Evinde kal, her yurttaşın sağlığından sen sorumlusun

Erhan Ürküt Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Hac veya Umre'den gelen tanıdıklar; bize esans, yani hacı yağı getirir. O esansın ağır kokusu neredeyse bizi bayıltırdı.

Koklamak bayılmaya varacak derecede vakalara sebep olurdu. Günlerce kokusu burnumuzda tüterdi.

Geçen gün Umre'den gelen komşumuz Hacı Zübeyir Amca demiş ki;

Onların Cavit 19 varsa, benimde esansım var. Bana hiçbir şey olmaz!


Bugünlerde sık duyduğumuz söylemlerden biri;

Bana hiçbir şey olmaz!


Birçoğumuzun farkında olduğu ama inanmak istemediği bir virüs, neredeyse dünyayı kontrolü altına aldı.

Koronavirüs (Kovid-19) olarak bilinen solunum yolu bulaşıcı hastalığı, Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) 9 Mart 2020 tarihli raporuna göre 100’den fazla ülkede 109 bin teyit edilmiş vakayla kayıtlara geçildi.

DSÖ tarafından, koronavirüs için 2 Mart 2020 tarihinde küresel risk seviyesini "yüksekten", "çok yüksek" seviyesine çıkarılmış, ayrıca “Uluslararası Kamu Sağlığı Acil Durumu” ilan edildi. 

İşte tüm dünyanın ayağı kalktığı ve sıkı tedbirlerin alındığı bir dönemde, "Bana hiçbir şey olmaz!" söylemi, birçok uluslararası sözleşmede de güvence altına alınan ve devletlere pozitif sorumluluk yükleyen yaşam hakkını tartışmaya açtı.

Bu yazıda da salgın ve alınan önlemler konusu, devletin ve bireylerin yükümlülükleri çerçevesinde yaşam hakkı bakımından tartışılacaktır.

Bütün insanların doğal olarak sahip olduğu ilk hak; yaşam hakkıdır. Bu hak, İkinci Dünya Savaşı öncesi ve savaş sırasında meydana gelen toplu ihlaller nedeniyle uluslararası pozitif normlara konu olmaya başlamış ve korunmaya çalışılmıştır.

Bu anlamıyla yaşam hakkının korunması, bu hakka tehlike oluşturan müdahalelerin önlenmesi yönünde devletlere yükümlülükler getirmiştir.

Yaşama hakkının varlık nedeni, insanı doğal olmayan ölüme karşı korumaktır. Devletler tarafından öldürülmeme ve yaşama yönelik tehlike ve risklere karşı yine kamusal otoriteler tarafından korunma hakkını içermektedir. 

Yaşam hakkı, bireye sıkı sıkıya bağlı en temel haktır. Bu hak olağanüstü hallerde bile içerdiği yükümlülüklerin askıya alınamayacağı önemli bir haktır.

Devletlerin yaşam hakkının korunması bakımından doğan sorumluluğu sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2'nci maddesinin 1'inci fıkrasında ifade edilen 'yaşamı kasten yok etme yasağı' ile sınırlı değildir.

Devlet aynı zamanda ihmalle ya da ağır kusurla insan yaşamının ihlal edilmesi riskine yönelik olarak caydırıcı etkiye sahip olacak etkin önlemler almakla da yükümlüdür. 

O yüzden başta ülkemiz olmak üzere, salgının etkilediği yerlerde, ilk olarak güvencesiz çalışanların, toplu ve kapalı ortamlarda çalışan işçilerin, cezaevlerinin, sağlık hakkına erişimde avantajsız durumda olan yoksulların, sağlıksız koşullarda yaşayan göçmen-mültecilerin gündem olması ve haklarının savunulması boşuna değildir. 

Artık küresel sorunlara sahip olan dünyamız, var olan sistemin ürettiği krizleri de küresel olarak yaşamaktadır.

Tabii ki de sınıfsal ve toplumsal katmanlar olarak, bu krizlerden etkilenme oranları farklıdır. Ancak sistemin sorunlarının, bu krizleri eşit derecede yaşattığı da ortadadır.

Koronavirüs risk grubunda olan kronik rahatsızlıkları bulunan ve 65 yaş üstü bireylerin bu salgından çok daha yüksek oranda etkilendiğini biliyoruz.

İşte burada her yurttaşın olduğu gibi risk grubunda yer alan yurttaşların da özellikle yaşam hakkının ihlal edilip edilmediği tartışmaya açılmaktadır. 

İşte bu noktada her yurttaşın olduğu gibi özellikle cezaevlerinde bulunan mahpusların yaşam hakkı açısından devletin pozitif yükümlülüğü ortaya çıkmaktadır.

Devletin yetki alanındaki kişilerin de yaşam hakkını korumak için gerekli çabayı göstermekle yükümlü olduğu, ilk kez 1998 yılında Birleşik Krallık aleyhindeki L.C.B. davasında hükme bağlanmıştır.

Bu kapsamda değerlendirilen yükümlülük, sağlık konusunda tedbirler alınmasını da içerdiğinden sağlık kuruluşları bünyesinde hastaların yaşam hakkına ilişkin risklere karşı uygun tedbirlerin alınması sorumluluğunu gündeme getirmiştir.

Yine AİHM, Enhon/İsveç kararında (Case of Enhorn&Sweden 56529/00) HİV virüsü hastalığı nedeniyle özgürlükten yoksun bırakılmanın önemini vurgulayarak izolasyonun son çare olmadığı dolayısıyla kamu güvenliği ve özgürlük hakkı arasındaki dengenin kurulamadığı sebebiyle yaşam hakkını üstün sayıp özgürlük ve güvenlik hakkı yönünden ihlal kararı vermiştir.

AİHM, salgın hastalıklarda şu hususu özellikle vurgulamaktadır: Mahpusun sağlığı ile özgürlük ve güvenlik hakkı arasında tercih yapması gerekirse sağlığı açısından pozitif yükümlülükleri hatırlatılmalı ve serbest bırakılması için uygun koşullar yaratılmalıdır. 

Yine Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi, kişinin sağlıklı yaşayabileceği güvenli ortamı sağlamayı devletin sorumluluğunda olduğunu birçok kararında belirtmiştir. 

Yine Anayasa Mahkemesi, bireyin kendi eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı korunması yönünde devletin gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü bulunduğunu birçok ihlal kararında vurgulamıştır. 

Bu durumda yaşam hakkının korunmasına yönelik tedbirler maksimum seviyede alınmaz ise özellikle risk grubunda yer alan yurttaşların yaşam hakları ihlal edilir. Burada sorumluluk hem devletlerde hem de Hacı Zübeyir amca gibi yurttaşlardadır. Yani bu ihlalin bir tarafı bu sefer birey ve toplum da olabilmektedir.

Ancak devlet tarafından ivedilikle atılması gereken adımların başında cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülere yönelik düzenleme olmalıdır.

Onların yaşam hakkı devlet tarafından pozitif yükümlülüğe tabidir. Devlet onlar için derhal somut adımlar atmalıdır.

Mahpusların dış dünya ile tek iletişim yolu olan avukat ve yakınlarıyla görüş ve ziyaret haklarının kısıtlanması ile koruyucu ve önleyici tedbirlerin tam olarak sağlandığını söylemek güçtür.

Bu, amaca uygun bir tedbir değildir. Dış dünya ile tek temas yolu olan bu hakkın ellerinden alınarak fiziksel sağlıkları kısmen sağlansa da, bu kısıtlamanın mahpuslar ve yakınlarını ruhsal açıdan bir yıkıma uğratma riskini de barındırmaktadır.

Kaldı ki virüs sadece mahpus yakınları tarafından değil, infaz koruma personeli ve diğer güvenlik personeli tarafından da cezaevine taşınabilecektir.

Ayrıca bu salgın nedeniyle cezaevinde yaşamını yitiren biri olursa devletin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmenin 2'nci maddesi bağlamında sorumluluğu doğar.

Yine birçok yurttaş yüklü miktarda tazminatlar devletten tahsil edebilir. Her ne kadar mahpusların tahliyesi ile ilgili yasal bir düzenleme gündemde olsa bile mahpuslar arasında ayırım yapmak yaşam hakkının ihlali ile ilgili ciddi hak ihlallerine neden olabilir.

Önümüzdeki günlerde yasal düzenleme meclisten geçtikten sonra tartışmanın boyutu daha da değişebilir. Ancak hiçbir tedbir yaşam hakkından önemli değildir. 

Bu olağanüstü koşullarda herkesin unuttuğu ve devletin yaşam hakkı yönünden pozitif yükümlülükle sorumlu olduğu; çalışmak zorunda kalan işçiler, hiçbir geliri olmayan binlerce yoksul yurttaş ve memlekette yaşayan binlerce göçmen-mültecinin yaşam hakkı unutulmamalıdır. 

Ben de ciddi sağlık sorunlarına sahip bir birey olarak bu süreçte hem sorumlu hem de risk grubundayım.

Avukat olma sürecim; üniversite sınavını kazanmaktan bugüne kadar hep sağlık sorunları engeliyle yani büyük bir mücadeleyle geçti.

Bu kadar zorluğa rağmen yaşam hakkımın, diğer risk grubundakiler gibi, güvence altına alınması kaçınılmazdır. 

"Bana hiç bir şey olmaz!" deme;

Sana olmazsa benim gibi risk grubunda olan birçok yurttaşa bir şeyler olur.

Yaşam hakkımdan önce devlet sonra bana hiçbir şey olmaz diyenler sorumludur. 

Lütfen evinizde kalın, ellerinizi sürekli yıkayın, toplu olarak bir arada bulunmayın, Sağlık Bakanlığı'nın talimatlarını yerine getirin.

Çünkü önce kendi sağlığınızdan sonra, risk grubunda olan çevrenizden ve benim gibi birçok yurttaşın hayatından siz sorumlusunuz. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU