Bugünkü yazımızda, Türk-Amerikan ilişkilerinde son zamanlarda gözlemlenen iyileşme, olumlanma sürecine dair bazı görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Türk-Amerikan ilişkilerinde iyileşme belirtileri öncelikle F-16 satışının Türkiye'ye onaylanmasıyla başladı.
Ardından, o zamanki ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı, şimdilerde ise emekliliğini isteyen, fiilen görevden ayrılmış olan Victoria Nuland'ın Ankara'daki ziyaretindeki görüşmelerinde, Türkiye'yi yeniden F-35'lere dönebileceği yönünde, Türkiye hakkında olumlu konuşmasıyla devam eden bir süreç gelişti.
Ancak iki ülke ilişkilerinde belki daha da geniş bir boyut kazanan, Amerikan tarafının Türkiye'ye yönelik tavrındaki yumuşama sinyalleri, özellikle Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken'ın Kongre'ye yazdığı mektupta ilaveten kullandığı iki haritayla da gelişti.
Şimdi bunları şöyle yorumlamak lazım;
Birincisi, lişkiler öyle bir noktada ki sanki Amerika bundan birkaç sene öncesine kadar belirlediği Türkiye politikasındaki hırçınlıkları ve aşırılıkları gidermek istiyormuş gibi görünüyor.
Özellikle Blinken'ın Kongre'ye gönderdiği mektupta kullandığı ifadeler ve Kongre'nin bilgisine sunduğu bazı haritalar dikkate değer.
Blinken'ın bu hamlesi özetle şu anlama geliyor;
"Kongre'de bazı çevreler, bizim Türkiye'ye satacağımız en son blok F-16'larla ilgili olarak birtakım kısıtlamalar getirilmesini istiyorlar. Bunlar Yunanistan'ın Yunanistan'a karşı kullanılmayacak, Yunanistan'ın Ege'deki münhasır ekonomik bölgesi, kıta sahanlığı vs. karasuları gibi ve hava sahası gibi alanlarda tehdit aracı olarak kullanılmayacak gibi kayıtlar düşmek istiyorlar. Ama bunlar pek akla yakın şeyler değil.
Zaten bu tür kayıtlar düşmeye kalkışıldığında Türkiye'nin bu uçakları almayacağı açık. Türkiye'nin bu uçaklara ayrıca ihtiyacı olup olmadığına tartışmalı. Çünkü şu anda Ankara yoğun bir şekilde kendi milli muharip uçağını üretmekle meşgul ve bunlar belki 2028'den itibaren havada görevlerine, başlama noktasına yaklaşmış olacaklar.
Belki de başlamış olacaklar, teknik tabirle silahlı kuvvetlerin envanterine girecekler. Dolayısıyla 5. nesil bir uçak olacak olan milli muharip uçağı, onun üretim sürecini yavaşlatacak ya da durduracak bir şeyi Türkiye zaten istemez. Ama F-16'lar da bir ara uçak olarak o zamana kadar ihtiyaç olması ihtimali çerçevesinde alınıyor. Eğer bu uçaklara Türkiye'nin ihtiyacı varsa, zaten uçakları kullanacağı alanlardan bir tanesi, belki de en önemli alanlardan birisi zaten Ege ve Yunanistan olacak. Yani bu tür kısıtlamalar getirildiğinde Türkiye bu uçaklar için, 'Kusura bakmayın, zaten almıyorum' diyecektir."
Dolayısıyla Amerikan yönetimi de bunları bildiği için, Kongre'ye yazdığı mektupta şunları söylüyor:
- Yunanistan'ın buradaki iddiaları o kadar tutarlı değil. Bunu hava sahası için söylüyor, diğer alanlar için söylüyor ve ilaveten koyduğu iki haritada da Kongre'dekilere bunları gösteriyor.
Şimdi bu şu açıdan önemli;
"Yakın zamana kadar Amerika, Yunanistan'ı kendi bir uzak karakoluna çevirdi, askeri üsler kurdu. Girit'ten Dedeağaç'a kadar geniş bir alanda Amerika, Yunanistan'ı kelimen tam anlamıyla kendi askeri kontrolü altındaki bir ülke gibi değerlendiriyor, kullanıyor. Dolayısıyla Türkiye'ye karşı Yunan tezlerini de tam olarak benimsemiş durumda" görüşünün o zaman için, bundan birkaç sene öncesine kadar belki doğru olsa bile -ki onu da tartışmaya açmak lazım- görüşünün pek de artık geçerli olmadığını söyleyebilecek bir noktadayız.
Tabi gelişmeler neyi gösterir; ona göre tavır ve tutum almak lazım.
- Amerikan yönetiminden yükselen, "Türkiye yeniden F-35'lere geri gelse", hatta bununla ilgili olarak başlangıçtaki "F-35'lere geri gelmek istiyorsanız, bu S-400'leri siz elinizden bir şekilde çıkarmak durumundasınız" gibi laflar giderek neredeyse terk edilmek üzere.
Neredeyse, "Buyurun, gelin, F-35 projesine geri dönün" demeye çok yaklaşmış durumdalar.
Yine Amerikan yönetiminde yükselen ya da sızan seslerde de CAATSA yaptırımlarının bir müttefike karşı kullanılmasının doğru olmadığı, dolayısıyla bunların aslında yumuşatılması veya kaldırılması gerektiği konuşuluyor.
Ayrıca, mesela Amerikan Büyükelçisi'nin yazdığı makalede Türkiye'ye ne kadar değer ve önem verdiklerini ısrarla vurgulamasını da eklemek lazım.
Peki, bunları nasıl değerlendirmek lazım?
İki ihtimal söz konusu:
- Amerika, Türkiye'ye değişik yollardan baskılar yapmaya çalışıyor.
- Amerika, Türkiye'ye uyguladığı baskı politikalarının sonuç vermediğini kabullenmiş görünüyor.
Benim de yorumum ikincisi yönünde:
Çok kutuplu bir dünyada Türkiye gibi bir ülkenin üzerine daha fazla giderse dünyadaki dengeler içinde çok büyük bir hata yapacağını anlamaya başladı diye görüyorum.
Gazze olaylarından Ukrayna savaşına kadar hangi açıdan bakarsan bakın, Türkiye kilit bir konumda, kilit bir önemde.
Dolayısıyla Türkiye gibi bir ülkeyi görmezden gelmek, hele hele Türkiye gibi bir ülkeyi kendisinin karşısına dikecek, politikalarda ısrarcı olmak, Amerika gibi dış politikasında ahmaklık yapma şampiyonluğunu dünyada hemen hemen hiç kimseye bırakmayan bir ülke için bile akıl dışı bir şey.
Bence bunu giderek Amerikan yönetimi, üstelik bu yönetim yani Türkiye'ye başlangıç itibariyle Biden gibi ırkçı bir düzeyde Türk düşmanı, Türkiye'ye karşı birisinin bile anlamaya başladığı bir süreç olduğunu gösteriyor.
Çok kutuplu bir dünya düzeninde Amerika, Türkiye gibi önemli, kritik bir ülkeyi bırakın kaybetme, göz ardı etme riskini de alamaz.
Bunu kendileri de görmeye başladı.
Bunu diğer Avrupa ülkelerinin tavırlarında da gördük.
İngiltere tümüyle bu konuda zaten Amerika'dan ayrışıyor.
İngiltere, politikalarıyla, gerek Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerinde, ticari ilişkiler, ekonomik ilişkiler, gerekse Türkiye ile ilişkilerinde daha ortadan bir çizgide gidiyor.
Ve Amerika'nın böyle zaman zaman Türkiye ile ilişkileri olabildiğince çatlatacak girişimlerinin parçası olmamaya giderek özen gösteriyor.
Ama bunların hepsinin tam olarak uygulamada nasıl sonuçlar vereceğini bekleyip göreceğiz.
Bunları şöyle değerlendirmek bence çok yerinde olmaz;
"Amerika 'S-400'leri elinden çıkar' diye Türkiye'ye baskı yapıyor, ‘Şunu yapma, bunu yapma' konusunda devam ediyor. Örneğin işte Rusya'yla ticaret yapan şirketlerin yakından Amerika tarafından izlenmesi ve bunların zaman zaman tehdit edilmesi hiç mi hiç kabul edilebilecek bir şey değil. Ama bunların da düzenlenmesi gerekiyor"
Özetle söylemek gerekirse, burada şunu vurgulamakta fayda var:
Türkiye çok kutuplu dünyada çok taraflı bir dış politika izlerken, yani NATO üyesi olarak Rusya'yla en yakın ilişkiler kurarken, ekonomik ve ticari ilişkilerini olabildiğince geliştirirken, Rusya en büyük nükleer santralini Türkiye'ye kurarken, öte yandan Rusya'yla bölge sorunları üzerine gayet iyi işleyen bir konsültasyon, bir karşılıklı danışma mekanizması, konuşma mekanizması kurmuşken ve bundan da çok olumlu sonuçlar alıyorken, bunu Türkiye NATO üyesi olduğu için sonlandıramaz.
Ama Rusya'yla bu ilişkileri gayet iyi yürütüyoruz diye Amerika ve Batı dünyasına sırtımızı dönmemiz de doğru değil.
Onları kendimize düşman edecek politikalara yönelmemiz de doğru değil.
Dolayısıyla çok kutuplu dünyanın fırsatlarını ve imkanlarını ulusal çıkarlarımız için kullanmayı çok iyi öğrenmemiz lazım.
Bunlar da nüanslar üzerinden gider.
Örneğin, eğer şu anda şunu yaparsak, "Efendim işte Amerika ile işler iyi gidiyor, hatta belki bir takım finansal akışın da Türkiye'ye önü açılır. Amerikan yönetimleriyle iyi ilişkiler içinde olmamız bunu gerektirir" falan diyerek;
Ve mesela PKK, PYD, YPG'ye Amerika'nın verdiği desteği görmezden gelecek politikalara yönelirsek yanlış olur.
Bu konularda ısrarcı olmamız lazım.
Yani bu coğrafyada PKK, PYD ve bunların türevleri, hatta siyasi partileri, uzantıları bile hayat bulamamalı.
Bu konudaki tavrımızdan sonuna kadar taviz vermemeliyiz.
Ancak bu konudaki tavrımızdan taviz vermiyoruz diye Amerika'yla ve Amerika'nın Avrupalı müttefikleriyle ilişkilerimizi baltalamamıza, onlara sırtımızı dönmemize ve düşmanca bir politikaya yönelmemize de gerek yok.
Önemli olan bütün bunları yönetebilme sanatıdır.
Diplomasi de budur zaten.
Bu bir sanattır; bu işlerin hepsini aynı anda yönetebilme ve maksimum fayda temin etme sanatı.
Dolayısıyla burada yapacağımız şey şu.
"Efendim, işte Amerika ile ilişkiler iyi gidiyor. Biz de böyle bir yeni açılım süreci filan, PKK ile onu da tatmin edecek şekilde bir anayasa değişikliği" filan gibi şeylere gidersek, o zaman aslında çok kutupluluğu kendimiz anlamamış oluruz.
Yani Batı'nın bize şu anda, özellikle Amerika'nın özellikle bundan birkaç sene öncesine kadar mukayese edildiğinde daha makul davranıyor olmasını çok kutupluluğun Amerika'yı bu politikalara zorladığı şeklinde yorumlamak yerine ve bundan dolayı da kendi ulusal çıkarlarımızı sonuna kadar savunup geri adım atmadan Amerika ile ilişkileri kırıp bozmadan devam etmek yerine, ama Amerika'yla bu ilişkileri sürdürürken Rusya'yla, Çin'le, İran'la, diğer fayda sağlayacağımız Suudi Arabistan bölge ülkeleri hepsiyle ilişkilerimizi gayet iyi yönetmeye çalışmak yerine, Amerika bize politikalarında böyle yeni açılımlar yapıyor.
Dolayısıyla biz de jest olarak, örneğin, "Yeni bir açılım süreci başlatalım. Bu PKK, PYD'nin üzerine fazla gitmeyelim Suriye'de. Hatta Irak'ta" falan dersek yanlış yapmış oluruz.
Tam tersine bu bölgelerde PKK'ya, PYD'ye göz açtırmamalıyız.
Ve Gazze'de açıkça soykırımsal unsurlar içeren bir etnik temizlik devam ederken ve bütün dünya ülkelerinin gözü önünde bütün bunlar yapılırken ve dünyanın önde gelen uzmanlarının birçoğu bu konuda, "Bu bir soykırımdır ve batı dünyası bu soykırımdan ayrıca yargılanmalıdır, sadece İsrail değil" derken Biden, 24 Nisan'da yeniden o lanet lafı yayımlayacağı açıklamaya koyarsa dünyayı yıkmalıyız.
O kadar gürültü çıkarmalıyız ve o kadar sert tavırlar sergilemeliyiz ki yani bunu artık yapmaktan diğer Amerikan başkanları imtina etmeli.
Dolayısıyla burada mesele şu, son bir cümleyle toparlamak gerekirse,
Çok kutupluluk Türkiye'ye çok taraflı diplomasi, dış politika ve bunu da uygulama, çok kutuplu bir diplomasiyle taçlandırma fırsatı sunuyor.
Bu, Rusya ile iyi ilişkiler geliştirip, Amerika ve Batı ile düşman olmak anlamına gelmeyeceği gibi, "Amerika ve Avrupa ile ilişkilerimiz iyi gidiyor veya birkaç yıl öncesine göre daha iyi. O yüzden Rusya'yı biraz sırtımızı dönsek" anlamına gelmemeli.
Hepsini aynı anda yönetme sanatı olmalı.
Ben buna jongleur (jungler) diyorum.
Jongleur, Fransızca bir kelime; aynı anda çok birden fazla hatta iki üçten fazla topu atarak bu tutan meşhur jongleurler vardır.
Bizim dış politikamız tam olarak bu sanat üzerine oturuyor olmalı.
Şu andaki Türk-Amerikan ilişkilerinde ve Batı'yla ilişkilerimizde bu çerçevede değerlendirmeliyiz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish