Bölgemizde “barış” anlayışları

Deniz Büstani, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Ortadoğu’da özellikle 2024 yılında en çok duyduğumuz sözcükler “Barış” veya “Normalleşme” oldu. Savaşın olduğu yerde barıştan bahsedilmesi normalken askerlere göre barış, savaş için verilen bir aradan ibarettir. Maalesef 1. Dünya Savaşından bu yana da Ortadoğu’da her “Barış” savaşa verilen ara olmuş.

2023 yılında İran, farklı mezhepçi kutuplarda durduğu Suudi Arabistan’la, Türkiye, farklı siyasi duruşlar sergilediği Mısır ile normalleşti. Söz konusu örnekleri arttırabileceğimiz birçok gelişme de yaşandı, yaşanıyor.

Bu gelişmeler yaşanırken bölge ülkeleri ve bölgede etkili olan ülkeler hep bir ağızdan barış istediklerini vurguluyorlar. Ana başlığa baktığımızda bütün ülkelerin anlaşması gerekirken söz konusu ülkelerin “Barış” anlayışlarının farklı olduğunu farkettiğimizde dillendirilen barışın çok da yakın olmadığını görebiliyoruz. Bu yazımda ülkelerin barış anlayışlarını değerlendirmeye çalışacağız.

2011 yılında başlayan Suriye krizinde Türkiye Rejim karşıtı bir politika izledi. Türkiye’nin söz konusu politikası 2016 yılına kadar çok keskin bir şekilde ilerlese de 2016 sonrasında Suriye’de öncelik PYD/PKK ve IŞİD terör örgütleriyle mücadele ve 911 Km’lik sınırın güvenliğinin sağlanması oldu. 2024 yılına gelindiğinde ise bölgenin istikrarı, terör örgütlerinin tamamen ortadan kaldırılması hedefi ile Ankara-Şam ilişkilerinin yeniden tesis edilmesi gündeme geldi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Beşar Esad ile görüşülebileceğini açıkladı. Yani Türkiye’nin Suriye Rejimini devirmek gibi bir hedefin olmadığı en üst makamdan açıklanmış oldu.

Suriye’de terör gruplarının ABD desteğiyle petrol ve tahıl bölgelerini kontrol etmesi ve uygulanan uluslararası ambargolardan dolayı Şam Yönetimi, terör gruplarıyla ticari ilişkilere girmek zorunda kalmıştı.

Türkiye bu ticari ilişkilerin gelecekte de olmayacağının garantisini Şam yönetiminden talep ediyor. İstenilen garantiler ise muhaliflerin siyasi kanadının da bir şekilde Suriye iç siyasetine entegre edilmesi. Bu durumun gerçekleşmesi halinde ise Türkiye, Adana Mutabakatı benzeri yeni bir güvenlik anlaşmasıyla Şam Yönetimiyle koordineli bir şekilde terörü bitirmeyi ve bölgeye istikrarı getirmeyi hedefliyor. Bu kapsamda 7 Ağustos 2024 tarihinde Deyri Zor’da Arap Aşiretlerin PYD/PKK terör örgütüne karşı ayaklanması ve bu ayaklanmayı Şam yönetiminin organize etmiş olması Türkiye’ye Şam’dan olumlu mesaj olarak değerlendirilecek mi, onu da yakın zamanda göreceğiz.

Terörle mücadele kapsamında ise strateji tabii ki sadece Suriye merkezli ilerlemiyor. Öte yandan Türkiye, Irak ile de güvenlik ve ticari sözleşmeler, projeler yaparak bölgede Merkez Hükümetlerinin muhattap alındığı bir denklem kurmaya çalışıyor.

Şam yönetimi de her yönetim gibi barış istediğini açıklarken buna ek olarak “Topraklarımızın işgaline son verilmesi” cümlesini de sık sık kullanıyor. Bu cümlede öncelikle Türkiye’nin Suriye’nin Kuzeyinde oluşturduğu güvenli bölgeler, Fırat’ın Doğusunda ABD destekli PYD/PKK terör örgütünün kontrol ettiği bölgeler ve İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri kastediliyor.

Tabii ki gündemde Şam-Ankara ilişkileri olduğu için de Türkiye’nin bulunduğu bölgelere öncelik veriliyor. Ankara’nın Şam ile ilgili soru işaretleri olduğu gibi Şam’ın da Ankara ile ilgili soru işaretleri bulunuyor.

Bu karşılıklı güvenmeme sıkıntısı normalleşme sürecini sekteye uğratıyor. Şam, Ankara ile görüşmeden önce Ankara’nın Suriye topraklarından çekileceği planı detaylı şekilde açıklamasını talep ediyor. Yani bir anda çekilme olsun denilmiyor ama Türkiye’nin Suriye topraklarından çekileceğini proje kapsamında ilan etmesini istiyor.

Buna ek olarak çekilme gerçekleşmeden önce de öncelikle Türkiye’nin kontrolünde olan ve ticari açıdan hayati öneme sahip olan M4 karayolu kontrolünün de Şam yönetimine verilmesi talep ediliyor.

Şam yönetimine göre bu şartlar gerçekleşirse İsrail’in Golan’da, ABD’nin Fırat’ın Doğusunda daha fazla kalma şansı kalmayacak.

Çünkü Şam yönetimine göre Suriye’de istikrarsızlığın olmasının esas nedeni Türkiye ile Suriye’nin ilişkilerinin bozulmasından kaynaklı olarak değerlendiriliyor.

Suriye krizinde çatışmaların seyrini değiştiren en önemli ülke şüphesiz Rusya oldu. Rusya 30 Eylül 2015 tarihinde Suriye Ordusu’na (Rejim) hava desteği vermek üzere Suriye’ye geldiğinde Suriye topraklarının sadece yüzde 25’i Şam Yönetiminin kontrolündeydi. Başkent Şam’ın bile yüzde 40’ı farklı silahlı gruplar tarafından işgal edilmişti. Suriye Meşru Hükümetinin daveti üzerine Suriye’ye askeri destek veren Rusya savaşın seyrini değiştirdi ve Suriye Meşru Hükümetinin sahada ilerlemesini sağladı. 2019 yılına gelindiğinde Suriye topraklarının yüzde 75’i Şam’ın kontrolüne geçmiş, güvenlik anlamında bu bölgelerde istikrar sağlanmıştı.

Rusya bu derece yardım ettiği Suriye’den de Tartus ve Lazkiye Limanlarının aracılığıyla onlarca yıldır hayalini kurduğu sıcak denizlerdeki imtiyaz hakkını elde etti. Bu süreçte Lazkiye ve Tartus Limanlarının yanı sıra Halep’in de kontrolünün sağlanabileceği bir noktada bulunan Hmeymin Hava Üssü Ruslara tahsis edildi. Ruslar bu üssü koruyabilmek için S300 hava savunma sistemlerini buraya konumlandırmış durumda.

Suriye Yönetimine yardım sonrasında hayallerini gerçekleştirebilme fırsatı bulan Rusya, elde ettiği imtiyazları istikrarlı bir şekilde koruyabileceği bir denklem kurmak istiyor. Bu denklemin en önemli ayağı ise Ankara’yla Şam’ın normalleşmesini sağlamak. Ruslar bu konuda aracı olmaya çalışsa da hem Suriye hem de Türkiye’nin rahatsız olacağı faaliyetleri yürütmekten de geri durmuyor. Ruslar bir yandan Türkiye ile Suriye’nin yeniden diplomatik ilişkilere sahip olması için çaba gösterirken öte yandan PYD/PKK terör örgütüyle siyasi muhattapmış gibi görüşüyor, Moskova’da temsilcilik açmasına müsaade ediyor. Rusların PYD/PKK ile görüşmesinin sebebi; Ankara-Şam ilişkilerinin yeniden tesis edilmeme ihtimalinden kaynaklıdır. Bu ilişkinin kurulamaması halinde Suriye’de merkezi bir hükümetin kurulamayacağı, yönetimin federasyon olacağı ve bu federasyonun bir parçasının ise ayrılıkçı terör örgütünün olacağı ihtimalini göz önünde bulundurmaktadır. Yani Rusya’nın bölgemizdeki tek derdi elde etmiş olduğu imtiyazları koruyabilmektir. Rusya’nın bölgemizde toprak bütünlükleri, üniter yapıların korunması gibi bir endişesi bulunmamaktadır. Rusya’nın bu tutumu Ankara-Şam arasında arabulucu olabilme ihtimalini düşürmekte, sorunu çözmek bir yana, sorunun bir parçası olmasını sağlamaktadır.

Bölgede etkili olan bir diğer ülke ise İran… İran Suriye Krizinin hemen başında, 2013 yılında Şam Yönetimine destek olmak için Suriye’ye girdi. Lübnan Hizbullahı’nı Suriye’ye yerleştirdi, sahada 9 farklı silahlı grup kurdu. Savaşın başında Suriye’de Devlet yanlısı kesimin sempatisini kazandı.

Bu sempati çok uzun sürmedi çünkü seküler yaşam tarzına sahip Suriye halkı içerisinde bir “Şiileştirme” çabası görüldü. Suriye Halkı İran’ın bu faaliyetlerini hoş karşılamadı ve hızlıca kazandığı halkın sempatisini aynı hızda yitirdi. İran için Suriye, cephelerden yalnızca bir tanesi… Zira İran Suriye dışında; Irak, Lübnan, Yemen’de askeri olarak, Körfez ülkeleri ve Asya’da ise sosyal anlamda çalışmalar yürütmektedir. İranlılar yaptıkları çalışmaların hedefini ise “Şii Hilali” olarak dillendirmektedirler. Yani İran’a göre hedef mezhep yayılmacılığıdır ve sorunlar da bu yayılmanın olmasıyla çözülecektir. İran Rejiminin dış politika yansıması olan bu durum, Fars etnisitesini Şii mezhebiyle sentezi teorisine göre hareket edilmesini sağlamaktadır. Bu durum İran’ın neredeyse savaş halinde olduğu İsrail’in yapısında benzemekte ve bilerek veya bilmeyerek İsrail’e sosyal bir meşruluk kazandırmaktadır. Etnik-Mezhep bölücülüğüyle mücadele edilmesi gereken bu dönemde bu tür stratejiler “Barış” adı altında istikrarlı savaşlara neden olabilecektir.

Bu süreçler içerisinde İsrail ise kurulduğu 1948 yılından bu yana en güvenli ortamı elde etmiş durumda…

Çünkü artık bölgede İsrail’i tehdit edebilecek kapasitede “Devlet” neredeyse kalmadı.

2001 yılına kadar Saddam’ın Irak’ı, 2011 yılına kadar ise Hafız Esad’dan kalan Beşar Esad’ın Cumhurbaşkanı olduğu Suriye, Kaddafi’nin Libya’sı İsrail için hep tehdit olarak görülüyordu.

Saddam ve Kaddafi devrildi, Şam ise 2011 yılı sonrasında zayıflatıldı.

İsrail de bu süreçte Filistin’de genişleme stratejisine devam etti, suç dozajını arttırarak tarihte eşi benzeri görülmemiş bir soykırımı bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştirmeye devam ediyor.

İsrail, işlediği insanlık suçlarına rağmen de hep bir barıştan bahsediyor. İsrail’e göre nihai barış Filistin topraklarının tamamının ve BM kararıyla Suriye toprağı sayılan Golan Tepeleri’nin (Colan Tepeleri) resmi olarak İsrail yönetimine girmesiyle mümkün…

Hatta İsrail’e göre Filistin ismi Filistin’e bile ait değil(!)

Siyonist görüşe göre Filistin ve Filistinlilerin toprağı Ürdün’dür. Filistin ise İsrail yönetiminde olması gereken İsrail’dir. Yani iç barış, Filistin’de bulunan Filistinlileri yok ederek ya da göç ettirerek mümkün.

Buraya kadar İsrail’in Filistin için ön gördüğü sözde barışı anlattık.

İsrail’in bölge barışı için ise görüşleri ABD projeleriyle birebir uyumlu ve daha da vahim.

İsrail rejimi bölgede etnik yapıların devletleşerek zayıf kalacağı bir düzen hayal ediyor. Yani Suriye’nin Kuzeyinde PYD/PKK terör örgütünün, Süveyda’da Dürzilerin, Deraa’da Arap toplumunun Haşimi kolunun devletleşmesini umuyor.

Bu projeyi de özgürlük, eşitlik gibi kavramlarla pazarlıyor. Yani bölge adına istikrarlı bir istikrarsızlık hayal ediyor ve bunun adına da “Barış” diyor. İsrail’in barışı, esas itibariyle bölgenin savaşı olarak karşımıza çıkıyor.

Yukarıda anlattığımız görüşler ülkeler tarafından muhakkak dikkate alınmaktadır.

Bölgemizde barış ve istikrar, bütün görüşlerin ortak noktalarının arttırılmasıyla mümkün olacaktır.

Ortak görüşlerin arttırılmasının yolu ise stratejinin merkezine IŞİD ve etnik bölücü PYD/PKK gibi terör örgütleriyle mücadele fikrinin konmasıyla mümkündür.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU