İsrail'in yıllardır abluka altında tuttuğu Gazze'ye yönelik saldırıları bölgede büyük bir yıkıma yol açtı.
Başta BM olmak üzere uluslararası kuruluşlardan tepki gösteriyor.
Ancak sivil yaşam hakkına yönelik çağrılar karşılıksız kalmış gibi görünüyor.
Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları'nın 7 Ekim sabahı "Aksa Tufanı" saldırısını başlatmasının ardından Hamas ile İsrail ordusu arasındaki çatışmaların şiddeti artıyor.
Dünya, insancıl hukukun bir çok kuralının göz ardı edildiği, sayıları binleri aşan sivil Filistinli ve İsraillinin hayatını kaybettiği bir süreçten geçiyor.
Kimilerine göre İsrail'in Gazze’deki Filistinlilerin elektrik, su, gıda gibi temel ihtiyaçlara erişimini engellemesi ve uyguladığı büyük kuşatma Filistin halkının bütününe yönelik topyekûn bir imha harekâtı aslında.
Batı genel olarak İsrail'in yanında.
ABD'nin ardından son İngiltere Başbakanı Sunak bölgeyi ziyaret edip desteğini duyurdu.
Bununla birlikte İsrail'in uğradığı saldırının uluslararası hukukun çiğnenmesini haklı çıkarmayacağını söyleyenlerin ya da her şeye karşın iki devletli modele dair söz edenlerin sayısı pek az görünüyor.
Bir başka deyişle böylesi bir iklimde iki devletli çözümün zaten asla bir seçenek olmadığını söyleyenlerin sayısı artıyor.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ise "İsrail ile yan yana, karşılıklı güvenlik garantisi altında, uluslararası kararlar ve iki taraf arasında varılan anlaşmalar doğrultusunda bağımsız bir Filistin devleti kurulmadan, hiçbir çözüm mümkün değildir" diyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde ABD, Gazze'ye insani yardım sağlanması için çatışmalara "ara verme" çağrısında bulunan karar tasarısını veto ediyor.
Gazze'deki hastanenin bombalanmasının ardından İsrail'e yönelik tepkinin dozunu artırsa bile, İsrail-Hamas çatışmasının başından beri dengeli bir tutum izleyip itidal çağrısı yapan Türkiye ise arabuluculuk için efor sarf edebileceğini en üst düzeyde dile getiriyor.
Independent Türkçe, son gelişmeleri emekli büyükelçi Alper Coşkun ile konuştu.
Ekim 2021'den beri Carnegie Uluslararası Barış Vakfı düşünce kuruluşunun Washington ofisinde Avrupa Programı bünyesinde yer alan ve Türkiye ve Dünya projesinin başında olan Coşkun, Türkiye üzerine araştırmalarının yanı sıra dış politika, güvenlik ve savunma politikaları üzerine uzmanlaşmış bir isim.
Dışişleri Bakanlığı'nda geçirdiği 32 yılın ardından büyükelçi sıfatıyla emekli olan Coşkun, Uluslararası Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuş, BM Daimî Temsilciliği’nde ve Daimî Temsilci Yardımcılığı görevini üstlendiği NATO Daimî Temsilciliği’nde yer almıştı.
"Uluslararası toplum ve düzen bu soruna çözüm üretemiyor"
İlk soru uluslararası kurumların son süreçte ve aslında benzeri süreçlerde yeterince etkin olmamasıyla ilgili. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplandı, Amerika Birleşik Devletleri Gazze'deki çatışmalara ara verme çağrısında bulunan karar tasarısını veto etti. Elbette bu beklenmedik değildi. Gazze’deki hastaneye saldırının ardından Avrupa Birliği’nden farklı sesler çıktı. Komisyon başkanı Ursula von der Leyen, "Hamas terörü Filistin halkına büyük acılar yaşatıyor İsrail'e dayanışma içinde olmak ve Filistinlilerin ihtiyaçları için hareket etmek arasında hiçbir çelişki yoktur" dedi. BM'nin, AB'nin ve ilgili kurumların belki de İslam İşbirliği Örgütü'nün tavrını, etkinliğini nasıl buluyorsunuz?
Aslında verdiğiniz örneklerden sanırım şu tablo ortaya çıkıyor. Netice itibarıyla objektif olarak baktığımızda uluslararası toplumun vicdanını rahatsız eden birtakım gelişmeler yaşandığında hem İsrail hem Gazze'de yaşanan hadiselerin iki boyutunu da düşünmemiz lazım. Birinci boyutta Hamas’ı bir terör örgütü olarak tanıyın ya da tanımayın her halükârda 7 Ekim sabahı sivillere karşı, çoluk çocuğa, yaşlılara karşı yürütülen o eylem bir terör eylemidir. Bu konuda en ufak bir tereddüde yer yok. Dolayısıyla bir yandan o gerçeği teslim etmek ve onunla yüzleşmek sanıyorum bunu gözlemleyen herkesin bir sorumluluğu. Diğer taraftan her ne kadar kabul edilmesi mümkün olmayan ve Türkiye gibi terörden çok çekmiş bir ülke olarak bizim de kendi tecrübelerimizden hareketle empati duyabileceğimiz İsrail ve bu saldırının tetiklediği hissiyatı bir ölçüde anlamak mümkün olsa bile akabinde İsrail'in Gazze'de zaten sürdürmekte olduğu ablukayı çok daha farklı bir boyuta taşıması, 1 milyona yakın insana birdenbire 24 saat içinde "Yerinizden taşının" şeklinde kendi ifadeleriyle emir vermesi ve bir yandan da zaten nefes almakta zorlanan 2 milyondan fazla Gazzeli’nin üstüne bomba yağdırıyor olması işin iki ayrı yönünü teşkil ediyor.
Dolayısıyla bir yanda bir terör eylemi diğer yanda sivillerin maruz kaldıkları ve ciddi şekilde sıkıntı yaşadıkları bir karşılığı görüyoruz. Şimdi böylesine iki ayrı ekstremde bir nevi hisleri tetikleyen gelişmeler yaşandığında uluslararası toplumun da bu fay hatlarına maalesef düşebildiğini görüyoruz. Avrupa Birliği'nde bunu gördük. Borrell’in açıklamalarıyla Von Der Leyen’in açıklamaları birbiriyle çelişti. Avrupa Birliği komiserlerinin yaptıkları açıklamalar birbiriyle çelişti, düzeltmeler gerektirdi.
Birleşmiş Milletler'de de sanıyorum uluslararası toplumun bu hadise karşısındaki bir nevi bölünmüşlüğünün tezahürünü görüyoruz. Bir tarafta Amerika'nın öncülüğünde birçok Batılı devletin İsrail'in yanında durma kararlılığını bir nevi görüyoruz. Her ne kadar özellikle Avrupa özelinde ve hatta Amerika'da da farklı kesimlerde, hatta daha da ötesine taşıyayım, İsrail'in içinde dahi İsrail'in verdiği karşılıkla ilgili farklı tartışmalar yaşanıyor olsa dahi büyük ölçüde ABD, İsrail’in yanında durmak bakımından Biden yönetimiyle son derece kararlı bir duruş sergiliyor. En baştaki koşulsuz desteğini törpülemeye başladığını tabiri caizse söylememiz mümkün olmakla birlikte yine de gayet kararlı bir şekilde İsrail'in yanında duruyor. Tabii bir tarafta böyle bir kararlılık sergilenirken, diğer tarafta Gazze'de sivil toplumun maruz kaldığı trajedi çok ciddi çelişkili bir tabloyu ortaya çıkarıyor. Sanıyorum Türkiye gibi Gazze'deki bir halkın maruz kaldığı saldırılara karşı ciddi bir hassasiyet bekleyen birçok ülkede bu ister istemez infiale sebebiyet veriyor. Ve sonuç itibarıyla sorunuza dönecek olursak bu tablo uluslararası toplumun ve uluslararası düzenin böylesine kritik bir mesele karşısında yeterli tepkiyi, yeterli çözümü üretemediği sonucu ortaya çıkarıyor.
"Sistem yetersiz, saldırının hemen öncesi ABD bölgenin sütliman olduğunu düşünüyordu"
Yani 20. yüzyıl metotları artık çok geride mi kaldı? Bu dönem itibarıyla, sadece bu saldırı özelinde değil başka başka durumlarda da buna benzer tartışmalar hep hep yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önermesini de akla getirebiliriz: "Dünya beşten büyüktür, BM'nin yapısının değişmesi gerek" Fakat bu aslında epeydir konuşuluyor. Söz gelimi Birleşmiş Milletler'in eski Filistin raportörü Richard Falk da 1972’de BM’nin yetersizliklerinden ve revizyon ihtiyacından bahsetmişti. Kısacası farklı farklı kesimler, farklı farklı düşünceler aslında özellikle BM'nin artık etkinliğini yitirmiş bir kurum olduğu gerçeğini öne çıkartıyor. Sistemin yeni düzene göre ayak uydurması ve değiştirilmesi lazım ve mümkün mü?
Sistemin yetersizliği ortaya çıkıyor. Bir yandan da sanırım insan tabiatının mükemmellikten uzak olan özelliği devlet yönetişimine de yansıyacak şekilde etkilerini gösteriyor. Ne demek istiyorum? Uluslararası toplumdan bahsedeyim. Spesifik bir ülkeyi zikretmeyeyim ama sonuç itibarıyla böylesine bir tablo karşısında yakın geçmişte nelerin yaşandığını hatırlamaya çalışalım. Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere bir nevi Filistin meselesini tırnak içerisinde sümen altına atmayı tercih ettiler. Hatta birçok Arap ülkesi de bir yandan İsrail'le farklı kulvarlarda ikili ilişkilerini geliştirmek pahasına… Dolayısıyla kendi çıkarlarını ilerletmek pahasına Filistin meselesini göz ardı edebilecekleri izanlara kapıldılar. Benzer bir durumu örneğin Yukarı Karabağ meselesi bakımından da düşünmek mümkün. Nedir o? "Donmuş çatışma" kavramına bir nevi herkes, özellikle Batılı ülkeler yaslandılar. Halbuki konunun özünü çözmediğiniz sürece hiçbir çatışmanın gerçek anlamda donmuş olacağını varsaymak mümkün değil. Nitekim koşullar değiştiğinde, Azerbaycan imkânı yakaladığında kendi hakkı olan topraklarını icabında güç kullanmak suretiyle geri alma yoluna girdi.
Şimdi Ortadoğu meselesinde de İbrahim anlaşmalarından hareketle İsrail'in güvenliğini sürece dahil olan Arap ülkeleriyle işbirliği yoluyla güvenliğini pekiştirebileceği düşüncesi Batı'nın, ABD'nin öncülük ettiği çok önemli bir noktayı bir nevi ıskaladı. O da Ortadoğu meselesi hallolmadıkça, Filistinlilerin haklı beklentileri makul bir şekilde, insan onuruna uygun ve saygın bir şekilde karşılanmadığı müddetçe bu sorunun temelini teşkil eden en aşırı ve çirkin şekliyle terörizm olarak dahi tezahür edebilen hissiyatlar orada durmaya devam edecektir. Nitekim hatırlarsanız, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Hamas'ın saldırısından sadece birkaç gün önce Ortadoğu'da vaziyetin bir nevi sütliman olduğundan bahsetmekteydi. Yani algı bu şekildeydi Amerika'da ve Batılı devletlerde. Ve bazı Arap ülkelerinde. Halbuki bölgeyi bilen insanların, uzmanların değindikleri orada kaynayan bir kazanın varlığının sürdüğü şeklindeydi. Onu göz ardı etmek maalesef büyük bir hata oldu. Geldiğimiz nokta her ne kadar Hamas’ın terör eylemi hiçbir şekilde meşru görülemez olarak kabul edilmek durumunda olsa dahi sonuç itibarıyla diğer bir gerçeği işaret etti. Filistin halkının haklı beklentileri makuliyet temelinde karşılanmadığı sürece maalesef böyle sonuçlarla karşılaşmak mümkün. Uluslararası toplum bu gerçeği içselleştirip çözüm üretmeye yönelmediği müddetçe de böyle çelişkilerle karşılaşacağız.
"ABD'nin mutlak önceliği terörle mücadele ama kendi ulusal güvenliği için PKK uzantılarıyla işbirliği yürütebiliyor"
Financial Times'a konuşan G7 ülkelerinden kıdemli bir diplomat şu ifadeyi kullanmış: "Küresel Güney’deki savaşı kaybettik. Kuralları unutun, dünya düzenini unutun, bir daha bizi asla dinlemeyecekler" Bu sözler bir anlamda Batı'nın son gidişatta kaybettiğinin ya da daha doğru ifadeyle yanıldığının itirafı niteliğinde olabilir mi?
Küresel düzeni böyle çok net fay hatlarıyla bölme yaklaşımının netice itibarıyla insanlık bakımından, sağlıklı bir geleceği vurgulamamıza imkân vermeyeceğini düşünüyorum.
Çünkü insani değil...
İnsani değil!
Yani "O kadar da reel politik değil" diyorsunuz anladığım kadarıyla...
Birçok farklı ülkede görev yaptım, çok farklı kültürler içinde bulundum. Sonuç itibarıyla insanlar kendi kültürleri içerisinde, kendi gelenekleri içerisinde asgari ortak bir paydada buluşuyorlar. O da kendi bekalarını geliştirmek, çoluklarına- çocuklarına sağlıklı bir gelecek kurmak. Bu en temel insani değerler etrafında birleşme hülyasını hala insanlığın koruması gerektiği kanaatindeyim. Böyle laik ve idealist bir noktaya çok taşımak istemiyorum. Hele hele bu yaşadığımız sorunların yarattığı gerçek acılar karşısında… Ama o asgari paydayı ve o ulvi hedefi hiçbir zaman unutmamak lazım. Fakat söz konusu diplomatın bahsettiği ifade önemli bir ifşaatı da beraberinde getiriyor. ABD öncülüğünde Batılı ülkeler küresel hukuk düzenine dayalı sistemin sınandığı iddiasıyla hep söylemlere başvuruyorlar. Özellikle Rusya'ya, Çin'e yönelik değil mi? Bu bağlamda bu ülkeleri yanlış noktada duruyor olmakla itham ediyorlar. Bu eğer gerçekse ve bu yaklaşımlarında samimiyseler o zaman Filistinlilerin devam etmekte olan farklı beklentileri karşısında da duyarsız kalmamaları lazım. Veya yine Amerikan örneğine dönelim. Eğer terörle mücadele mutlak bir öncelikse terör saldırısına maruz kalan bir ülkenin gerekli tepkiyi göstermesi hakkı. Hatta Amerikalıların İsrail'e söylediği şekilde bir görevi ise o zaman meseleyi Türkiye'ye getirelim örneğin.
PKK terörüyle mücadele eden bir müttefiki var Amerika'nın, o da Türkiye. Ve sınırının ötesinde Hamas örneğine bir nevi benzetilebilecek bir şekilde PKK'nın uzantılarıyla Amerika'nın kendi ulusal güvenliğinin gerektirdiğini söylediği şekilde yürüttüğü bir işbirliği var. Bu tür ikilemler ve tutarsızlıklar sürdüğü müddetçe onun ötesinde Batı’dan veya başka herhangi bir ülkeden Türkiye'den de dahil olmak üzere herkesin tutarlı olması lazım. Gelecek söylemler eğer fiiliyatta tutarlı bir eylemle desteklenmiyor ise içi boş olmaya mahkumdur. Herhalde bu yetkilinin bahsettiği de bu gerçeğin bir nevi ifşaatı şeklinde.
"Biden-Netanyahu'nun arası iyi değildi ama bu iki ülkenin imtiyazlı müttefikliğini hiç değiştirmedi"
Türkiye'ye geleceğim ama Amerika'ya değindiniz şimdi. Biden İsrail'de Cumhurbaşkanı Herzog ve İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından karşılandı. Ve özetle şunu söyledi: İsrail'in yanındayız. Hastaneyi teröristlerin roketi vurdu. Bölge ülkeleri asla müdahil olmayı düşünmesin. Gazze'ye insani yardım için çabalıyoruz. Hatta sadece Gazze artı Batı Şeria'ya 100 milyon dolarlık bir yardım… Ve İsrail yönetimine de bu zamana kadar eşi görülmemiş bir savunma yardımı… Tüm bunlan esasen bildiğimiz şeye mi işaret ediyor? İsrail'de Netanyahu liderliğinde aşırı sağcı bir hükümet var. Bundan önce İsrail'deki kabinelere kıyasla -İsrail kuşkusuz ABD'yle doğal müttefik, en önemli müttefiklerden biri- sanki Washington kendisine biraz daha mesafeliydi. Vaziyet bu hale gelince ABD güvenliğinin İsrail güvenliği, İsrail güvenliğinin de ABD güvenliği olduğunu kesin olarak anladık mı? Yoksa zaten hep böyle miydi?
Tabloyu güzel özetlediniz. Aslında Netanyahu hükümetiyle Biden yönetiminin arasındaki ilişkiler pek sıcak şekilde tarif edilemezdi biliyorsunuz. Birtakım gerginlikler vardı. Fakat bu İsrail'in Amerika için, Amerika'nın da İsrail için en öncelikli ve imtiyazlı müttefik ve ortak olduğu gerçeğini hiçbir zaman değiştirmedi. Hamas saldırısı başta bahsettiğimiz o ikili ilişkilerdeki bir nevi limoniliğin hemen bir kenara bırakılması ve ABD'nin gayet koşulsuz bir şekilde İsrail'in yanında durduğu bir tabloyu ortaya çıkardı. Dolayısıyla iş dediğiniz noktaya geldi. Elbette burada birkaç hususu da belki hatırlamak lazım. Hayatın gerçekleri, realiteden bahsettik. ABD önümüzdeki yıl seçim dönemine giriyor. Dolayısıyla İsrail'in maruz kaldığı terör saldırısı karşısında ABD Başkanı'nın en ufak bir zafiyet veya destek göstermekten uzak durmaya dair bir emaresi ülkesinde çok ciddi sonuçlar doğurabilecek bir husus olurdu.
Dolayısıyla Biden bir nevi o tuzağa düşmemek bakımından da mutlaka ön planda olmayı tercih etti. Ama onun da ötesinde Hamas dediğinizde tabii arka planda İran'a kadar uzanan bir illiyet bağı ortada mevcut. Ve İsrail'in bölgedeki güvenliği ve bekası Amerika'nın kendi çıkarları itibarıyla o coğrafyanın düzeniyle ilgili tasavvurlarında merkezi konumda yer alıyor. O bakımdan en ufak bir şekilde İsrail'in Gazze'deki tablo bir bakıma Amerikalıları da rahatsız ediyor olsa dahi burada önceliği Amerikalılar daha güvenlik optiği, merceğinden değerlendirdiler ve hem Netanyahu tarafıyla sıkıntılı olan ilişkilerine rağmen hem Gazze'de insani tablodaki sıkıntıların ve onun Amerika bakımından da yaratacağı etkilerin bir kenar bırakılması sonucunu doğurdu. Ve bu hastane saldırısından sonra dahi Biden İsrail'i ziyaret etme yoluna gitti. Sizin sorduğunuz soruyu ben de Biden'la Netanyahu'nun kucaklaşırken düşündüm. Birbirlerine sıcak bir tebessümle bir nevi bakıyorlar ama aslında her ikisinin de zihninin yerinde çok büyük bir muhabbet olmadığını biliyoruz geçmiş ilişkilerinden.
Barışı konuşmak hayal mi?
Şimdi herkes doğal olarak, hani işin tabiatı gereği kara harekâtı, olası kara harekâtını konuşuyor. Siz uzun diplomatlık kariyerinizde gerçekten de böyle çok büyük yoğunluklu bir savaşın eşiğine gelinip de kaçınıldığını gördünüz mü? Hiç böyle bir diplomatlık kariyerinizde böyle bir şeye denk geldiniz mi? Mümkün müdür? Yoksa barış-ateşkes-diplomasi arzusu bu koşullarda çok hayalperest bir istek mi?
Dora Bey, bu bence sorulması gereken bir soru. Her koşulda zihnimizin veya bir çatışma ortamı içerisinde bulunan ülkelerin zihinlerinde yer bulması gereken bir düşünce. Çatışma ortamı tabii çok zor bir sarmal teşkil ediyor ve o tırmanma süreci içerisinde kontrolsüz bir dinamikle kazanma potansiyeline sahip. Rusya'nın Ukrayna'da kendisini içine soktuğu sarmalı görüyorsunuz. Bir kere o bataklığa bulaştınız mı bunu geriye kaldırmak çok zor hale geliyor. Amerika'nın Vietnam’da geçmişte yaşadığını düşünürseniz yine benzer bir hadise. Bu örnekler tabiatıyla çoğaltılabilir. Yine İsrail’den hareketle konuşalım. Her ne kadar maruz kaldıkları bu terör saldırısı karşısında kendilerine göre hem güçlerini hem tepkilerini ortaya koymak bakımından bir davranışı bir nevi zorunlu kılıyor olsa dahi bunu sağlıklı parametreler içerisinde ölçüp biçerek makul bir stratejiye oturtmaları, o stratejinin içinde de mutlaka bir çıkış stratejisinin yer alması gerekir. Gazze'ye gözü kapalı bir şekilde dolu dizgin İsrail'in girmesi zamanında Gazze'den neden çıktığına dair ve çıkmak sebebine dair sonuçları unuttuğu düşüncesini zihinlere getirir. Dolayısıyla çok isabetli bir soru soruyorsunuz, çok önemli bir soru soruyorsunuz. Ancak bazen ve çok acı bir gerçektir bu. Aslında I. Dünya Savaşı'nın çıkış sürecinde de benzer şeyler yaşanmıştır. Birtakım dinamikler veya çarklar dönmeye başladığında o çatışma, savaş hissiyatı hâkim hale geldiğinde, milliyetçilik duyguları daha hassasiyet arz ettiğinde, bir nefes alıp, geri adım atıp "Bir dakika doğru işi mi yapıyoruz? Bunun sonucu ne olacak? Bunun bir sonraki aşamasında kendimizi nerede bulacağız?" şeklinde rasyonel olarak sorulması gereken sorular bazen sorulamaz hale gelebiliyor. Uluslararası ilişkilerin trafiğinde bu yaşanan ciddi bir mesele. Fakat kurumların şeffaflığın ve sanırım hesap verilebilirliğin etkili olduğu yapılarda bunun daha iyi işlemesini beklemek lazım. Tabii Netanyahu hükümetine ve İsrail'e geldiğimizde tüm meselelere çok güvenlikçi bakan bir hükümet var. Son derece aşırı kesimlerin hükümette bir araya geldiği bir hükümet vardı 7 Ekim öncesine kadar. Ki; bu uçlar hala hükümetin içerisinde ama şimdi biraz paydayı genişlettiler saldırıdan sonra. Ve biliyorsunuz o hissiyat içerisinde aynı zamanda Netanyahu'nun içeride maruz kaldığı birtakım sıkıntılar vardı. Hakkındaki yargı reformu tartışmaları ve toplumsal bölünmeler gibi. Dolayısıyla bir yandan da siyasetin uygulanmasındaki bir acı gerçeği de hatırlıyoruz ister istemez. Netanyahu açısından hem o sorunların unutturulmasına vesile olan hem Amerika'yla biraz daha limoni olan ilişkilerin daha makul zemine taşınmasına imkân sağlayan bir tablo ortaya çıkardı. Yalnız burada bir şeyi de ilave etmek istiyorum. Bu tablodan hareketle Netanyahu'nun rasyonel bir düşünceyle en tercih edeceği şeyin Gazze'ye dalmak olacağından da emin değilim. Şu sonuç itibarıyla; birincisi o işin nereye gideceği belli değil. Çok ağır kayıplar da verecektir İsrail. Uluslararası toplumu tehdit şüphesi çok artacaktır. İkincisi şunu da unutmayalım. Her ne kadar şimdi o tartışılıyor olmasa dahi hukuk onu makul bir şekilde inşallah daha fazla sivil can kaybı olmadan bir kenara itilebildiğinde ve çözüm sürecine inşallah girebildiğinde en azından makul bir sükûnet hâkim olduğunda İsrail'in içerisinde bütün oklar ister istemez Netanyahu'ya dönecektir. Çünkü onun nöbetinde bu hadise yaşanmış oldu.
"Türkiye bu kez en başından beri popülizmden uzak, daha rasyonel bir dil sergiledi"
Dolayısıyla Netanyahu anlık bir kazanıma sahipmiş gibi olabilir. Ama kısa ya da orta vadede sonuç itibarıyla oklar yine ona dönecek diyorsunuz. Peki Türkiye, Hamas- İsrail çatışmasına, savaşına nasıl bakıyor? Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da kriz için garantörlük formülü önerdi. Bir taraftan rehineler var. Bu rehinelerin takası için bir arabuluculuk söz konusu olabilir mi? Tabii bildiğiniz gibi genellikle İsrail-Hamas arasında bir çatışma yaşandığında gözler genellikle Mısır'a çevriliyor. Türkiye haricinde Mısır var, Katar var. Türkiye'nin sizce şu ana kadar izlemiş olduğu politika ve kriz karşısındaki tutumu nasıl değerlendirilmeli?
Bir kere Türkiye'ye geldiğimizde bana sorarsanız son derece rasyonel bir söylem ve davranış ortaya koydu Türk yönetimi, Türk hükümeti, Sayın Cumhurbaşkanı. Geçmişte hep böyle olmuyordu biliyorsunuz. Özellikle İsrail'le ilgili, Ortadoğu'yla ilgili meselelerde veya farklı dış politika konularında oldukça heyecanlıydı. Geri döndürülmesi bazen büyük zorluk arz eden açıklamalarda bulunulduğuna şahit olduk. Bu defa popülizmden uzak, daha rasyonel olan bir dilin en başta özellikle Türkiye tarafında sergilendiğini gözlemledik. Bu bence önemli.
Daha itidalli bir bakış açısı mı tercih edildi?
Kullanılan üsluba baktığımda sanıyorum önemli bir farklılık var. Yapıcı bir görüntü sergiledi Türkiye. Elbette Gazze'de sivil can kayıpları arttığı ölçüde ve İsrail'in bombalama eylemleri sürdüğü ölçüde bunun dozu Türkiye'de artmaya başladı. Hem üst düzeyli yetkililerimizin yaptıkları açıklamalarda bunu gördük hem sokağa yansıdı. Türkiye'nin netice itibarıyla Filistin halkının maruz kaldığı baskı, karşılaştığı insani dramlar, Türkiye'de toplumun haklı olarak hassasiyetlerini tetikleyen hususlar oldu. Sadece Türkiye'de değil, Müslüman dünyanın genelinde zaten böyle. Hatta tekrar ediyorum; Batılı ülkelerde de hem Müslüman toplumlarda hem onun ötesinde yaşananları daha objektif bakabilen, insani prizmadan bakan insanlarda tepkileri tetikleyen manzaralar ortaya çıktı. Dolayısıyla Türkiye'nin dozu o bakımdan biraz artmaya başladı. Makul, rasyonel bir tavır sergiledi Türkiye. Onu da, Dışişleri Bakanı Fidan'ın bir adım öteye taşımak suretiyle Mısır'a da gidip yaptığı açıklamada gördük. Türkiye'nin fiilen sağlayabileceği katkıyı hem fikri düzeyde hem eylem düzeyinde ortaya koyulması işini sergiledi.
Bunlar Türkiye'nin bölgeye ilişkin bağları nedeniyle hem tarihten gelen hem günümüzdeki imkanları, kapasitesi ve taraflara olan erişim yeteneği itibarıyla... Bir yandan Filistin'de elbette hem El Fetih hareketine hem Hamas'a erişimi olan bir Türkiye'den bahsediyoruz. Dolayısıyla Türkiye taraflarla olan bu erişim yeteneğini burada sahaya yansıtma arayışı içerisinde. Sanırım Sayın Dışişleri Bakanı'nın yaptığı ziyaretlere baktığımızda Mısır da dahil olmak üzere bu bağlamda önemli rol oynayabilecek ülkelerle bu temasın en üst düzeyde sürdürüldüğünü görüyoruz. Benim gözümde tabii çok dikkat çekici olan bir husus da var. Bölgede mekik diplomasisine yönelen ABD Dışişleri Bakanı Blinken'ın Türkiye'ye gelmemiş olması. Her ne kadar Sayın Bakanımızla birkaç konuşma telefon konuşması gerçekleştirmiş olsa dahi bunu son derece bariz bir eksiklik olarak gözlemliyorum Amerika bakımından. İkincisi bu durum Türk-Amerikan ilişkileri bakımından da sanırım incelenmesi gereken bir boyut teşkil ediyor. Üçüncüsü ABD Başkanı Biden bölgede birçok liderle telefon görüşmesi yaparken yine Türkiye'yle bu düzeyde bir görüşme yapmayı tercih etmedi. Sanırım bunun arka planı Ortadoğu'daki gelişmelerin de ötesinde farklı boyutlar sebebiyledir. Ancak netice itibarıyla Türkiye en azından Washington'un bu bağlamda atfettiği bir nevi katma değerin daha sınırlı noktada tutulduğunu gözlemliyoruz. Ama Türkiye kendi potansiyelini bahsettiğimiz açıklamalarıyla, çabalarıyla sanırım ortaya koyma gayreti içerisinde.
© The Independentturkish