Geçtiğimiz günlerde bir vesileyle İtalya’nın Venedik kentindeydim. Elbette çok güzel, her tarafından sanat ve tarih akan olağanüstü bir kent.
Siyasî planda Venedik’in hususî bir geçmişi var. Venedik, 7. yüzyıldan 18. yüzyılın sonlarına değin bağımsız bir cumhuriyet hüviyetiyle idare edildi.
Büyük fetihler, olağanüstü bir ticaret hacmi ve ciddi bir deniz hâkimiyetiyle mühürlenen söz konusu cumhuriyet devri, 1797 yılında Napolyon’un işgali neticesinde ise kapandı.
Bahsi geçen zaman aralığında Venedik önemli tüccar aileler tarafından mesken tutulmuş, bu anlamda cüsseli bir sermaye birikimine de fırsat tanımıştı.
Kendine has kurumları ile bürokratik örgütlenme modeline sahip olan Venedik Cumhuriyeti, 19. yüzyılda Giuseppe Garibaldi’nin karizmatik liderliği ve tükenmez çabalarıyla “İtalyan ulusal birliği” hareketinin amaçlarına kazandırıldı. O günlerden beridir İtalya’nın ayrılmaz bir parçasını teşkil ediyor.
Peki, bu durum ne kadarlığına sürecektir? İşte benim üzerinde düşünmek ve yazmak istediğim konu başlığına böylelikle giriş yapmış oluyoruz.
Venedik milliyetçiliği: Tarihsek Venedik’e dönüş
2014 yılında Venedik’te internet üzerinden bir referandum tertip edildi. Referandum için inisiyatif alan oluşum ise “Venedik Bağımsızlığı” (Indipendenza Veneta) adında bir siyasî parti oldu.
Neredeyse 4 milyona yakın seçmenin oy kullanmaya davet edildiği “online” referandumda 2,5 milyon kişi oy kullandı. Nihayet söz konusu referandumun sonuçlarına göre oy kullananların yüzde 89’luk bir oranı Venedik’in bağımsızlığını onayladıklarını ifade etti.
Gerçekten de literatürde adına “Venedik milliyetçiliği” denilen bir kavramsal hakikat dahi vardır. Dolayısıyla “Venedik Bağımsızlığı” partisinin varlığı hiçlikten veya basit bir ütopyadan doğmuş değildir.
İtalya’da ulusal birliğinin ete kemiğe büründürüldüğü 1866 yılından bu yana devam eden Venedik milliyetçiliği, tarihsel Venedik’in (İtalya’nın kuzeydoğusunun önemli bir kısmını kapsıyor) yeniden müstakil bir devlete kavuşmasını istiyor.
Venedik milliyetçiliğinin somut izdüşümlerini ben de bizzat tecrübe edebildim.
Seyahatim esnasında yerli düşünce insanları, sanatçılar, tüccarlar ve esnaftan kimselerle yaptığım sohbetlerde hemen hemen herkes Venedik’in bağımsızlığına taraftardı.
Öyle ki, bazıları ileride inşa edilecek olan Venedik Cumhuriyeti’nin büyük sanayi ve bankacılık sektörlerinde kilit noktalarda bulunan seçkinlerin oluşturacakları bir Konsey’le yönetilebileceğini bile dillendirdiler.
“En azından ödediğimiz vergiler yine Venedik’te kalır” diyordu bir tanesi.
Elbette bu, meselenin teknik boyutlarından yalnızca biri. Bilindiği üzere, İtalya’da kuzey ile güney arasında pas geçilmemesi gereken ekonomik eşitsizlikler hâsıldır.
Kuzey bölgeler daha disiplinli, daha çalışkan ve en önemlisi daha üretken olarak bilinirken, güney bölgelerde yaşayanlar miskinlikleri ve boş vermişlikleriyle tanınıyorlar.
Hâl böyle olunca, kuzeyliler “Üreten biziz, sefasını sürenler onlar” diyorlar. Nitekim İtalya’da bugün Matteo Salvini önderliğindeki sağ-popülist Kuzey Ligi’nin en yüksek oy oranlarının İtalya’nın kuzey bölgelerinde tespit edilmesi de şaşırtıcı değildir.
Dünyada yeni bir “şehir-devletler” çağına doğru mu?
Bugün Venedik kentinde ve tarihsel Venedik Cumhuriyeti’nin bir dönem hükmettiği topraklarda ahali “pusuda bekliyor” desek yanılmış olmayız sanırım.
Neden mi?
Çünkü Venedikliler, Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve bölgelerinde cereyan eden bağımsızlık hareketlerini çok yakından izliyorlar. Deyim yerindeyse bir kıvılcımın çakması için sabrediyorlar.
Örneğin İspanya’da Barselona merkezli gelişen Katalan milliyetçiliği ve onun gölgesinde vücut bulan Katalan bağımsızlık hareketleri tıpkı Venedik’te olduğu gibi, Avrupa’nın (ve hatta dünyanın) muhtelif kentlerinde yeniden diriltilmek istenilen “şehir-devletler” tahayyülünü yeniden canlandırdı.
Şüphesiz ki Venedik, İtalya’ya özgü bir örnektir. Ne var ki dünyada ve Avrupa’da bu tip örneklerin gitgide çoğaldığını müşahede ediyoruz.
Barselona’dan bahsettik ancak bununla bitmiyor: Québec, Hong-Kong, Singapur, Monako Prensliği, Vatikan, Andorra, Liechtenstein, Dubai vs. Bu kentlerin birçoğu ya hâlihazırda bağımsızdır (veya özerktir) ya da bağımsız (veya özerk) olmak için çabalamaktadır.
Oysa var olanlara mukabil bir de ileride bağımsızlık veya özerklik arayışına girebilecek olanlar var.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Kaliforniya, Teksas ve New York eyaletleri pekala kendi eyalet başkentlerinden yola çıkarak bu tarz bir amacın peşinden koşabilir ki, aslında örnekleri bugün bile mevcuttur.
Şahsen “Brexit” sürecini müteakip yıllarda Londra ahalisinin bile belli ölçülerde bu minvalde bazı talepler öne sürebileceğini düşünüyorum. Almanya’da 2017 tarihli bir anket sonucuna göre ise 3 Bavyeralıdan 1’i bağımsızlık istiyor.
Keza Fransa da bu bağlamda çok ilginç veriler sunuyor ancak yanılmayınız; veriler Paris, Brötonlar veya Korsika’yla alakalı değil.
Ya hangi bölgelerle alakalı?
Sıkı durun: biri dünyanın sayılı kayak merkezlerinden sayılan Savoy bölgesi, diğeri de yine dünyanın sayılı yaz tatili merkezlerinden sayılan Nice ve etrafı.
Fransız monarşistlerinin “Savoy Dukalığı” ve “Nice Kontluğu” hayalleri
Fransa’da bu iki bölgenin statüsüne ilişkin monarşist çevreler ve özellikle de asırlık Action Française dergisi mensupları oldukça özgün iddialar ortaya atıyorlar.
Her iki bölgede de irili-ufaklı bağımsızlıkçı hareketler zaten faaldir ancak Fransız monarşistler meseleye bambaşka bir açıdan, hukukî zeminden yaklaşıyorlar.
Geçmişte Savoy bir dukalık, Nice ise bir kontluk idi. Her iki kent de 1860 yılında imzalanan Torino Antlaşması aracılığıyla Fransa’ya bağlandı.
Ne var ki İkinci Dünya Savaşı esnasında, tam olarak 1940 yılında, Fransa ile İtalya arasında imzalanan ateşkesle birlikte Torino Antlaşması boşa çıktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasıyla birlikte, 10 Şubat 1947 tarihinde Paris’te yeni bir barış antlaşması imzalandı.
Mevzubahis antlaşmanın 44. maddesinde müttefik devletler İtalya’yı savaştan evvel yürürlükte olan bazı antlaşmaların yeniden yürürlüğe koyulması için bilgilendirmeye davet edilmiş, bu bilgilendirme için de 6 aylık bir mühlet verilmişti.
Oysa bugün Fransız monarşistlerin savına göre, Fransa Savoy ve Nice’le ilgili söz konusu bilgilendirmeyi yapmamıştır.
Dahası, aynı maddenin ikinci paragrafında bu antlaşmaların müttefik devletlerce belirtilmemesi hâlinde iptal edileceği yazmaktaydı.
Dolayısıyla Fransa’nın bu ihmalkarlığı Torino Antlaşması’nı “de facto” geçersiz kılmıştır!
Hâl böyle olunca Fransa’daki monarşist muhit, özerk Savoy dukalığının bugün bile meşru olduğunu, Nice’in de özerk olduğunu, dolayısıyla kontluk sistemiyle idare edilmesi gerektiğini serdediyorlar.
Elbette Avrupa’nın hususî siyasî tarihi ve buna bağlı olarak gelişen uluslaşma serüveni daha kadim kıta ve devletlere nispetle yenidir. Örneğin Asya’daki uluslaşma süreçleri bilhassa Avrupa’dakilerden daha yerleşik ve saftır.
Bu anlamda Avrupa tarihini Ortaçağ’ı, Rönesans’ı ve Sanayi Çağı’nı eşzamanlı olarak dikkate alarak okumakta fayda vardır. Zira Avrupa’da şehir-devlet düzeninin çok eski ve köklü bir tarihi vardır.
Modern akımlar ve özellikle de milliyetçilik akımı, Avrupa’nın bu tarihsel müktesebatına belki “bir süreliğine” perde çekebilmiştir.
Ancak bölgesel ayrılıklar ve eski bölgesel kimliklerin yeni ulusal kimliklere nispetle kimi zaman çok daha baskın bir karakterde seyretmesi Avrupa özelinde “yeni” bir olgu değildir.
Bilindiği üzere Avrupa tarihte dünyaya fikrî, düşünsel ve entelektüel alanlarda yön verebilen ender kıtalardan biri olagelmiştir.
Dolayısıyla bugün Avrupa merkezli olarak kurgulanan “neo-şehir-devletler” anlayışının daha sonraları amansız sömürü hevesleriyle donatılıp uluslaşmanın daha ezelî bir tabiata sahip olduğu farklı coğrafyalarda tedavüle sokulmak istenebileceği ihtimalini değerlendirmek lazımdır.
Üstelik ilginçtir, bugünlerde özellikle Avrupa’da uyanan söz konusu bölgesel ölçekli ayrılıkçı-bağımsızlıkçı güdüler dünyaya “yeni milliyetçilik” şeklinde takdim edilen sağ-popülist oluşumların şemsiyesi altında toplanarak meşruiyetlerini örmeye çalışıyor ki, bu eğilim Avrupa’da fevkalade berraktır.
Küreselciliğin “milliyetçimsi yapıları” tuzağı ve tarihsel milliyetçilik
Liberalizm sponsorluğunda alttan alta filizlendirilmeye gayret edilen “şehir-devlet” tasavvurunun nasıl şekillendirildiğine bakar mısınız?
Şehir-devletleri, mikro-devletleri uluslaşmanın motoru olan “milliyetçilik” kisvesine bürünerek yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyorlar!
Belçika’da Flaman ayrılıkçılar sağ-popülist Vlaams-Belang’la yürüyorlar. İtalya’da en çok ayrılıkçı hareketin olduğu kuzeyde, bu hareketler sağ-popülist Kuzey Ligi’yle güç birliği yapmış vaziyetteler.
Fransa’da “milliyetçi” hüviyetini terk eden ve sağ-popülizme kayan Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik, bir yandan Korsika milliyetçilerine selâm ediyor, diğer yandan Savoy ve Nice özelinde olduğu gibi “anti-sistem” görünmek uğruna ayrılığa açıktan destek veriyor.
Her zaman söylediğim gibi, bugün özellikle Avrupa’da “milliyetçimsi” yapılara karşı uyanık olunması icap eder.
Öte yandan 14 Ocak 2019 tarihinde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Lideri Devlet Bahçeli’nin aynı konu başlığına ilişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) yaptığı konuşmanın son bölümünün önemi kritik derecede haizdir.
Bahçeli, “Küresel aktörler açısından, ülkelerdeki yükselen milliyetçiliğin kırılması; dil, din veya mezhep farklılıklarının derinleştirilmesi ve bunların üzerinden minyatür, garnizon veya federal devletlerin oluşturulması hedeflenmiştir” diyor ve ilave ediyor:
Ancak maksadı ne olursa olsun, küresel sömürünün, küresel emperyalizmin önündeki en önemli engel millî devlet yapısı ve bu yapının temel taşı olan milliyetçiliktir.
Bahçeli sonuna kadar haklı, doğruları söylüyor.
Avrupa’da ve dahi dünyanın geri kalanında milliyetçi hislerin yine, yeniden şaha kalktığı bir kesit yaşıyoruz.
Tam bu noktada “türedi” değil ama “hakiki” milliyetçilikler – tıpkı Türk milliyetçiliğinin pratiğinde olduğu gibi – ancak dayandığı “millet” kavramının üzerine titrediği ölçüde başarı sağlayacaktır.
Taşeron milliyetçilik, içinden fışkırdığı kuşatıcı millet gerçekliği üzerinden değil, aksine onu alt-kategorilere ayırıcı nitelikler üzerinden gidiyor – hem de temiz milliyetçi hisleri Atlantik ötesinden ithal edilen tekniklere bulayarak! Steve Bannon’lar bugün niçin sağ-popülistlerin banisi hâline getirildi zannediyorsunuz?
Hakiki, tarihselliği olan milliyetçilikler ise topyekûn milleti, neredeyse tarihin şafağından bu yana varlığını sürdüren “millet” kategorisini temel alarak ilerliyor.
Hayatî fark işte budur.
“İstanbul Ankara’dan yönetilemez” söyleminin tehlikesi
Bugün itibariyle milliyetçilik, en küçük köylerimizden en büyük metropollerimize değin akın akın hücum eden küreselci dalgaların karşısındaki yegâne dalgakırandır.
21. yüzyılda özüne sadık kalabilen, parçalara ayrılmaya kesinkes karşı çıkan ve maddî-manevî köklerini muhafaza edebilen milletlerin hayatta kalma şansları diğerlerine nazaran daha yüksektir.
Şükür ki, Türkiye de bunlardan biridir. Rusya, Çin vb. devletler de bu perspektifte ele alınabilir.
Avrupa devletlerinde olduğu gibi tuzağa düşen milletler ise bu gidişle kademeli olarak eriyecek ve en nihayetinde buharlaşıp toza karışacaktır.
Bu bağlamda son bir uyarı: “İstanbul Ankara’dan yönetilemez” söyleminin bir sonraki aşamasının ne olabileceğini yaşayan ve yürüyen örnekler bize apaçık göstermektedir.
Aman dikkat!
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish