Ercan Kesal için "O budur" ya da "şudur" demek onu tek bir kimliğe indirgeyip oraya hapsetmek, dolayısıyla ona şiddet uygulamaktan demektir.
Ercan Kesal aktör, senarist, yönetmen, doktor, etnograf ve yazar kimliklerinin/konumlarının kesişme noktasında kendini var etmiş bir değerdir.
Ama işler bu kadarla da kalmıyor. Konu Ercan Kesal olunca, az önce saydığım bu kimliklerin bir arada varolmakla yetindiğini düşünmeyin.
Onun gibi bir başka vicdanlı yazar José Saramago'nun şu fevkalade yerinde deyişini ödünç alıp bu yazıya teyelleyecek olursak, Kesal'ın metinlerinde "her şey her şeye bulaşıyor".
Başka bir deyişle, bu kimliklerin etkisi bir diğer kimliğin içerisinde kolayca görülür.
Dahası, bu kimlikler bir türlü kendi üzerine kapanmayan ama sürekli kendini tehir edip değiştiren bir ufka benzer.
Böylesi kimlikler gelecekteki başka eklemlemelere de açıktır. Zira sınırlarını tahkim etmekle uğraşmaz ve "tehlikeli göçmenlere" kapıyı kapatmazlar.
İşte biraz da bu yüzden bu girizgâha başlarken Ercan Kesal için işaret zamiri kullanma riskine karşı dikkat çekmeye çalıştım.
Bir kere, Ercan Kesal derken olmuş bitmiş, şeyleşmiş, çevresi tahkimat edilmiş bir kale, körü körüne takip ettiğimiz bir navigasyon sistemi ya da tek düze bir zamansallıktan bahsetmiyoruz.
Bunu anlamak için Kesal'ın kısmen poetik bir dille yazdığı kısa hikâyelerinden birini okumanız ya da bir filmini izlemeniz yeterlidir.
Yazılarında canlı ve karmaşık durumların açık ve güçlü -ama kesinlikle basite indirgenmemiş!- bir anlatımına şahit olursunuz. Kesal iletişim kurarken "az çoktur".
Öte yandan, Ercan Kesal'la aşinalık geliştirmeye çalışmak bir örgüde iç içe geçmiş iplikleri söküp takip etmeye benzer.
Bu yüzden onun dokuduğu gerçeklik –isterseniz buna metinsellik de diyebilirsiniz– fevkalade renklidir ve bir türlü sona ermek bilmez.
Yine de, şimdilik, bu dokumadaki iplikçikler arasında nostaljik hafıza, ev ve benlik, dönüş, sinema, roman, değişim, hüzün, vicdani hafıza, ahlâki tereddüt, bozkır ve hoşgörüyü saymakla yetinelim.
Bu desenlerle dokunan metinselliğin sabit ve katı değil de değişen bir özü vardır.
O –yeri geldiği için tekrar etmekte bir sakınca görmüyorum– Jacques Derrida'nın deyişiyle, bazen tüm bunlardan fazla, biraz eksik ve de farklıdır.
Çünkü ben bunları yazarken Ercan Kesal farklılaşıp beni yapıbozuma uğratıyordur.
Söyleşi ve diyalog
"İsim Şehir Film Roman" kitabınızdan dolayı öncelikle sizi tebrik ederim. Son zamanlarda söyleşiye ağırlık verdiğinizi gözlemliyorum. Olaylar böyle mi gelişti yoksa söyleşiye doğru dümeni siz mi kırmak istediniz? Bu kıymetli söyleşiler bana Rus düşünür Bahtin'in kafama kazınmış şu sözlerini anımsattı. Bu dünyada "olmak diyalojik olarak iletişimde bulunmak demektir (...) Dolayısıyla, diyalog tam da özü gereği son bulamaz ve son bulmamalıdır" (Bahtin, s. 337).
"İsim Şehir Film Roman" kitabı esasında "Cebimdeki Ekmek Kırıntıları"nın mütemmim cüzü gibi, hatta bir nevi onun devamı da sayılabilir.
"Cebimdeki Ekmek Kırıntıları" için tam da senin tarif ettiğin gibi bir süreç yaşanmıştı ama, yani "olaylar böyle gelişmişti!"
Yenal Bilgici aradı bir gün Amsterdam'dan ve yaptığı bir söyleşinin (İlber Ortaylı-Bir Ömür Nası Yaşanır) çok beğenildiğini, çok okunduğunu, kendisinden yine benzer bir çalışma yapmasının istendiğini, onun da beni düşündüğünü söyledi.
Fazla düşünmeden "Olur" dedim. Doğrusu, "Aslında" kitabım benimle daha önce yapılan ve yıllara yayılan birçok söyleşiden Doğuş Sarpkaya'nın yaptığı güzel bir derleme kitaptı ve benzer sularda yeniden yüzmeyi hiç düşünmemiştim.
Ama Yenal Bilgici'yle yaptığım görüşmelerde ikna oldum. Otobiyografik ya da otoetnografik bir söyleşi değildi benden istenen, bazı özel başlıklar altında yapılacak derinlikli sohbetlerdi.
"Cebimdeki Ekmek Kırıntıları"nda bazı kavramların peşine düşmüştük; (Konfor Alanını Terketmek, Başka Dile Çevrilemeyen Sözcükler vs…) bu kitapta ise hayatımızda iz bırakan isimler, filmler, şehirler ve kelimeler üzerine konuştuk.
"Çocukluk" gibi, "Zaman" gibi, "Memleket ve Gurbet" gibi, "Dostluk" gibi.
Ezber bozmak
Bu bir soru mu yoksa yorum mu emin değilim. Bir söyleşinizde "Gonçarov'un Oblomov'unu okumamış olsaydım eğer, Yozgat Blues'daki Yavuz karekterini canlandıramazdım. Mario Puzo'nun Baba ve Doğan Yurdakul'un Abi kitaplarını okumasaydım, karton bir İdris Koçovalı karakteri çıkarırdım" demiştiniz. Bu da bana aslında ezbere dayalı şu kurgu/gerçek, metin/dünya ayrımına şüpheyle yaklaştığınızı, hatta bu ezberi bozduğunuzu düşündürüyor. Zira bu ikili zıtlık mantığına göre roman karakteri romanda kalır ve yaşadığımız "gerçek" hayatların üzerinde etkisi yoktur. Oysa yukarıda saydığınız karakterler üzerinden siz karakterler geliştirdiniz. Kısacası bu alıntı bence kavramlaştırmalarımızın eksiklerini ve yetersizliklerini açığa çıkartarak anlayışımızı ve iletişim kurma şeklimizi de yeniden yapılandırıyor bence. Doğru mu anladım? Bir de bu anlamda hangi roman karakteriyle tanışabilmek isterdiniz?
Baştan sona haklısın. Yine sinemadan örnek vereceğim: Saura'nın "Carmen" (1983) filminde oyuncular senaryodan sahneye taşıdıkları duyguları giderek gerçek hayatlarında da hissetmeye başlarlar.
Bir süre sonra her şey birbirine karışır ve gerçekle kurmaca arasındaki o ince çizgi kaybolur. Sonunda Carmen'i bir dolabın arkasında ölüp ölmediğini bilmediğimiz bir halde bırakırız.
"Bir Zamanlar Anadolu"da (2010) ve "Nasipse Adayız" (2019) filmlerinde de kurmaca ve gerçeklik iç içe geçmiş gibidir.
25 yıl önce ücra bir kasabada genç bir hekimken başımdan geçen bir cinayet hikâyesinin replikasını yapmak için, aynı kasabaya 25 yıl sonra yeniden gitmiştik. Gerçekliği yeniden yaratacaktık belki. Bu mümkün müydü?
"Nasipse Adayız" filminde 18 yıl önce Okmeydanı sokaklarında kafasında "acaba beni belediye başkanlığına aday gösterecekler mi" sorularıyla dolaşan adamın duygularının benzerini 18 yıl sonra bu kez kameranın arkasında "ilk filmimi hakkıyla çekip bitirebilecek miyim?" kaygılarıyla yaşadım.
Olayı anlatan bendim, dışarıdan da bakabiliyordum ama aynı zamanda içindeydim de.
Anladım ki, tüm hayallerimiz baştan sona bizim kendi gerçeğimiz, ama bizim bir başka gerçeklik yokmuş gibi yaşadığımız her şey de hayatın kurmacasıymış meğer! İçinde keder ve acıdan başka bir şey taşımayan bugünümüz geçmişimizden başkası değilmiş.
Şimdi dediğimiz şey geleceğin geçmişiymiş ve biz geçmişle gelecek arasındaki o ince yarıkta bir oraya bir buraya sallanıp duruyormuşuz. Geçmişle gelecek arasında… Işıkla karanlık arasında… sallanıp duruyormuşuz.
Hangi roman karakteriyle tanışmak isterdim; elbette Raskolnikov'la.
Ev, dönüş ve benlik
"İsim Şehir Film Roman" söyleşilerinde tekrar eden motiflerden biri de sanırım ev. Bir de ev motifinden hareketle benlik diyebiliriz. Artık Urla'da yaşıyorsunuz ve görünüşe göre huzurlusunuz. Sizin yolculuğunuz, evine, İthaka'ya varmaya çalışan ve nihayet evine dönünce huzur bulan Odysseus'a mı yoksa badireler atlatıp hiç bilmediği topraklara doğru yola çıkarak bilinmezi kendine ev belleyen Aeneas'a mı daha yakın düşüyor?
"İsim Şehir Film Roman" kitabımdaki o bölümü "Ben kendimi gurbette yeniden doğurdum, memleketimi gurbette buldum" başlığıyla yayımladık. Bu yüzden badireler atlatıp hiç bilmediği topraklara doğru yola çıkarak bilinmezi kendine ev belleyen Aenas daha yakındır bana!
Tam da öyle oldu zaten, gurbeti memleket yaparak yaşadım hep. İçimdeki tecessüs hiç dinmedi. Konfor alanlarımı terketmekten hiç çekinmedim şükürler olsun.
Başıma gelecekleri içim titreyerek bekledim belki ama her seferinde tek arzum vardı: Kendimi yeniden doğurmak ve sonunda hikâyenin tamamlanmasına bir adım daha!
Yolunu kaybeden denizcilerin küreklerini denize bırakmaları gibi bir ilişkim olmalıydı hayatla. Başıma gelen ve gelecek olan her şeye ancak böyle katlanabilirdim. İyi oyuncu senaryoda yazılmayanı da oynayandır. Hayatı da doğaçlamaya fırsat veren bir set gibi hayal ediyorum.
Elbette eninde sonunda herkes evine dönmek ister ama uçurumun kenarından başka bir yer de ilhama açık değildir bilirsin!
Oscar Wilde bir keresinde "Nereyi seversen, orası senin dünyandır" demişti. Bu söz sizin için de geçerli mi acaba?
"Neresi dünyansa orayı seveceksin!" oldu bende daha çok. Marcel Mauss'un tanımından yola çıkarsak "Beşikte büyümeyenler" sınıfına mensubum. Ağzımda gümüş kaşıkla doğmadım.
Bozkırın ortasında küçük bir kasabada 4 çocuklu, ümmi bir annenin, ilk okul mezunu çiftçi bir babanın en küçük hastalıklı bir çocuğu olarak doğmaya ben karar vermedim.
Derslerinin yarısı boş geçen, mütevazı sıfatının bile abartılı olacağı okullarda okudum. Lise son sınıfa kadar yer sofrasında aynı tabaktan yenilen bir sofrada aç kalmamaya çalıştım.
Zorunluluklarımı çabaya, dezavantajlarımı yeteneğe dönüştürmekle geçti ömrüm. Hala da benzer bir yolculuğu sürdürdüğümü düşünüyorum.
Çalışmaktan başka hiçbir şeye inanmam. Bu yüzden geriye doğru hatırladığım her şeyi sevgi ve özlemle anıyorum, çünkü çok emek verdim.
Bozkır
Haddimi aşarak size şöyle -gerçekten de çok merak ettiğim- bir soru sormak istiyorum. Neden Kapadokya'da yaşamıyorsunuz artık?
O kadar haklı ve yerinde bir soru ki! Çünkü çocukluğumdan ve Avanos'tan başka bir şey özlemiyorum aslında. Lakin tüm Avanos ziyaretlerimden iç sıkıntısı ve bedbinlikle dönüyorum İstanbul'a. Ne kadar uğraşsam da uzun bir süre kalamıyorum orada.
Kendini tekrarlayan ve giderek sıkıntıya boğulan bir dünya. Anam babam yaşamıyor, öksüz ve yetimim. Belki bu yüzden oralı değilmişim gibi geliyor artık. Kendimi orada sürdüremediğimi fark ediyorum her seferinde.
Sadece çok iyi bildiğim ve istediğim bir şey var ki, o da yaşamakla ilgili değil. Ölünce anamla babamın ayakuçlarına gömülmek istiyorum.
Kendinize yeni bir benlik ve ev kurdunuz sanırım. Yanlışım varsa beni lütfen düzeltin. Peki bozkırdan çıkış var mı?
Urla daha çok yazları nefes aldığımız bir yer. Havası, ufku, rüzgarı, yiyeceği içeceği, denizi çok güzel bir coğrafya. İzmir ise hep neşeli ve sakin.
Urla'da kurduğumuz mekan Urladam gelecek vadeden, ilham veren, gelişmeye açık bir mekan. Orada vakit geçirmek güzel ama yeni bir benlik ve ev tanımına yetecek cesamette değil!
İstanbul hala yaşam merkezimiz. Sinema yapmayı çok sevdiğimiz ve maddi olarak da yapmak zorunda olduğumuz bir meşgale. Bu da ancak İstanbul'da mümkün.
Bunların ortasında duran Ercan Kesal'ın tüm hücrelerine sirayet eden duygu ise elbette bozkır duygusu. Hüzünlü, sessiz ve mütevekkil. Bozkırdan çıkış olmaz!
Bozkırın artıları ya da size kattıkları oldu mu?
25 yıl sonra "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminin mottosuna dönüşecek olan şu cümleleri 1984 yılnda hekim olarak göreve başladığım kasabadaki bekar evimin tek mobilyası formika çalışma masamda yazmıştım:
Kasabalarda hayat bozkırda yapılan yolculuklara benzer. Her tepenin ardında yeni ve farklı bir şey çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, kıvrılan, incelen, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar!
Bozkırda zaman farklı akar. Size beklemeyi öğretir. Sabrı dayatır. Hiçlik duygusu verir insana. Bu da az şey değildir.
Bozkır, insanı terbiye eder. Bozkır çocuğu olarak doğdum, büyüdüm. Büyük şehre gittim, hekim oldum. Yine bozkıra döndüm.
Hemşehrilerim, akrabalarım hastalarım oldu. Ne öğrendiysem bozkırda öğrendim. Bende kalan ve yazılarıma geçen her şeyin sahibi bozkırdır.
Popüler kültür
Popüler kültüre ile aranızda eleştirel bir mesafe var. Popüler olan tüm metinlere böyle eleştirel mi yaklaşırsınız? Aklıma benzin istasyonlarının bir zamanlar eşantiyon olarak Umberto Eco'nun "Gülün Adı" romanını vermesi geliyor. William Shakespeare de geniş bir okur yelpazesine mâl olmuştu mesela. En fazla okunan kitap Kutsal Kitap ise popüler vs. anti popüler beğeni ayrımının da ötesinde. Bu örnekler kimi popüler metinlerin bünyesinde fark barındırdığını da gösteriyor. Buna katılır mısınız?
Elbette katılıyorum. Çok da önemsiyorum. Görmezden gelmek aymazlıktır herhalde. Böyle düşünmesem bu sene için ikisi dijital, biri ulusal üç dizi projesiyle anlaşmazdım herhalde.
Sözünü ettiğin "mesafe" kendi tarzımla ilgili. Popüler kültürün sadece "sıradanlaştırma" değil, aynı zamanda "aynileştirme" gibi bir tehlikesi de vardır.
Bu dünyanın içinde kendin olmaktan vazgeçmeden nasıl yol alabilirim. Derdim bu! Bu kadar kolay ve çabucak çok geniş kitlelere ulaşmanın getirdiği fırsatın yanısıra tehlikeli de bir sorumluğu var diye düşünüyorum.
"Çukur" dizisindeki İdris Koçovalı karakteriyle popüler kültürde muazzam bir iz bıraktınız. Bu durum gündelik hayatta ya da öteki projelerinizde size zorluk yaratıyor mu? Benim gibi bazı hayranlarınız sizi önce filmleriniz, denemeleriniz ve hikâyelerinizle tanıdı. Peki, filmleriniz, denemeleriniz ve kısa hikâyelerinizin İdris Koçovalı karakteri kadar popüler ya da tanınır olması sizi mutlu eder mi?
Profesyonel bir oyuncu değilim. Hiçbir eğitim almadım bu konuda. Alaylı bile değilim, çünkü sette yetişmiş, çekirdekten gelen biri de değilim.
Rol yapmayı bilmiyorum, oynarken sadece "o" olmaya çalışıyorum. İdris Koçovalı da dahil oynadığım her karakter Ercan Kesal'dan başkası değil. Bu yüzden herhangi bir süpriz ya da zorluk yaşamıyorum hayatımda.
Film, deneme ve hikâyelerimin tanınır olması, itiraf edeyim beni mutlu eder. "Marifet iltifata tabidir" çünkü.
Yeni proje müjdesi var mı?
2. filmin senaryosu bitti sayılır, para bulma süreci başladı. Her şey yolunda giderse 2025 bitmeden çekerim. "Masumiyet Müzesi" ve "Magarsus" işlerinde oyuncu olarak yer aldım.
Önümüzdeki aylar dijital platformlarda seyredilir. Ulusal bir kanalda yayımlanacak uzun erimli bir diziyle de anlaştım, aralık gibi sette olacağız inşallah.
Bu arada 2025 bitmeden yeni bir novella da yolda, geliyor.
Benim sormayı unuttuğum ya da sizin belirtmek istediğiniz bir şey var mı?
Hayır. Varolasın.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish