Batılılar coğrafi keşifleri, ticaret için yapmışlardı. Yani o ticaret de barışçıl bir alışveriş değildi.
Avrupalılar güney ve orta Amerika, Afrika, Hint alt kıtası ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirdiler.
Yer altı ve yer üstü kaynaklarını talan etmekle kalmadılar, özellikle Alaska’dan Patagonya’ya tüm Amerikaları asimile etti.
Kuzeyden güneye Amerikalardaki tüm medeniyetleri yıkmakla kalmadı; soykırımlara tabi tuttu.
Tüm bunlar yetmedi.
Bu talan ve hırsızlık aynı zamanda katillikle ve işgalcilikle birleşti, birleştikçe oradan elde edilen birikim kapitalizmin, sömürgecilikten emperyalizm aşamasına geçmesine yol açtı.
Bu arada Rusya da Stalinizmle Çarlık Rusya’sının ihtişamlı yayılmacılığını kaldığı yerden sürdürdü.
Çin ve Sovyetlerin 50’ler itibariyle emperyalist birer devlet kapitalizmine evrilmeleri de cabası.
Böylece kuzey yarımküre, güney yarımkürenin üzerine basarak, onu yoksullaştırarak zenginleşti.
Bu devasa çalıntı ve birikim, aynı zamanda bilimsel gelişmeyi tetikledi.
Batı biliminin emperyalizmin bir organı olarak şekillenmesiyle devam etti. Özellikle sosyal bilimler, hassaten de antropoloji bunların başında geliyor.
Bilimin ve teknolojinin gelişmesi hırsızlık, katliam ve sömürü düzeninin devam etmesi için bir araç olarak kullanıla geldi.
Batılılar elbette bununla kalmadı, kendi içerisinde uyumlu refah toplumları kurdular. Liberal demokrasiler inşa ettiler.
Kapitalist devletlere, reel sosyalizmin devlet kapitalizmleri de karşı kutup olarak eşlik ettiler.
Peki bu arada tarihleri, kimlikleri, hayatları, ülkeleri yağmalananlar zaman ilerledikçe güney yarımküre diyeceğimiz dünya bu işe ne der?
Onlar üzerinden zenginleşip dünyayı egemenliklerine alanların onlara “3. Dünya” dedikleri.
Postkolonyalist Hint düşünür Gayatri Chakravorty Spivak’ın “Madun”lar dünyası dediği insanlar bu işe ne der?
E tabi birileri çalıp zenginleştikçe teknolojiyi de o parayla geliştirecek, teknolojiyi geliştirdikçe de üretecek ve tükettirecek.
Bu kapitalist çelişki sınıfsal çatışmaları derinleştirecekti ki öyle de oldu.
Sadece ekonomik bir fakirleşme yoktu. Güney yarım küreyi sömüren Batılılar aynı zamanda bu sömürü sisteminin ayakta tutmak için kendi memurlarını ya da işbirlikçilerini darbeci generaller, soyguncu ekonomi bakanları ya da çılgın diktatörler/kralları bölgede görevlendirdiler.
Onlar da hem sefilleştirmeyi hem de madunun konuşamamasını/düşünememesini sağladılar.
Kuzey obezledikçe güney bir deri bir kemik kaldı.
İşsizler, açlar, ezilmişler, hayatları çalınmışlar önce kendi bölgelerindeki daha zengin merkezlere akın ettiler.
Baş hırsızların garnizon üslerine, büyük şehirlere ve öncü ülkelere akın ettiler.
Önce Meksika’ya, Güney Afrika’ya, Türkiye’ye, Fas’a ve Tunus’a…
Atlama taşı yerleriydi buralar…
Yüzyılların alacaklıları kapıya dayanmıştı.
İşte “göçmen” dediğimiz kişilik böyle ortaya çıktı.
Konuşamayan “madun” konuşmak için, karnını doyurmak için ölümü göze alıp botlara atlayıp Akdeniz’i, Ege’yi, Meksika sınırını geçmeye çalıştı.
İşin özü, zengin fakire daha doğrusu yoksulluktan, kanaatten sefalete ve savaşlara, ölüme sürüklenene karşı kayıtsızken, orta sınıf ona kucak açmaz aksine nefret doludur; çünkü hem geçmişini hem de olası geleceğini onda görür.
Kapitalizmin belki de en sinsi stratejisi, ücretliyi kademelere bölmesiydi, Hobsbawm’nın “çalışan yoksul” kategorisi o nedenle işlevseldir.
Teknokratları kapsayan üst orta sınıf, alt orta sınıf, bürokrat, işçi, taşeron, güvencesiz/enformel emek, lümpen proletarya vs. bunları birbirinden ayırıp düşmanlaştırdılar.
Birbirlerine düşmanlaştırılan bu orta sınıf kademelerin bir de kategorilerine göre konfor sağlandı.
Tabi bu konfor da borçlandırılmış ve bağımlı kılınmış birer zincir halkasıydı.
Borçlu insan itaat eder, çünkü bugünün kapitalizminde varlığını sürdürmek en temelde borçlanmayı ama aynı zamanda borcunu çevirebilmeyi gerektirir.
Böyle bir insan kaybedecek çok şeyi olan insandır.
İşte prekarya da denilen bu “vatandaş” tipi kapısına dayanan ve kaybedecek bir şeyi olmayan alacaklılara en çok düşmanlık eden insan tipidir aynı zamanda.
İşte o yüzden iddia edilenin aksine küresel kapitalizmin ideal kölesi “ulus devlet vatandaşı”dır.
Ulus kimlikler kapitalizm için gerekliliklerdir. Bundan dolayıdır ki göçmenler kapılarını çaldıkları her durakta o ülkenin ulusalclıklarının tepkisiyle karşılaşırlar. Faşizmin yükselmesi de bunun sonucu.
İşte o yüzden kuzeyin sınırlarına dayanan güneyliler, yerliler, yüzlerce yıllık alacağını tahsil etmeye hakkı olan yeryüzünün lanetlileri göç ediyorlar.
Arap Baharı devrimleri işte bu zeminden doğdu.
Artık Malcolm X’in X’leri, Spivak’ın Madun’ları, Ali Şeriati’nin Mustazafları görünür olarak kapıda.
O kapı ya kırılacak ya da adil bir bölüşüm için açılacak…
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish