki Akademisyenler) Direktörü Stephen Wordsworth, 2018’de kuruma olan başvuruların geçen yıllara göre yüzde 300 arttığını ve bu başvuruların çoğunun Türkiye’den geldiğini söylüyor.
Türkiye’de 112’si devlet, 69’u vakıf olmak üzere 181 üniversite var. Bu üniversitelerde yaklaşık 160 bin akademisyen görev yapıyor.
Beyin göçünde akademinin payı yüzde 9,1. Yani her 10 akademisyenden biri “gitmeyi seçenlerden…”
Bir vakıf üniversitesinde öğretim görevlisiyken ayrılıp Kuveyt’e giden Murat da (Adının yayınlanmasını istemediği için ona ‘Murat’ diyeceğim) neredeyse giden herkes gibi liyakat, ehliyet ve adalete vurgu yapıyor:
“Türk üniversite sistemleri klikler üstüne kuruludur. Birilerinin kliğine üye değilseniz onlar yürürken sizin koşmanız gerekir. Ben 2008'de doktoraya başladığımda bu böyleydi, kliklerin yönetimdeki güçleri ve sıraları değişti sadece. Türkiye'deki akademisyenliğin sorunları o sistemi kendine göre ayarlayan insanların yarattığı sorunlardır. Uluslararası alanda hiçbir kabul görmeyen eserleriyle üniversitelerdeki unvanlarını, pozisyonlarını elde eden insanlardan geleceğin nesillerine katkı sağlamasını bekliyoruz.”
Murat'ı gitmeye iten temel motivasyonlardan biri “imkan” meselesi. Ama bu sadece maaşla, gelirle ifade edilen bir “imkan” değil… Her alanda bir kuraklıktan söz ediyor o.
“Türkiye'de belirli kalitedeki vakıf üniversitelerinin hedefi öğrenci sayısıdır, dünyanın en iyileri arasına girmek gibi bir dertleri hiç olmamıştır. Bazı vakıf üniversitelerinin akademik destek şartlarını okuduğunuzda esaslar belirlenmiştir ancak son söz mütevelli heyet başkanındadır. Siz o şartları en iyi haliyle sağlamış da olsanız son sözü her zaman mütevelli heyeti başkanı söyler. O, akademik desteği istediğine verir, istemezse yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.”
Murat, “Sahip olduğum nitelikleri bana ülkemin devlet okulları verdi” diyor, hemen ardından “Ama”yı eklerken aidiyet duygusundaki kopuşun sinyalini veriyor: Dönmeyi düşünmüyorum şu anda.
Beyin göçü akademiyle sınırlı değil. Bilişim teknolojilerinde yüzde 28,4, mühendislikte yüzde 14,1 oranında.
Geçtiğimiz ay, Türkiye’nin önde gelen kuruluşları olan ASELSAN, SAGEM ve TAI’den 100 mühendisin Hollanda’ya göçtüğü haberleri yer aldı. O 100 kişi çok konuşuldu ancak tablo sanılandan daha da kötü. Hollanda Göç ve Vatandaşlık Kurumu (IND) verilerine göre, 2018’in 11 aylık bölümünde Türkiye'den toplam 1020 akademisyen ve yüksek eğitimli kişi "beyin göçü" için Hollanda'ya başvurdu.
IND'nin açıkladığı rakamlara göre, 2016 yılında Türkiye'den 235 kişi Hollanda'ya sığınma başvurusu yaparken, 2017'de bu sayı 481'e ulaşmıştı. Yani sayılar katlanarak artıyor.
“Dönmek isteyeni görmedim”
Serkan Akif Akyıldız bir gazeteci. Artık ABD’de yaşıyor. “Dönmek fikrinden hiç vazgeçmedim, bir gün döneceğim” diyor ama hemen ardından dönüşü sürekli ertelediğini vurguluyor. Neden ertelediğini sorduğumda, “Türkiye’den olumlu bir haber gelmiyor ki” diyor.
“Umarım Türkiye daha huzurlu bir ülke olur, ekonomisi düzelir, sokaklarda yürürken ya da araç kullanırken bile bazen kendini hissettiren gerilim biter, umarım ben-sen tartışması biter.”
Yaşadığı kentte Türkiye’den gidenlere bir araya geldiklerinde de öncelikli konu elbette Türkiye. O sohbetler de umutvar olmaktan uzak…
“Buradan bakınca maalesef Türkiye pek iyi görünmüyor. Türkiye'de hangi partiyi desteklerse desteklesin henüz dönmek isteyen biriyle karşılaşmadım diyebilirim. Yaklaşık 4 yılda sadece bir kişiden “dönebilirim belki” sözünü duydum ama o da ‘nasıl dönerim ki’ diye kendi kendine soruyordu. Dönünce Türkiye'de ne yapılabileceği, iş bulunup bulunamayacağı 10 puanlık uzman sorusu. Burada bir şekilde iyi kötü uğraşacak bir şeyler çıkabiliyor.”
“O siyah botun ne kadar uzağındayız?”
“Bu Ülkeden Gitmek” tam da bu konuyu, gidenlerin gözünden “gitme”yi anlatıyor. Gözde Kazaz ve İlksen Mavituna’nın kaleme aldığı kitap gitmeden önceki bıkkınlık, sıkışmışlık, umutsuzluk, mutsuzluk, yalnız hissetme duygularıyla, gittikten sonra hissedilenlere ışık tutuyor.
İlksen Mavituna, yapılan bir söyleşide gidenlerle yaptığı görüşmelerde öne çıkan bir motivasyonu şöyle anlatıyor:
“Kitabımıza konu olanların pek çoğu içinde bulundukları durumu göç olarak tanımlamadıklarını söyledi. Onlar mesleklerini icra edemedikleri için, çocuklarının alacağı eğitimin niteliğinden kaygı duyduklarından, bir kadın olarak burada yaşamak artık iyice zorlaştığından bu ülkeden gitmek istediler. Yine de belirtmek gerek ki ülke değiştirmek gibi büyük bir eyleme başvurmak için kişinin şahsi duygularından fazlasına ihtiyacı var, görüşmecilerimizden birinin benzetmesine başvurmak gerekirse “siyah bota binmek“ kaygısı sanırım içinde bulunduğumuz coğrafyanın ve son birkaç yılın en sert olgusu olarak hepimizin hayatının ortasında. Siyah bota ne kadar uzak ya da yakın olduğumuzdan bağımsız, genel bir güvencesizlik ve endişe zaman zaman birçoğumuzun omuzlarına çökmekte. Dolayısıyla birçok görüşmeci kendi durumunu doğrudan ilişkilendirmese de, göç ettiğini kabullenmese dahi, tahayyül dünyasında göçün en sert halini koyu bir imge olarak taşımakta idi. Ezcümle kavramlar kimi zaman başkalaşabiliyor ama olgular tüm sertliğiyle hayatın ortasında duruyor. Gitme kararı, gündelik/sosyal hayattaki sıkışmışlığın sonucunda ortaya çıkıyor. Yani siyasi olmasalar da siyasi iklim sebebiyle giden bir kitleden bahsediyoruz." (Söyleşi: Özlem Altunok /T24)
New York Times'e haber olan beyin göçü
Geçtiğimiz aylarda konu dünya basınında da sıkça yer aldı. Türkiye'den beyin göçünü ele alan yayın kuruluşlarından biri de The New York Times (NYT) gazetesi oldu. Gazetede Türkiye'den yurt dışına göçün "rekor rakamlara ulaştığı", göçün başlıca sebeplerinin de 'kayırmacılık ve artan otoriterleşme" olduğu belirtiliyordu. Habere göre 2017'de 250 bin kişi Türkiye'den göç etmişti.
Ankara'dan bu habere hızla yalanlama geldi. Cumhurbaşkanlığı'nın İnsan Kaynakları Ofisi'nden yapılan açıklama şöyleydi:
"The New York Times gazetesi internet sitesinde 2 Ocak 2019 tarihinde Carlotta Gall tarafından kaleme alınan, kimi yabancı ve yerli basın organlarında haberi yapılan yazıda, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri referans gösterilerek, "2017 yılında Türkiye'den göç eden Türk sayısının çeyrek milyonun üzerinde" olduğu iddia edilmiştir. Ancak kamuoyuna açık olan TÜİK verilerine bakıldığında 2017 yılında Türkiye'den göç eden vatandaşlarımızın sayısının yazıda iddia edildiği üzere çeyrek milyonun üzerinde değil, aksine 113 bin 326 kişi olduğu görülmektedir."
Çeyrek milyon ya da 113 bin...
“Beyin” aslında günümüzün savaş araçlarından biri. Tankla, topla savaş gibi ya da ticaret savaşı gibi ülkeler arasında bir “beyin göçü” savaşı var. Kimi ülkeler beyin göçü çekiyor, kimi de beyin göçü veriyor. Türkiye bu savaşta nicedir kaybediyor.
© The Independentturkish