Filistin’e tam destek verirken Kıbrıs konusunu neden gündeme getirmiyoruz?

Prof. Dr. Hasan Ünal Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Gazze’deki katliamların başlarında Türkiye olabildiğince dengeli ve dikkatli bir politika izlemekteydi. İsrail ve Netanyahu’nun ne kadar orantısız güç kullanabildiği/kullanabileceği herkes tarafından tahmin edilmekle birlikte hiç kimse olayların soykırımsal düzeye geleceğini ve bu kadar uzun süreceğini bilemezdi.

Türkiye 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısından yaklaşık bir yıl önce İsrail ile ilişkilerini normalleştirmiş; İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’u Ankara’da ağırlamış ve dahası saldırıdan hemen önceki haftalarda BM Genel Kurulu için New York’ta bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan oradaki Türk Evi’nde İsrail Başbakanı Netanyahu ile el sıkışmıştı. Erdoğan ve Netanyahu’nun birbirlerini ülkelerine davet ettikleri bu görüşmenin öncesinde İstanbul’da İsrailli turistlere saldırı hazırlığı yaptığı iddiasıyla bazı İranlı kişiler yakalanmış ve İsrail yönetimi Türkiye’ye defalarca teşekkür etmişti. Bu görüşmede Netanyahu da Türk istihbarat ve güvenlik birimlerinin titiz çabaları sonucunda ortaya çıkarılan bu saldırı girişiminden dolayı Erdoğan’a teşekkür etmişti.

İki tarafa da dikkatli ve dengeli yaklaşım

Türkiye’nin son yıllarda dış politikasında yaptığı gözden geçirme yalnızca İsrail ile sınırlı kalmamıştı. İhvancı olarak tanımlanan ve Arap ülkelerinin büyük bir kısmıyla Türkiye’yi kavgalı hale getiren dış politikanın sürdürülemez olduğunun iyice anlaşıldığı 2020 yılı sonlarından itibaren önce Suudi Arabistan sonra da Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ikili ilişkileri normalleştirme girişimleri BAE ile hızlı sonuç vermiş ardından da Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Salman Ankara’da ağırlanmıştı. Mısır ile ilişkileri normalleştirmek için atılan adımlar yavaş ilerlemesine rağmen en azından Ankara Mısır lideri Abdulfettah El Sisi aleyhine sürdürülen medya kampanyasına son vermiş ve sonuçta iki lider iyi ilişkiler içinde oldukları Katar’da ilk defa el sıkışmışlardı. Gazze katliamları devam ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşiyle birlikte Kahire’yi ziyareti (Şubat 2024) normalleşme konusundaki süreci tamamlamış oldu.

Türkiye’nin dengeli-dikkatli çizgisi önceki on yılı aşkın bir süre izlediği ideolojik karakterli dış politikanın büyük bir yalnızlaşmaya ve maliyete sebep olmasından hem de bu politikanın ulusal çıkar esaslı çerçevede uluslararası ilişkilerin ruhuna uygunluğundan dolayıydı Dolayısıyla yeni toparlanan ilişkiler ve dostluklar aşırı eleştirilerle bir anda heba edilmemeliydi. Örneğin 7 Ekim 2023 Tarihinde meydana gelen Hamas saldırısı sonrasında Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi uzunca yıllar izledikleri Arap merkezli Orta Doğu politikalarına son vererek tam kadro İsrail ve Batı’nın yanında konumlanmışlardı. Hesaba göre Erdoğan İsrail’in aşırılıkları dolayısıyla eski ideolojik ağzını açacak ve Türkiye-İsrail ilişkileri bir anda sil baştan hale gelecekti.

Soykırım görüntüsü ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin bozulması

Türkiye’nin son aylarda İsrail ile ilişkilerinin tekrardan ve köklü bir şekilde bozulması Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin haklı çıktığı anlamına gelmez/gelemez; zira Ankara başlangıçta haftalar boyunca dikkatli/dengeli çizgisini korumuş ve iki tarafa da itidal çağrısı yaparken uluslararası toplumun tezleri doğrultusunda iki devletli çözümü dillendirmiştir. Fakat İsrail’in yaptıklarının çok belirgin bir şekilde soykırım halini aldığı kanaatinin Batı da dahil olmak üzere uluslararası toplumun büyük bir bölümünde yaygınlaşmasıyla birlikte Türkiye de Tel Aviv’i sert ifadelerle eleştiren devletler arasına katılmış oldu.

Bu arada belki de hükümetinden ve Netanyahu’dan bağımsız bir şekilde İsrail kurulduğundan bu yana ilk defa bu krizde Batı kamuoyları arasında şiddetle eleştirilir hale geldi. Öyle ki, Amerikan üniversite öğrencilerinin başını çektiği protestolar karar alıcıları etkilemese de toplumun büyük bir bölümünde İsrail’in yaptıklarının savunma hakkı ile izah edilemeyeceğini ortaya koydu. Özellikle Amerika’daki kamuoyunun İsrail ile ilgili olarak bu denli bir değişim ve dönüşüme uğramasının zamanla karar alma sürecinde de etkili olacağını söylemek yanlış olmaz.

Avrupa hükümetleri ise sorgusuz/sualsiz İsrail yanlısı olarak başladıkları bu süreçte kamuoylarında meydana gelen dalgalanmaya paralel olarak insani yardımlara izin vermemesi, aşırı güç kullanmakta ısrar etmesi ve ateşkese razı olmaması gibi temel sebeplerle Tel Aviv hükümetini eleştirmeye başladılar ki, bunun da zaman içinde İspanya’nın Filistin Devleti’ni tanıması örneğinde olduğu gibi politika değişikliklerine gitmesini muhtemelen göreceğiz.

Türkiye başta Mısır ve Suudi Arabistan olmak üzere Arap ülkeleri ile birlikte

Ankara’nın İsrail’i epeyce eleştiri yağmuruna tuttuğu bu dönemde daha önceki on yılda izlediği politikalarından farklı olarak diğer Arap ülkeleriyle yarışır olmaya çalışmaktan ziyade onlarla birlikte hareket etmeye özen gösterdiği açıkça görülebiliyor. Örneğin diğer Arap ülkelerini ve hatta Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi’ni kukla yönetimleri/rejimleri olduğunu söyleyen/ima eden ve İslam dünyasındaki tek bağımsız devletin Erdoğan Türkiye’si olduğunu göstermeye çalışan politikalar çoktan bir kenara bırakılmış görünüyor. Erdoğan’ın ‘Dünya Beş’ten Büyüktür’ sloganıyla Arap caddelerine/sokaklarına hitap ettiği günler de çoktan geride kalmış gibi…

Bunlar yerine daha gerçekçi bir düzlemde hem Gazze hem de Batı Şeria’daki Filistin halkına siyasi, diplomatik ve insani yardımlar yapılırken bu girişimlerin Mısır ve Suudi Arabistan ile koordine edilmesi, onların Filistin Devleti’nin daha fazla ülke tarafından tanınarak konunun belirli bir aşamada BM Genel Kurulu’na götürülmesi çabalarına destek verilmesi fevkalade önemli ve yerinde. Ankara’nın ayrıca bu konuyu Moskova ve zaman zaman da Beijing ile ikili ilişkilerinde ele alması da Arap ülkeleri nezdinde prestij toplamasına yardımcı oluyor. Suriye ile uzlaşma/normalleşme yolunda atılacak adımlar da Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkilerinin daha da gelişmesine mutlaka olumlu yansıyacaktır.

Kıbrıs ayağı eksik

Bütün bunlar yapılırken Arap devletleri ile görüşmelerde KKTC (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti)’nin tanınmasına yönelik girişimlerde bulunulmaması oldukça şaşırtıcıdır. Dünyanın hızla çok kutupluluğa evrildiği böyle bir dönemde Batı ile iyi ilişkiler içindeki Suudi Arabistan, BAE, Mısır vd. gibi devletler büyük ölçüde stratejik otonomi kazanmış görünüyorlar. Örneğin ekonomik olarak güçlü durumdaki Suudi Arabistan’ın Amerika ve Batı ile ilişkilerinde Vaşington’un istediği/beklediği çizginin sıklıkla dışına çıkması/çıkabilmesi, Çin’in diplomatik girişimleriyle İran ile ilişkilerini normalleştirmesi ve Avrupa’nın Rusya’nın rezervlerine el koyma çabalarına karşı çıkması bu çerçevedeki önemli çıkışlarından/girişimlerinden birkaçıdır. Mısır da finansal-ekonomik olarak Suudi Arabistan kadar rahat olmamakla birlikte bir yandan Amerika ve Avrupa öte yandan da Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler kurabilmektedir.

Arap ülkelerinin tavır ve politikalarındaki bu esnekliği sağlayan çok kutupluluk olmuştur ki, aynı çok kutupluluğun bize de pek çok açılım imkânı verdiğini hepimiz biliyoruz. Böyle bir ortamda Filistin sorununda bir manada onlara tam destek verirken ve Yunan-Rum ikilisi tam kadro İsrail yanında yer alırken neden KKTC’nin tanınması için söz konusu devletlerden talepte bulunmadığımız anlaşılır gibi değil. Türkiye’nin TDT (Türk Devletleri Teşkilatı) içinde KKTC’nin tanınması için yürüttüğü yoğun diplomasi olmasa çoğu zaman ağızlara sakız olduğu şekliyle aslında Ankara’nın KKTC’nin tanınmasını istemediği komplosunu dillendirmek mümkün. Erdoğan’ın her BM genel Kurulu’nda KKTC’nin tanınması çağrısında bulunması ve bu konuyu belki de Rusya nezdinde Putin’le yaptığı/yapacağı görüşmelerde dile getirmiş veya getirecek olması söz konusuyken Türkiye’nin Arap ve İslam ülkeleri nezdinde bu kadar olumlu bir konjonktürü kullanmak istemez gibi hareket etmesi pek akıllıca görünmüyor.

Bir yandan Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler çerçevesinde bu konu ele alınırken bir yandan da İslam Ülkeleri İş Birliği Örgütü içerisinde KKTC’nin temsilinin anayasal adıyla olması yani şu ana kadar olduğu gibi Annan Planı’nda adı geçen Kıbrıs Türk Devleti yerine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti şeklinde temsili sağlanmalıdır. Hem uluslararası konjonktür lehimizdeyken hem de Erdoğan’ın Arap/İslam ülkeleri liderleri ile ilişkilerdeki prestiji yeniden sağlanmış ve hatta artmışken bu fırsatları kullanmak gerekir.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU