Çağdaş dünya edebiyatının en büyük ustalarından biri Cengiz Hüseyinov'un bıraktığı mirasın başında onun aydın duruşu ve kişiliği geliyor.
Yazarı yurtdışına gitmek zorunda kalmış bir ülkede değil demokrasi devlet kelimesinin de 'd' harfi yok demektir. Çünkü insan topluluklarını yöneten kurumun görevi vatandaşını ülkeden gitmeye zorlamak değil onun doğup büyüdüğü, eğitim aldığı topraklara daha sıkı bağlanmasını sağlamaktır. Hayatını 38 yaşında kaybetmiş ABD'li yazar Thomas Wolfe, Evine Dönemezsin isimli romanında kendi topraklarında kalmanın veya hiç değilse gidip dönebilmenin felsefesini şu çarpıcı sözlerle ifade ediyor:
“Ve sen döneceksin, evet, evet. Yeryüzünde bizim dağlardan daha iyi ve daha güzel bir yer yoktur ve sen ne zamansa kesin dönüş yapacaksın.”
Guatemala'da darbe olunca Fransa'nın diplomatik sığınma hakkı tanıdığı Miguel Angel Asturias'ı sivil yönetim geri gelince yeniden büyükelçi görevine atıyordu. Ardından yine darbe, yine siyasi sığınma.
Arjantin'in UNESCO'daki temsilcisi Julio Cortazar da bir kere aynı akibeti yaşamasına rağmen sonuçta ülkesine dönebilmişti.
Kendi yaratıcı insanını ezme konusunda en acımasız yönetimler eski sovyet coğrafyasında olmuştur ve mevcuttur. Sosyalist devrimin ilk yıllarında Rusya'yı, Azerbaycan'ı terketmeye muvaffak olamayanlar 1930-1938 yılları arasında Stalin'in (Azerbaycan'da Bağırov'un) infazlarının kurbanı olmuşlar.
1950'lerin ikinci yarısında topluma verilen nefesin, yaratıcılığın tüm alanlarında özgür düşünceli yapıtların ortaya çıkmasına neden olmasına rağmen 1970'lerin başlarında sovyetlerin üzerine çöken “durgunluk dönemi” Komünist Parti'nin, polisin ve istihbaratın baskısını ayyuka çıkarmıştı. Sistem ile yıldızı barışmayan İosip Brodski 1972 yılında SSCB'den kovulurken 1987'de Nyu York'ta görev yaparken Edebiyat alanında Nobel ödülüne layık görülmüştü; Edebiyat alanında 1970 yılı Nobel ödülü sahibi Aleksandr Soljenitsın'a ödülünü almak için 1974 yılında ülkeden çıkma izni verilirken geri dönüşü yasaklanmış ve ABD'nin yolunu tutan Soljenitsın 1998'de Alaska'dan Rusya'ya girerek geri dönmeye muvaffak olmuştu.
İşte 1960'ların o 'başkaldırı edebiyatı'nın sözünden asla geri dönmeyen kalem sahiplerinden biri Cengiz Hüseyinov da SSCB'nin dağılmasından yirmi iki sene sonra 2013 yılında Rusya yönetimiyle anlaşma zemini bulmayı redederek ülkeyi terketmişti. 16 Ocak 2024'te doksan beş yaşına üç ay kala Kudüs'te hayatını kaybetti.
1929 Bakü doğumlu Cengiz Hüseyinov üniversite eğitimini sürdürmek için 1949'da Moskova Üniversitesine yatay geçiş yaptırmış ve yaşamının 64 yılını Moskova'da geçirmiştir. Azerbaycan Yazarlar Birliği Moskova temsilciliğinin yanısıra Prof. Dr. titriyle Moskova Lomonosov Üniversitesinde uzun yıllar kıyaslamalı edebiyat dersleri vermişti. 1950'lerin ikinci yarısında tanıyıp yakınlık kurduğu Nazım Hikmet ile 1962'de Bakü'ye giderek dünya edebiyatının en güçlü kalem sahiplerinden biri Mirza Ali Ekper Sabir'in doğumunun 100. törenlerine katılmıştı. 1969'da gittiği Irak'tan, Türkiye'nin Musul Başkonsolosunun yardımıyla İstanbul'a gelmiş ve yakın arkadaşlık kurduğu Aziz Nesin, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Yılmaz Güney ile buluşmuştu. Türkiye devlet görevlilerinin Hüseyinov'a burada kalmayı önermelerine rağmen eşine ve çocuklarına sovyet rejiminin yaşatacağı sıkıntıları gözönünde bulundurarak çok istemesine rağmen kalamamıştı. Yıllar sonra televizyon konuşmalarımızın birinde, "Sovyetler bize tamamen yalan söylemişti, bizim Türkiye gibi güçlü bir devletimiz varmış” demişti. 1970'lerin başlarından itibaren ismi SSCB'nin en önemli kalem sahiplerinden biri olarak rağbet gören Cengiz Hüseyinov'un eserleri dünyanın 30 diline çevrilmiştir. Sovyet Politbürosu'nun bir üyesiyle ilgili kaleme aldığı romandan dolayı herkes Hüseyinov'un sıkıntı yaşayacağını beklerken daha sonra kendisiyle TV konuşmalarımızın birinde, ”Yayınevinden 5 adet kitap istemişlerdi. Bana baskı yapacaklarını bekliyordum ancak cesaret edemediler” şeklinde görüş ifade etmişti.
Cengiz Hüseyinov yazdığı eserleriyle nefes alan ve kaleminin şerefi dışında hiçbir şeyi düşünmeyen bir şahsiyetti. Onun vefatıyla çağdaş dünya edebiyatı hayattaki en önemli birkaç romancısından birini kaybetti.
Ani ölümünden iki hafta önce, çevirisi üzerinde çalıştığım ve Türkçe yayımlanmasını çok istediği Fethali fethi romanını sordu.
“Sağlık sorunlarım çabuk bitirmemi engelliyor. Ancak herşeye rağmen bitireceğim, emin olun.”
“Sağlık her şeyden önemli. Kendine dikkat et, iyileşince bitirirsin. İrtibatı kesme, beni sık sık ara.”
Fethali Fethi romanı Rusça kaleme alınmıştır. Telefon görüşmelerimizde Cengiz Hüseyinov eseri Azerbaycan Türkçesinde de yazamamasından duyduğu üzüntüyü benimle paylaşmıştı.
"Olsun", diyordum, "Zaten Rusçadan çeviriyorum."
Bu roman Şark Rönesansı'nın beşiği başında durmuş yazar, çevirmen, filozof Mirza Fethali Ahundzade'nin hayatının ve idelalleri uğruna tavizsiz mücadelelerinin edebiyattaki mükemmel ifadesidir.
Fethali Fethi romanından kısa bir parçayı Independent Türkçe okurlarıyla paylaşırken dünyaya romanlarının, edebi ve felsefi incelemelerinin yanısıra örnek bir kişilik bırakıp gitmiş Cengiz Hüseyinov'un aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
Cengiz Hüseyinov
Fethali Fethi
Yazar okura çağrıda bulunarak kitabı almasından dolayı “Çok sağolsun” demek istemesine rağmen okumak için acele etmemesini, önce şu şatırlara ilgi göstermesini tavsiye etmek ister.
İşbu eserin kahramanı Doğu'yu ve Batı'yı fetheden, ünü dünyaya yayılan Fethali'dir. Evet, çelişkili ömür yolu geçmiş, üst makamlara kadar yükselmiş, göğsü madalyalı, omuzu apoletli üniformasının altında her zaman halkının dertlerine çare aramış ateşli bir yürek çarpan Mirza Fethali.
Onun düşünceleriyle düşünerek onun gözleriyle dünyaya göz attım. Geçtiğimiz yüzyılı baştan sona dolaşarak kimi zamanlarda uzak geçmişlere ulaşıp günümüze vardım. Ki geriye boylandığımda (geriye bakmamak mümkün mü?) geleceği göreyim. Zorlu yollardan geçtim, sise-dumana yakalandım, geçmişten, bugünden haber vermek için kürre-i arzı dolaştım. Olanları olduğu gibi yazdım, olmayanları ise olabilecek gibi.
Kimi duyguları, düşünceleri, sahneleri klasik kısa cümlelerle kaleme aldım (okur bunu görünce şaşırmasın. Bazı nedenlerden dolayı. ) olabilecekler zaten olmuştur, geçtğimiz yüzyıldaki gelecek artık bizim çağımızdır, yere atılmış tohumlar yeşererek boy atmaktadırlar.
Ve eseri yazmaya başlamadan önce (sanki dündü) kahramanımın ismini taşıyan Bakü'nün eski ve dar Mirza Fethali sokağında acele etmeden bir daha yürüdüm. Sonra bu yamuk-yumuk, zigzaglı yollar beni üçgen biçimli bir parka kadar götürdü.
Heykel kahramınımın önünde durdum. Her zamanki gibi şimdi de mermer yapım yüksek koltukta oturuyordu. Bir anlığına gözünü dizinin üstündeki kitaptan ayırdı, efkarlı efkarlı –yoksa beni görmüyor muydu?- öne baktı, baktıkça o ışıklı suratı kah tutkunlaşarak gölgelendi kah da açılarak duruldu, ışıklandı. Konuşmaya çok can atmama rağmen kafasını bana taraf hiç çevirmedi.
Sonra kan ter içinde Tiflis'in en yüksek noktasına kadar tırmandım. Kızmar güneş gömleğimin de yapıştığı sırtımı yaktı. Kahramanımın mezarı başında durup bir hayli heykeline baktım. O ise yine beni görmeden gözünü mavi semadaki bembeyaz buluta dikerek boynu bükük durdu ve düşünceler içinde ebedileşti.
Birilerinin göz yaşlarından süzülerek bir yerlerden uçup gelen yalnız bulut sıcaktan alışıp yanan toprağa gölge bile düşürmeden bir anda eriyip masmavi semada yok oldu.
Hayallerim beni uzaklara götürdü ve ben hem geçmiş hem de gelecek yüzyıllarda, belgesel fantezi türündeki romanımın sayfalarında ömrümü bir daha yaşadım. Hem Fethali'leştim hem de ?laştim. Kuşkusuz bu soru işaretinin yerine bir zamanlar birilernin ismi yazılacaktır.
Dünkü ömür bugünde, bugünkü ömürse hem dünde hem de yarında yaşıyor. Geriye boylana boylana, ileriye baka baka zamanları, coğrafyaları gezip dolaştım, aradığımı bulduğumu zannettim, sayfalar dağılarak kah sağa sola savruldu, rüzgara kanat oldu, kah da tomarlanarak kilitlendi, açılan düğümler yeniden düğüm oldu. Konuşmasam bile duyarsın beni. Zira kalpten kalbe teller uzanıyor. Nasıl demşti şair, hem kilidim, hem anahtarım:
Kilit bende, açar bende, bent oldu boynum kemende
Şimdi ise eserin kompozisyonundan, labrintlerinden diyeyim.
Başta ÖN SÖZ olacaktır. ÖN SÖZ'ün içinde bir BÜYÜCÜ.
Sonra da BİRİNCİ BÖLÜM. Uzadıkça uzayan, sonu yokmuş gibi bitmez tükenmez 1837 yılına ait rüyalar, hayaller buhranıyla dolu bir bölüm.
Bundan sonra İKİNCİ BÖLÜM geliyor. Ki bu da ümitler, istekler, yeni hayaller bölümüdür, içinde bir de Müneccim var. Ve belki de keskin bakışlı, burnu Kafkasya sıra dağlarında Asya'nın ve Avrupa'nın en yüksek zirvelerine konan kocaman, mağrur bir kartalın yamuk kanadına benzer Büyücü olmasaydı, Bin sekiz yüz elli altı yılındaki el yetmez yıldızların kararını bozma ümidi ateşlenmez, tatlı arzular, ışıklı hayaller çiçeklenmezdi. İmparatorlukta toplum akıl-mantığını kaybetmişti, herkeste adaletin zaferine inanç vardı. Zulüm edenlerinin defterinin durulduğu söyleniyordu, zulüm son bulacak, özgürlük, serbestlik dünyaya yayılacak, istekler ve ümitler yeşerip boy atacaktı. Fakat Müneccim'in dediği oldu, yıldızları kandırmayı becerdiler, yeni hayaller sararıp soldu, arzular fişek misalı ateşlenerek söndü, karanlık alabildiğince katılaştı.
Ve nihayet, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM geliyor ki, iflas bölümü olup çark-ı felek bizi akar sulara emanet etti, kovalayarak, acele ettirerek tarihin dipsiz denizine attı, ebediyete kavuşturdu.
Neden böyle oluyor? Habire düşünmesine rağmen Fethali bunun yanıtını bulamıyordu. İnsan ömrü hayallerle başlıyor, sonra istekler hayatın koynunda çatışmalara düşerek buhrana uğruyor, daha sonra ise – hayattır bu, inişi-yokuşu var bunun- ümitler ilkbaharda kalp atışlarını hızlandırıyor. Fakat felek bu kez de hayale kapılan akılsızların kafasından vurarak kahkaha atıyor, bu tarz yaşamları kendi fırtınasına salıyor. Görüp işittiğimizi, idrak ettiğimizi, deneyimimizi hiçkimseye devretmeden- deneyim miras mıdır acaba?- kendimizle bu dünyadan alıp götürüyoruz. Fakat ne yazdıysak o kaldı.
Evet, vaktiyle gençliğinin deli dolu çağlarında Fethali, 'Petersburg, Kışlık sarayı, İmparator' kelimelerini duyduğunda hoş hislere kapılıyordu. Kalbi kuş msali çırpınarak kafesten uçmaya ve İmparatorluğun başkentini süsleyen süngüye benzer iğne uçlu başlıklara bile takılmaya hazırdı.
Uğultu, toz, acı ter kokusu ve bir anda keskin süngünün ucunda parlayan güneş ışını gözleri deliyor :”Okuuuu!” Nerede o zamanlar ki çelşkileri, kuşkular didip parçalamıyor, düşünceleri yormuyor? Nerede o hayallerle dolu dönemler? Gençlik yılları, saftriklik, her bakısa, her söze inanmak? İhtiyarlamasından olmasın? İktidar gençlerin temiz ve çocuksu inancına güveniyor. Yaşa dolup da uyandığında iş işten geçtiğini, artık geç olduğunu görüyorsun;bunu yukarılara tırmananlar da biliyorlar ama bunları bilmek onların yaranınadır ;yeni kuşakların hayallerinden faydalanarak onların kendine güvenine yaslanan monarşi;tüm bunlar gözü perdelilerin yararınadır; yukarılara tırmanayıp el ayak altında kalanlar da bunu hissediyor. Fakat ne yapılabilir? Protesto mu, çığlık mı? Eli silahlı delikanlılar emirleri uygulamaya hazırlar, buhranlarla dolu kafaları didip dağıtmak için işaret bekliyorlar.
Yazılanlar kalacak mı?
Bu yorucu düşünceler Fethali'nin rahatını ve moralini bozuyordu. Fakat kader her daim olduğu gibi, yine onun imdadına yetişecektir, çocukluk yıllarından bugüne kadar kader kendisinin yüzüne kapanan kapıları açmıştır. Şimdi yine ve tiz bir zamanda elini Fethali'ye uzatacaktı. Fakat Fethali bundan habersizdir. Güneş, Gök zirvesine ulaşır ulaşmaz Fethali, nasıl olduğunun kendisi de farkına varmadan, yani Yaratan bu Yeri ve aynı Göğü bir hiçten yarattığı misali, hafif bir rüzgardan mı, kelimeden mi, bakıştan mı, her nedense, onun emrine amade bir yardımcı kişilik de yarattı ve bölyece ortaya Büyücü çıktı. İşte bu Büyücü'ye sığınan Fethali, ömrünün yerde kalanını mucizelere inana inana, inanmaya inanmaya yaşayacak; ikamet ettiği meydan da gerçek meydandır, basit bir meydan olmayıp Tiflis'te Şeytanpazarı ismiyle ünlüdür.
Alışveriş yapmak için evden sabah erken çıkan Fethali, Şeytanpazarı istikametine yürüdü; efkarlı efkarlı, kederli kederli. Kür nehrinin suyu da bulanıktı, gönlünü açmıyordu, Gök de bulutlu (ama açacaktı) , zamanın şartları seneden seneye kötüleşiyor, durum ağırlaşıyordu. Uzun süreden beri dağ ahalisine karşı mücadele yürütülüyor, giderek kızışan bu kavganın sonu gözükmüyor ve her ilkbaharda, her sonbaharda veba tehlikesi, salgın korkusu. Fiyatlar artıyor, ekmek bulunmuyor, para kazanmak zor, evde yas var, bir hafta önce kızını toprağa verdiler, mezarlıkta mezarların sayısı çoğalıyor, üçüncü evladını toprağa verdiler.
Kür'ün suyu da akmıyor, durmuştur adeta. . . Kentteki eski Şeytanpazarı işte burası. Dar, yamuk-yumuk yolları, kulağında farklı sesler, kelimeler, Türk, Ermeni, Gürcü, Rus sözleri. . . İlkbahar, hava günden güne ısınıyor.
Demircilerin, bakırcıların işgal ettikleri çıkmaz sokak nispeten karanlık ve rutubetliydi. Kaldırımın ucuna bakır kaplar dizilmişti; irili ufaklı kazanlar, tepsiler, tabaklar, serpuşlar.
Çıkmaz sokağın girişini bir yüklü deve tutmuştu. Kendisi büyüklükteki yükü az daha dokunup duvarları yıkacaktı. Çıkmaz sokaktan nasıl kurtula bildiğini Fethalinin kendisi de anlamadı. Gürcü kalpakçı Şoşo şaşkınlıkla Fethali'ye baktı, bu ki mucizeydi. . .
— “Sanki siz büyücüsünüz” dedi. Fethali de tebessüm ederek biraz önce terkettiği çıkmaz sokağa boylandı, gerçekten de mucizeydi.
— “Evet, iyi söyledin Şoşo. Zaten ben Büyücüyüm, bilmiyor muydun bunu?”
Eski ahbabı Şoşo karagül derisinden yaptığı kalpağı Fethali'ye uzattı. Fethali uzak ve zor bir geziye hazırlanıyordu. Yakın zamanda İran'a seyahat edecek, uzun süre orada kalacaktı. Büyükelçilikten bi hayli evrak temin edip düzenlenmesi gerekir... Bunun için geziye çıkmazdan önce Şoşo'ya yeni kalpak yaptırmıştı. Kestane rengindeki derisinin ipeksi oluşu da çok hoşuna gitmişti.
Çar Nikola'nın adından tahta yeni çıkmış Nasrettin Şah'a kutlama mesajları ve hediyeler götüren resmi heyete Fethali tercüman olarak dahil edilmişti. Heyetin başında general Şilling durmaktaydı, onun ricası üzerine aynı yönetim makamında itibarlı çevirmen olarak tanınan Fethali'nin gelmesini rica etmişti.
— Büyücü... diye Fethali bir daha gülümsedi ve sanki aniden önünde bir çift şeytan gözü parladı. Kervanbaşı Fethali'nin çıkmazdan sıyrıla bilmesine şaşırıp kalmıştı. Devenin duvarlar arasına sıkışıp kalmasından endişe ediyordu, bakışlarında şaşkınlık karışık bir korku, kuşku okunmaktaydı. Gözlerindeki cin, şeytan ışıltısı kıvılcım misalı alışarak söndü. Yanağında da, sol gözünün altında iri ve yamuk yumuk siyah bir nokta.
Kervanbaşıyı görür görmez (henüz Şoşo sözünü dememişti) Fethali 'Bunun gerçek bir Büyücü' olduğunu düşünmüştü.
Ve eve döndüğünde yol boyu bunu br hayli düşünmüş, kendisi için adeta önemli bir olayı idrak ederek düştüğü zigzaglı durumdan çıkış yolu bulmuştur.
Kalemi alarak beyaz kağıdın üzerine Arap harfleriyle Büyücünün simasını çizdi (ama 'Cadıkün' yazdı. ) Sonuncu harf Gökteki Yedi kardeş yıldızına benziyordu. Surata benzer bir kepçe ve içinde süslü bir nokta. Fakat bu noktanın hem göz hem de yanakta nokta olma ihtimali vardı.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish